2 Ağustos 2015 Pazar

Sesini kaybeden

Addüktör spazmodik disfoni?
Abdüktör spazmodik disfoni?
Hiperfonksiyonel disfoni?
Hipofonksiyonel disfoni?
Laringeal distoni?

Bunlardan birini bilen el kaldırsın! En azından şuna yanıt verin; ortak sözcük nedir? "Disfoni" mi dediniz? Ama en sondakine biraz daha dikkat ediniz! O halde ortak heceye odaklanalım: "dis". Bu bir önektir. Tıp eğitimi alanlar ve Latince kökenli sözcüklerden haberdar olanlar bilirler; hastalıklarda "dys" olarak geçer ve anlamı "anormal", "zor", "engelli" veya "kötü"dür (Merriam Webster's Dictionary). Seç beğen al! Şimdi bir soru daha: Teşhisi konmuş bir hastalığının başında bu önekten olan var mı? Yani "dys"li bir hastalığı olan var mı? Benim var. Önündeki isimler kimi doktorlara göre değişse de benimki "disfoni", yani sesin "anormal", "zor", "engelli" ya da "kötü" çıkması. Sesin ve konuşmanın yaşamdaki karşılığını düşününce, yaşadığım hayatı da yıllardır bu sıfatlarla andım hep. Söylenecek onca şarkı, okunacak onca şiir, haykıracak onca gerçek varken, kısacası çağlayanlar gibi gürlemek varken uyuntu bir su birikintisine dönüşmektir bu! Öğretmen hastalığı, kış koşulları diyerek başlayan ses kısıklığının sekiz yıldır hayatımı işgal etmesidir. Doktordan doktora, terapistten terapiste savruluşun macerasıdır. Doğan Canku'nun şarkısındaki gibi: "Asılsız çarelerle yürüyorum işte böyle" Dile kolay, sekiz yıl...Şükürle isyan arasında gidip gelirken bakkaldan bile ekmek alırken zorlanmak insanı nasıl kahreder bir ben bilirim! Tam oracıkta gözlerimi gökyüzüne dikip "Allah'ım ben..." diye başlayan bir isyan cümlesini sarf edecekken yanımdan engelli bir insan geçer ve cümleyi baştan yazarım: "Beterin beteri var, buna da şükür!" Fakat başkasının rahatsızlığından kendine şükür payı çıkarmak da beni inanılmaz derecede rahatsız eden bir durumdur; derim ki şükür nimetini ben kendi içimde bulmalıyım, başkasının acılarından devşirerek değil!

İşte bu medcezir, bu gelgitler hem ruh halimin hem de hastalığımın özetidir. Sesim de ara sıra gider gelir, kısılır, iyileşir. Yıllar içerisinde geldiğim son aşama, hastalığımın nörolojik değil, tamamen psikolojik olduğudur. Bundan hareketle son aldığım terapi, hipnoterapiydi. Diğer tedavilerden farkı, sesimle değil kendimle yüzleşmemi sağlamasıydı: Sevgi, kendi korkunç içsel gücünden değil, başkalarından korkuyor! "Diğer insanlar olanaklarımın öteki ölümüdür" diyen Sartre'a hep hak vermiştim yıllarca. Ama yanlış bir hak verişti bu, diğer insanlar benim olanaklarımı öldürmeye yeltenmediler; yeltenmiş olsalar dahi benim elim armut mu topluyor, karşılarında kapı gibi durmalıydım. Kendimi gerçekleştirmekten beni alıkoyan tüm duvarları yıkıp geçmeliydim, bedelini de ödemeyi göze alarak. Ve bedeli ödenmiş bir yaşam, sonucu ne olursa olsun değerlidir, benim hakikatimdir. Yanlışlar yapılır, ama arkasında sapasağlam durursam bunlar benim ana sütü gibi helal yanlışlarımdır. Bunlardır benim özümü oluşturan, gelecekteki doğrularımın tohumlarıdır; çekirdeksiz meyve olur mu?

Sesimi kaybetmemdeki hikmeti yıllardır aradım durdum; burnumun dibindeymiş meğer! Ben ses kaslarımdaki sesi değil, kendi sesimi, Sevgi'nin sesini kaybetmişim. Başkaldırmayan, kendisi olmaktan köşe bucak kaçan... Sonra da mızıklanmışım, şiir okuyamıyorum diye. Okuyamazsın tabi, o şairlerin laneti var üzerinde! Nazım Hikmet, kendi gölgesinden korkan insanın şiirlerini seslendirmesine izin verir mi? 

Düşmesin bizimle yola:
evinde ağlayanların
                      göz yaşlarını
                                 boynunda ağır bir
                                                        zincir
                                                            gibi taşıyanlar!
Bıraksın peşimizi
               kendi yüreğinin kabuğunda yaşayanlar!


dedirtir mi kolay kolay! Nazım Hikmet'in şiirlerini hak etmem için cesur olmam gerek. Cesur ve kendi gücünden emin... Tıpkı o güzelim şarkıdaki gibi:

Biliyorum bu iş böyle çözülmez,
Düşünüp susmak içime dert olur.
Yeter artık yeter gönül feryad et,
Bir bakarsın düşlerin gerçek olur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder