22 Ağustos 2015 Cumartesi

Sabahattin Ali'den bana kalanlar

Sabahattin Ali'yle tanışmam lise yıllarıma rastlar. Selim İleri'nin hazırladığı İlk Gençlik Çağına Öyküler (Yapı Kredi yay.) seçkisinde "Isıtmak İçin" öyküsünü bulmuştum sayfada. Arapsı isimli bir yazar ve o an için bana tuhaf gelmiş bir öykü adı... Edebiyat meraklıları bana hak verir mi bilmem; seçkiler bende hep buruk bir tat bırakır. Her biri apayrı bir âlem, hatta âlem içinde âlem olan yazarları, ozanları, düşün insanlarını bir dolmuşa balık istifi bindirip -istiap haddini bir hayli aşarak- varılacak istikamete son sürat ama sağ salim gitmeye çalışmak gibidir seçkilerden nasiplenmek. Yanlış anlaşılmasın; asla seçkilere karşı değilim. Hepsi hayra vesiledir, tadımlık da olsa yazarla okuyucuyu buluşturan hoş bir bahanedir. Elimizin altındaki tek bir kitap içinde o güzel kalem emekçilerinin başımıza taç olası satırları var, bundan daha büyük bir zenginlik düşünülebilir mi? Fakat ben sözgelişi gerçeküstücü bir yazardan toplumsal gerçekçi bir yazara hoplayıvermeyi garipserim. Sanki ne birinin, ne ötekinin hakkını tam verebilmişimdir. İşte Sabahattin Ali'yle ilk temasımız da böyle oldu diyebilirim. Aslında bu seçkiye teşekkür borçluyum; beni en sevdiğim yazarımla kucaklaştırdı. Kucaklaştırmasına da, o zaman için bana göre sayfasında okunma sırasını bekleyen herhangi biriydi. 

O kitapta Sabahattin Ali'nin öncesinde hangi yazarın öyküsünü okudum; hiç anımsayamıyorum. Sonrasında kimi okudum; onu da hiç bilmiyorum. Zaten öyküyü okuduktan sonra üzerime çöken ağırlığı neyle tarif etsem, neye benzetsem Sabahattin Ali'yi küçültmek ve onun yanında küçülmek olur diye düşünüyorum. Kapkara bir yoksulluk ve hastalığa tanık olmuş bir karakterin ağzından, birinci tekil kişi dilinden anlatılıyordu öykü. Hep düşünmüşümdür, acaba o kişi Sabahattin Ali'nin kendisi miydi diye?

Takip eden yıllarda Sabahattin Ali'nin -İçimizdeki Şeytan'dan başlayarak- romanlarını, öykülerini, düzyazılarını ve şiirlerini okudum. Okuduklarımdan uzun uzun bahsedecek kadar konuyu esnetip tadını kaçırmak istemiyorum; fakat bir okur bencilliğiyle yaşadığım bir acıyı aktarmadan geçemeyeceğim. (Bilmeyen okuyucum için anımsatayım: Sabahattin Ali'nin zaten çileyle, hapisle, sürgünle, ayrılışlarla dikenlenmiş yaşamı çok kahredici bir biçimde sonlanmıştır. Kahpece, kalleşçe dövülerek, işkence edilerek öldürülmüştür Kırklareli'nden sınırı geçmeye çalışırken. O güzel bedeninin mezarı yoktur, yalnızca onun şiirinden bir dizenin yazıldığı bir kaya parçası vardır katledildiği Istıranca Dağları'ndaki ormanda: "Benim Meskenim Dağlardır")

Ne diyorduk, bir okurun bencil acısı... Ölmeden önce son yazdıklarının toplandığı, yani terekesinden çıkanların derlendiği "Çakıcı'nın İlk Kurşunu: Tereke" adlı kitabında bitmesin diye neredeyse yudumlayarak okuduğum bir öyküde, yani başlığıyla kurgusunun görünürde hiçbir ilgisi olmayan "Barsak" öyküsünde kahrettim hazin ölümüne. Öykü, sonunun öyle merak edilesi bir yerinde yarım kalmıştı ki! Bir yitik ülke şarkısı gibi, tamamlanamamış... Masum bir ıslık çalarken nereden savrulduğu belli olmayan bir yumruğu ağzının ortasına yiyip kan fışkırmak gibi... Ve bu yarım kalan öyküyü okuyan öfkeli okurun havaya bağırıp çağırması, sövmesi. Nafile isyan! 

Her ne kadar o yarım kalan öykünün hakkı için üzülsem de, beni tek teselli eden, onun üretken ve yaratıcı bir yazar oluşu. 41 yaş gibi çok genç sayılabilecek bir çağda öldürülmesine karşın özellikle öyküleri defalarca okunacak kalibrede. Epey sinematografik özellikler taşıyor satırları; görsellikle yüklü benzetimleri öykülerin kurgusunun adeta lokomotifi ve okurları bunaltacak yoğunlukta, ağırlıkta akmıyor. Öyküleme ve betimlemenin uyumlu sarmalında süratle sona ilerliyor okur ve o son mutlaka şaşırtıyor, çarpıyor, sarsıyor. İşte Sabahattin Ali'yi bana göre Türk öykücülüğünün abidelerinden biri yapan budur! Kısa öykü, yazınsal türler içinde şiirden sonraki en zor tür olarak nitelendirilebilecekken, bir de onun sonunu bağlayabilmenin ne çetin iş olduğunu tahmin etmek güç değil. Türk edebiyatında "Sabahattin Ali finali" diye bir sınıflandırma olmasa da bana göre var! 



***

Sabahattin Ali'nin en sevdiğim cümlesi ise bir söyleşiden: Soru: Edebiyata nasıl başladınız? Cevap: Kitap okuyarak. İlk duyulduğunda çok bilmiş bir edayla tınılasa da bu söz, kendine dönüp soruyor insan: Başka nasıl başlanır ki edebiyata?


***

Yaşamöyküsünün anlatıldığı "Başın Öne Eğilmesin" de ne tatlı bir kitaptır! Hıfzı Topuz'un da yarenlik etmediği edebiyatçı kalmamış mübarek! Nasıl kıskançlıkla okudum o kitabı. Sabahattin Ali meğer ne komik adammış; espriler, taklitler hiç eksik olmazmış onun sohbetinden. Oysa yazdıklarında acıdan, zulümden geçilmez. Laf aramızda biraz çapkınmış ya, ben Hıfzı Topuz'un yalancısıyım!

Yaşamöyküsünden söz etmişken, "Benim Meskenim Dağlardır" oyununu izlemiştim Ankara'da yıllar önce. Ankara Sanat Tiyatrosu'nda (AST) sahnelenen oyunda Sabahattin Ali'yi Rutkay Aziz canlandırmıştı. Rutkay Aziz'in oyunculuğu benim gönlümdeki Sabahattin Ali'ye karşılık gelmemişse de oyunun dramaturjisini beğenmiştim. Sabahattin Ali'nin öyküleri ile yaşamından kesitlerin ustaca harmanlandığı bir oyundu. Ve sonunda Sezen Aksu'nun sesinden "Benim Meskenim Dağlardır" şarkısıyla kararan ışıklar ve alkışlar... AST'a yolu düşenler bilirler; sahnesi küçücüktür ve oyuncularla seyirciler iç içedir orada. Ben de nasıl derinimde hissetmişsem oyunu, hem ağlayıp hem patır patır ayakta alkışlamıştım da, oyuncuların bazıları seyircilere selam verirken bana bakakalmıştı. Gelgeç bir hüzün sağanağı değildi benim yaşadığım; Sabahattin Ali'nin aydınlatılamamış ölümü hâlâ beni üzer. Onun öldürülüşü, bir süre sonra Türkiye'nin bir geleneği haline gelecek olan faili meçhul cinayetlerin de habercisidir. Bu ülkenin yüzlerce düşünen, üreten insanın kıyımının habercisi...


***

Son yıllarda çok satanlar listesinde yine onun bir yapıtı, "Kürk Mantolu Madonna" var. Ne mutlu, binlerce insan onu öğreniyor, onun incelikli satırlarında aşkı ve dünyayı yeniden keşfe çıkıyor. Çarçabuk tüketmeye alışmış zihinler, bu satırların acıların imbiğinden geçerek yazıldığının farkındalığıyla, saygıyla yaklaşırlar yazılanlara diye umuyorum. 



***
Sabahattin Ali

Yukarıdaki fotoğraf yazarın bir sürelik zorunlu ikâmetgahı olan Sinop Cezaevi'nde çekildi. Şimdi yalnızca turistik amaçlara hizmet etse de, yazarımıza "Burada çiçekler açmıyor / Kuşlar süzülüp uçmuyor / Yıldızlar ışık saçmıyor / Geçmiyor günler geçmiyor" dizelerini yazdırtan kasvetteki hapishanedir burası. "Başın öne eğilmesin" dedirten de...

Bu duvarlar arasında ömrünün en güzel zamanları lime lime edilen Sabahattin Ali ödünsüz duruşuyla da "aydın" sıfatını onuruyla taşıyandır. 1947'de attığı şu çığlık bugün bile bir manifesto, bir meydan okuyuştur namus kalesinin burçlarından namussuzların suratına korkusuzca fırlatılmış...

"Namuslu olmak ne zor şeymiş meğer! Bir gün Almanların pabucunu yalayan, ertesi gün İngilizlere takla atan, daha ertesi gün de Amerika'ya kavuk sallayan soysuzlar gibi olmak istemedik. Yalnız ve yalnız bir tek milletin önünde secdeye vardık. O da kendi cefakeş milletimizdir. 

Meğer ne büyük günah işlemişiz! Kanunlu, kanunsuz baskılar altında ezile ezile pestile döndük.

Bugünün itibarlı kişileri gibi, kese doldurmadık, makam peşinde koşmadık. İç ve dış bankalara para yatırmak, han, apartman sahibi olmak, sağdan soldan vurmak ve milleti kasıp kavurmak emellerine kapılmadık. Bütün kavgamızda kendimiz için hiçbir şey istemedik. Yalnız ve yalnız, bu yurdun bütün yükünü omuzlarında taşıyan milyonlarca insanın derdine derman olacak yolları araştırmak istedik. 

Bu ne affedilmez suçmuş meğer! Neredeyse, yoldan geçerken mide uşakları arkamızdan bağıracaklar: "Görüyor musun şu haini! İlle namuslu kalmak istiyor ve ahengimizi bozuyor..."

Çalmadan, çırpmadan, bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi?

Namuslu olmak ne zor şeymiş meğer! Bereket, zora katlanmasını bilen millet de namuslu."

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder