Sevdiğimiz kokular nedir?
Lavanta? Fırından yeni çıkmış ekmek? Yağmurda ıslanmış toprak? Ya
sevmediklerimiz? Hiç girmeyelim bu konuya iyisi mi. Yalnızca sevdiğimiz kokular
olacak bu yazıda. Oktay Rifat’ın bir şiirindeki gibi kokular dilsizdir; ancak
onlar şimdi dile gelecekler bende çağrıştırdıklarıyla.
Koku demişken Süskind’in “Koku”
romanına selam göndermeden olmaz. Shakespeare trajedilerinde ana karakterlerin
“tragic flaw” denilen bir özellikleri, düğümleri vardır onları çöküşe ve mahvoluşa
götüren. “Koku”daki Jean Baptiste Grenouille’de de bunu görürüm: Koku konusunda
burnu alabildiğine hassastır, kimsenin duymadığı kokuları kilometrelerce
uzaktan duyar; fakat kendi kokusu yoktur! Bu acıklı durum, onu ülkenin en güzel
kokan kadınlarının kokusunu çalıp (onları vahşice öldürerek tabi) bir karışım
hazırlamaya iter. Sonunda kendi kokusunu yaratmıştır. Bulmuştur değil,
yaratmıştır; çünkü kitabın sonu bu tanrısal yaratışla birlikte dev bir yükseliş
ve korkunç bir çöküşe sürükler okuyucuyu!
İşte ben de ara sıra kendimi
üstat (!) Jean Baptiste Grenouille’un çırağı gibi düşünürüm. Elbette katillikte
değil! Koklamakta! Deli gibi koklarım. Kütüphaneye mi gittim, kitap
yapraklarını karıştırmadan önce her kitabın kendine özgü çıldırtıcı kokusunu
içime çekmeliyim. Hangisi daha toz kokuyor, hangisi daha mürekkep… Bir de yeni
kitapla eski kitap arasında koku farkı vardır. Eski kitap kokusu; raf
kokusudur, sahaf kokusudur, yaşanmışlık ve elden ele gezmişliğin kokusudur.
Bazen o kadar çok koku karışır ki ona, iç bayıltabilir haspam. Ama bir o kadar
da bağlar insanı kendine, vazgeçilmez köprüler kurar okuyucusuyla arasında! Tecrübenin,
bilgeliğin kokusunu sunar. “Sen gelirken ben gidiyordum” kokusudur onunki. Yeni
kitap ise pırıl pırıl, gıcır gıcır kokar. İç ferahlatıcıdır, tazedir. Kendi
kitabımsa hele, onun kokusuna belki zamanla benim kokum bile karışacaktır.
Daha da çatlak, üşütük bir boyuta
sıçradığım koklama nöbetlerimi gazete sayfalarında, el ilanlarında, kuşe kâğıt broşürlerde geçiririm! Ben gazetenin manşetini harflerinden değil, kokusundan okurum! Ne
babayiğit bir slogan ama! Benim diyen gazeteciye taş çıkartır! Neyse sulandırmayalım,
şaka değil; cidden koklarım bu kâğıt parçalarını. Bunlarda kitabın nazenin
kokusu yoktur; safi boya, safi petrol kokusu. Bol makyajlı ve sert bir koku.
Ciğerlerime doldurmaktan kendimi
alamadığım başka bir delirtici koku beyaz sabun ve naftalin karışımıdır. Bazen
öyle bir küçülmek, hatta cep boyda olmak isterim ki, banyo dolabıma atlayayım
ve sonsuza kadar o kokunun sindiği temizlik bezlerinin yumuşaklığına gömülüp
büyülenmiş ve mayışmış bir halde uyuyayım. Jean Baptiste Grenouille’u hep
anarım bu düşü kurarken. Acaba o üstâd-ı âzam benim delirdiğim bu kokuya ne derdi?
Kesinlikle basit ve sığ bulacağından eminim; çünkü hazret var olmayanın
peşindeydi. Üstelik avam temizlik malzemeleriyle ne işi olurdu ki onun asil
burnunun? Ne yapalım, dediğim gibi ben sadece bir çırağım koku konusunda. Ve
hayli tutucuyum. Yeni kokular aramıyorum, elimdekiler bana yetiyor.
Allah Allaaaah!... İçimi kıpır
kıpır eden, kavanoza burnumu her daldırdığım dakikada beni Eskişehir Hamamyolu’ndaki
kahvecilerin çınçın kahve öğütücülerinin sesine götüren koku, kahve kokusu…
Mecburen önüne “Türk”ü de ekliyorum, çağımız küreselleşme çağı ya! Americanosu var,
cappucinnosu var, mochası var, varoğlu var! Neyse bırakalım şimdi bu kefere
icatlarını, kendimize dönelim yine. Ne diyorduk, kahve kokusu, kahvemizin
kokusu… Ne gizli bir sevinç saklıdır onun bağrında, genç kızların çeyizi
toplaşır köpüğünde! “Yaşasın evde kalmaktan kurtuldum!”un kahverengine
bürünmüşüdür. Övünçle hazırlanır, kıvançla ikram edilir. İçine bir miktar tuz da
atılırsa damat zaten anlar neye kalkıştığını! Dost meclislerinin de baş köşesine
kurulur, kurulur ya, baş tacı edilse azdır! “Bir kahvenin kırk yıllık hatırı
vardır” dan “Gönül ne kahve ister ne kahvehane, gönül sohbet ister kahve bahane”
ye giden bir yol vardır kahve telvesinde bakılan fallarda. Kokun bile yetiyor
ey kahve bana dost kokusunu hatırlatmaya! Bir de dilin her zerresine yayılan içimin
var ki, ona ayrı bir methiye döktürülse yeridir.
İnsan kokusu… Kokuların en
güzeli, en bulunmazı, parmak izi gibi yegâne ve şahane! İnsanın ilk duyduğu
koku, anne kokusu. Şefkat, yumuşaklık, çileyle harmanlanmış bir koku. Anne
sütü, teri ve gözyaşı okyanusunda hâlâ bir damla olarak kalmak için neler
vermezdi pek çok fani! Uyutan, besleyen, büyüten, gururla bakan, yücelten, “sen
bir tanesin” diyen bir kokudur anne kokusu. Buram buram emek kokusudur, Türk ailesindeki
rol gereği epey yemek kokusu da karışmış olan. Öfkeli anne kokusu da yine
tadından yenmeyen kokulardan! Hormonların fışkırdığı, diken diken bir koku! Adrenalin
soslu, vahşi ve lunaparktaki süratli salıncaklar kadar baş döndürücü. Mızmız
dönme dolaplar gibi değil asla!
Baba kokusuna gelirsek… Benim
gibi babasının kızı için tarifi güç ama bir o kadar kutsal bir görev! Bir kadının
ilk keşfettiği erkeğin kokusu, baba kokusu. Kucaklayıcı, koruyucu, gölgesi
vuran… Bir şiirde okumuştum, şairinin adını anımsayamıyorum, babasını “elleri
ekmek kokan” diye anıyordu. Pek çok insanın babası biraz böyle değil midir? Emeğiyle
geçinen, kendi yağıyla kavrulan, en önemlisi helalinden kazanan her babanın
ellerinde –ne iş yaparsa yapsın- biraz nasır kokusu, biraz da ekmek kokusu yok
mudur?
Yâr kokusuna dair söylenmemiş
olan, söylenmiş olandan hâlâ çok. Kavuşulmuş yârin kokusu alışılagelmiş, dost,
güvenli bir koku. Vuslatın koyun koyuna kokusu. Kavuşulmamış yârin kokusu ise firkatin kokusu. Bilinmeyen, hep özlenen, “burnun direğini sızlatan”, “burunda
tüten”… Bak şimdi, nereye vardık: Türkçem ne güzel anlatmış özlemi; burunla,
biraz da sanki koklamakla özdeşleştirmiş! Karac’oğlan yüreğime bir tablo gibi çakmaz
mı böylesi güzelliği: "Bir firkat geldi de durdum ağladım / Öpüp
kokladığım güller perişan". Kavuşulmayan her yâr, bu topraklarda Karac'oğlan
şiirinde kokusunu bulur.
Duyguların kokusu üzerine de
düşünmedim değil. Tüm etiketleri, ideolojik ceketleri üstünden, saltanat
postlarını altından çek al; insan duygudan ibarettir! Bir hissi mahlûk! Kibir nasıl
kokar, şehvet nasıl? Göze sokulmayan tevazu kokusuz mudur gerçekten, nefret
hangi kokularla saldırır üstümüze? Ya aşk?... Platonik olan kötü mü kokar,
karşılık bulan iyi mi? Veya tam tersi mi? Yoksa ikisi de aşk olduğu için aynı
mıdır esansı? Burun deliklerimize hangisini buyur etmeliyiz ki ilham olsun
yazılarımıza, şiirlerimize ve güzel sözlerimize?
Tanrı inancının kokusu her dinde
farklı mıdır? Sözgelimi Müslümanlığın kokusu hacı misi, Hristiyanlığın kokusu
buhurdandan yükselen kokulardan mı ibarettir? Ya mevsimler nasıl kokar? Vivaldi
benden önce düşünüp koklamış ve notalara dökmüş galiba. Zenginlik ve asalet, kesif
Fransız parfümü kokar da, yoksulluk ve perişanlığın kokusu pis midir? Hayır. Neden
bu kolay sınıflandırmayı reddettiğime varın biraz da siz kafa yorun.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder