4 Ağustos 2015 Salı

Kokulara Yolculuk: Bol esanslı günübirlik tur

Sevdiğimiz kokular nedir? Lavanta? Fırından yeni çıkmış ekmek? Yağmurda ıslanmış toprak? Ya sevmediklerimiz? Hiç girmeyelim bu konuya iyisi mi. Yalnızca sevdiğimiz kokular olacak bu yazıda. Oktay Rifat’ın bir şiirindeki gibi kokular dilsizdir; ancak onlar şimdi dile gelecekler bende çağrıştırdıklarıyla.

Koku demişken Süskind’in “Koku” romanına selam göndermeden olmaz. Shakespeare trajedilerinde ana karakterlerin “tragic flaw” denilen bir özellikleri, düğümleri vardır onları çöküşe ve mahvoluşa götüren. “Koku”daki Jean Baptiste Grenouille’de de bunu görürüm: Koku konusunda burnu alabildiğine hassastır, kimsenin duymadığı kokuları kilometrelerce uzaktan duyar; fakat kendi kokusu yoktur! Bu acıklı durum, onu ülkenin en güzel kokan kadınlarının kokusunu çalıp (onları vahşice öldürerek tabi) bir karışım hazırlamaya iter. Sonunda kendi kokusunu yaratmıştır. Bulmuştur değil, yaratmıştır; çünkü kitabın sonu bu tanrısal yaratışla birlikte dev bir yükseliş ve korkunç bir çöküşe sürükler okuyucuyu!

İşte ben de ara sıra kendimi üstat (!) Jean Baptiste Grenouille’un çırağı gibi düşünürüm. Elbette katillikte değil! Koklamakta! Deli gibi koklarım. Kütüphaneye mi gittim, kitap yapraklarını karıştırmadan önce her kitabın kendine özgü çıldırtıcı kokusunu içime çekmeliyim. Hangisi daha toz kokuyor, hangisi daha mürekkep… Bir de yeni kitapla eski kitap arasında koku farkı vardır. Eski kitap kokusu; raf kokusudur, sahaf kokusudur, yaşanmışlık ve elden ele gezmişliğin kokusudur. Bazen o kadar çok koku karışır ki ona, iç bayıltabilir haspam. Ama bir o kadar da bağlar insanı kendine, vazgeçilmez köprüler kurar okuyucusuyla arasında! Tecrübenin, bilgeliğin kokusunu sunar. “Sen gelirken ben gidiyordum” kokusudur onunki. Yeni kitap ise pırıl pırıl, gıcır gıcır kokar. İç ferahlatıcıdır, tazedir. Kendi kitabımsa hele, onun kokusuna belki zamanla benim kokum bile karışacaktır.

Daha da çatlak, üşütük bir boyuta sıçradığım koklama nöbetlerimi gazete sayfalarında, el ilanlarında, kuşe kâğıt broşürlerde geçiririm! Ben gazetenin manşetini harflerinden değil, kokusundan okurum! Ne babayiğit bir slogan ama! Benim diyen gazeteciye taş çıkartır! Neyse sulandırmayalım, şaka değil; cidden koklarım bu kâğıt parçalarını. Bunlarda kitabın nazenin kokusu yoktur; safi boya, safi petrol kokusu. Bol makyajlı ve sert bir koku.

Ciğerlerime doldurmaktan kendimi alamadığım başka bir delirtici koku beyaz sabun ve naftalin karışımıdır. Bazen öyle bir küçülmek, hatta cep boyda olmak isterim ki, banyo dolabıma atlayayım ve sonsuza kadar o kokunun sindiği temizlik bezlerinin yumuşaklığına gömülüp büyülenmiş ve mayışmış bir halde uyuyayım. Jean Baptiste Grenouille’u hep anarım bu düşü kurarken. Acaba o üstâd-ı âzam benim delirdiğim bu kokuya ne derdi? Kesinlikle basit ve sığ bulacağından eminim; çünkü hazret var olmayanın peşindeydi. Üstelik avam temizlik malzemeleriyle ne işi olurdu ki onun asil burnunun? Ne yapalım, dediğim gibi ben sadece bir çırağım koku konusunda. Ve hayli tutucuyum. Yeni kokular aramıyorum, elimdekiler bana yetiyor.

Allah Allaaaah!... İçimi kıpır kıpır eden, kavanoza burnumu her daldırdığım dakikada beni Eskişehir Hamamyolu’ndaki kahvecilerin çınçın kahve öğütücülerinin sesine götüren koku, kahve kokusu… Mecburen önüne “Türk”ü de ekliyorum, çağımız küreselleşme çağı ya! Americanosu var, cappucinnosu var, mochası var, varoğlu var! Neyse bırakalım şimdi bu kefere icatlarını, kendimize dönelim yine. Ne diyorduk, kahve kokusu, kahvemizin kokusu… Ne gizli bir sevinç saklıdır onun bağrında, genç kızların çeyizi toplaşır köpüğünde! “Yaşasın evde kalmaktan kurtuldum!”un kahverengine bürünmüşüdür. Övünçle hazırlanır, kıvançla ikram edilir. İçine bir miktar tuz da atılırsa damat zaten anlar neye kalkıştığını! Dost meclislerinin de baş köşesine kurulur, kurulur ya, baş tacı edilse azdır! “Bir kahvenin kırk yıllık hatırı vardır” dan “Gönül ne kahve ister ne kahvehane, gönül sohbet ister kahve bahane” ye giden bir yol vardır kahve telvesinde bakılan fallarda. Kokun bile yetiyor ey kahve bana dost kokusunu hatırlatmaya! Bir de dilin her zerresine yayılan içimin var ki, ona ayrı bir methiye döktürülse yeridir.

İnsan kokusu… Kokuların en güzeli, en bulunmazı, parmak izi gibi yegâne ve şahane! İnsanın ilk duyduğu koku, anne kokusu. Şefkat, yumuşaklık, çileyle harmanlanmış bir koku. Anne sütü, teri ve gözyaşı okyanusunda hâlâ bir damla olarak kalmak için neler vermezdi pek çok fani! Uyutan, besleyen, büyüten, gururla bakan, yücelten, “sen bir tanesin” diyen bir kokudur anne kokusu. Buram buram emek kokusudur, Türk ailesindeki rol gereği epey yemek kokusu da karışmış olan. Öfkeli anne kokusu da yine tadından yenmeyen kokulardan! Hormonların fışkırdığı, diken diken bir koku! Adrenalin soslu, vahşi ve lunaparktaki süratli salıncaklar kadar baş döndürücü. Mızmız dönme dolaplar gibi değil asla!

Baba kokusuna gelirsek… Benim gibi babasının kızı için tarifi güç ama bir o kadar kutsal bir görev! Bir kadının ilk keşfettiği erkeğin kokusu, baba kokusu. Kucaklayıcı, koruyucu, gölgesi vuran… Bir şiirde okumuştum, şairinin adını anımsayamıyorum, babasını “elleri ekmek kokan” diye anıyordu. Pek çok insanın babası biraz böyle değil midir? Emeğiyle geçinen, kendi yağıyla kavrulan, en önemlisi helalinden kazanan her babanın ellerinde –ne iş yaparsa yapsın- biraz nasır kokusu, biraz da ekmek kokusu yok mudur?

Yâr kokusuna dair söylenmemiş olan, söylenmiş olandan hâlâ çok. Kavuşulmuş yârin kokusu alışılagelmiş, dost, güvenli bir koku. Vuslatın koyun koyuna kokusu. Kavuşulmamış yârin kokusu ise firkatin kokusu. Bilinmeyen, hep özlenen, “burnun direğini sızlatan”, “burunda tüten”… Bak şimdi, nereye vardık: Türkçem ne güzel anlatmış özlemi; burunla, biraz da sanki koklamakla özdeşleştirmiş! Karac’oğlan yüreğime bir tablo gibi çakmaz mı böylesi güzelliği: "Bir firkat geldi de durdum ağladım / Öpüp kokladığım güller perişan". Kavuşulmayan her yâr, bu topraklarda Karac'oğlan şiirinde kokusunu bulur.

Duyguların kokusu üzerine de düşünmedim değil. Tüm etiketleri, ideolojik ceketleri üstünden, saltanat postlarını altından çek al; insan duygudan ibarettir! Bir hissi mahlûk! Kibir nasıl kokar, şehvet nasıl? Göze sokulmayan tevazu kokusuz mudur gerçekten, nefret hangi kokularla saldırır üstümüze? Ya aşk?... Platonik olan kötü mü kokar, karşılık bulan iyi mi? Veya tam tersi mi? Yoksa ikisi de aşk olduğu için aynı mıdır esansı? Burun deliklerimize hangisini buyur etmeliyiz ki ilham olsun yazılarımıza, şiirlerimize ve güzel sözlerimize?

Tanrı inancının kokusu her dinde farklı mıdır? Sözgelimi Müslümanlığın kokusu hacı misi, Hristiyanlığın kokusu buhurdandan yükselen kokulardan mı ibarettir? Ya mevsimler nasıl kokar? Vivaldi benden önce düşünüp koklamış ve notalara dökmüş galiba. Zenginlik ve asalet, kesif Fransız parfümü kokar da, yoksulluk ve perişanlığın kokusu pis midir? Hayır. Neden bu kolay sınıflandırmayı reddettiğime varın biraz da siz kafa yorun.

Sevgili okuyucu, benim gerçeklerimden biri de bu işte. Kendimi keşif yolculuğumda başta garipsediğim, sonra bundan keyiflenip şu ölümlü dünyanın duyabildiğim tüm kokularını sepetime doldurup avare yürüyüşlere çıktığımın ilanıdır bu yazı. Bir sıkımlık canım var zaten, onu da “vakit saat tamam olunca” Azrail sıktığında güzel koksun, kokusu sinsin bu satırlara ve sayfalara…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder