“Ölmeden
önce okunacak kitaplar”, “Ölmeden önce izlenecek 100 film”, “Ölmeden önce
gidilecek tatil beldeleri”… Bir yandan “carpe diem”in altını çizerken öte
yandan hınzırca anımsatır gelip geçici, konup göçücü olduğunu insanın. Ben de,
bir tuhaf Havva kızı, ölmeden önce yazılacak 100 mektuba koşar adım gidiyorum!
Bugüne değin pek çok kişiye mektup yazdım; kendim, annem, dostlarım, sevdiğim
yazarlar, yabancılar… Bu mektupların pek çoğu iletilmek amacıyla yazılmamıştı.
İletilenler de “zaman bir ayrılık estirir de boğazımızda kalırsa sözlerimiz” tasasıyla
iletildi. Yani dert, kadirşinas dosta söylenmeye niyetlenip de söylenememiş
hiçbir söz bırakmamak. Hiçbir bahaneye sığınmaksızın. Mektuplar bu anlamda bana
müthiş bir seçenek sunmuştur. Hissettiklerimin yoğunluğu karşısında “konuşma”
eylemi bana hep aciz gelir, derleyip toparlayamam cümlelerimi, şiirlerden ve mecazdan
mutlaka güç almam gerekir. İsterim ki bana mektup yazdırtacak ve bu mektuba
ciddi anlamda vakit ve emek harcatacak kadar benim nazarımda kıymetli bir insan
kıymetinin farkında olsun. Ve bu farkındalık, ona benim söyleyişimin
özgeliğiyle ve sevdiğim şairlerin ölümsüz dizeleriyle kalbine yürüsün.
Kısacası, Sevgi’nin penceresinden bir gül atılmış olsun bu insana. Yavan, gündelik
bir dilin değil; edebiyatın ve kısıtlı da olsa deneyimlerimin ve gözlemlerimin
ışığını sızdırdığı bir pencereden…
Hep
niyetlenip de bir türlü yazamadığım bir insan var. Bunca yıl yazamayışımın
nedeni “en güzel ve en soylu biçimde içimdekileri nasıl dışa vururum”
çengeline takılıp kalmak. Fakat artık yeter! Çıplak ölüm gerçeği burnumuzun
dibindeyken hangi soyluluktan bahsediyorum ki? Muhatabı bir an önce duymadıktan
sonra ne hükmü kalır söz sanatlarının şahikasına kanatlanmanın?
Muhatabım:
Babam. Tanıdığım kadar yakın ve dost, tanımadığım kadar yâd el, babam. Sana
dair düşündüklerim nedense belli belirsiz bir hüzünde yol bulur. Neyin hüznü
hiç çözemedim; bir gün eninde sonunda ayrılacak olmamızın hüznü mü, yoksa
sulugözlülüğümün bana kestiği fatura mı?
Hiç kimse
babasını seçmemiştir, ama herkes babasına nasıl evlat olacağını belirlemiştir. Ben
sana nasıl bir “evlat” oldum, bunun muhasebesini sen yapacaksın. Ama ben bir
“evlat”tan öte olduğumu hep hissettim senin yanında. Sen benim vazgeçilmez yol
arkadaşımdın her anlamda: Otobüslerde, trenlerde, illerde, istasyonlarda
yanımda sen vardın, kendime ulaşmaya çalışırken kaybolduğum yollarda da. Şu
dünyada varoluşunun hikmeti üzerine kafa yormuş milyonlarca insan gibi ben de
varoluşumun sırrı üzerine fazladan bir soru sorduysam ve fazladan bir ışık
yandıysa içimde, bu senin eserindir. Eserinle ne kadar gurur duyarsın onu
bilemiyorum; zira soru sordukça acılar azalmıyor, daha da şiddetlenerek artıyor.
Rahatsızlığım
da bir yolculuğa dönüştü zamanla ve bu mücadeleyle dolu yolun en başında yine
sen vardın. Her gelişmeden, geri gidişten, çelişkiden haberdar oldun ve elimi
umutla tuttun. Ne ilginçtir, ikimiz de bıkıp usanmadık umut etmekten ve hep
kesin çözümler bekledik şundan bundan çocukça. Sevinçlerimiz ve hayal
kırıklıklarımızın kesiştiği kavşaklardı muayene odaları, bekleme salonları…
Geriye dönüp bakıyorum da, o ruhsuz, karın ağrısı veren odalardaki tedavi
öncesi sohbetlerimiz benim şifammış. Bana söylediklerin, bir türlü düzelmeyen
ruh hâlime gıda takviyesiymiş.
Beckett –şu
körolası Godot’yu bizlere bekletip duran adam- buyurmuş ya: “Hep denedin, hep
yenildin. Olsun. Yine dene, yine yenil. Daha iyi yenil.” Biz de baba-kız ne güzel,
ne görkemli yenildik be! Ben yine tamamen iyileşemedim, yine sıkıntılarım var, sana
yine gel dediğimde gelirsin hiç şikâyetsiz. Birbirimizi ve mağlubiyetlerimizi
“yine”liyoruz boyuna. Olsun. En güzel şarkıların yolu bu sonu gelmez
tekrarlardan geçiyor: “Yine bana hüsran bana yine hasret var / Yine bana esmer
günler düştü”.
Bu şarkı
gibi “Hah, işte budur bizim şarkımız” dediğimiz bir şarkı, türkü ya da ezgimiz
olmadı hiç seninle. Bunun üzerine de düşünmedik. Gerek duymadık belki de.
Yalnız sen benden daima mutluluğu seslendirmemi istedin. “Benim sizden tek
isteğim mutlu olmanız”dı senin şarkın. Bilmiyorum bunu ne kadar başarabildim; hâlâ
bata çıka yürüyorum yollarda. Ama en güzel tarafı neydi bu şarkının biliyor
musun? Kimseden alkış beklemeksizin şarkını söylemek. Başkalarının övgüleri, öğretmenlerin
verdiği notlar, protokol düşkünlerinin biçecekleri payeler, bâtından yüz
çevirip zâhire aldanmayı seçenlerin bilumum takdirleri, teşekkürleri,
sertifikaları sana vız gelir tırıs giderdi. Ne mutlu bir çocukluk yaşamışım ki
ben kimseyle kıyaslanmadım; daha akıllı, daha başarılı, daha parmakla gösterilen
olayım diye ittirilmedim asla! Gözyaşlarımla, küçük zaferlerimle, hüzünlerimle,
adımla sanımla bendim yalnızca. Ben kaldım, ben olabildim. O yüzden baba, benim
en büyük zaferim sana yalan söylememek oldu. Ağlaya zırlaya da, güle oynaya da olsa
hep doğrularımı duydun benden. Onlar sana yanlış gelse de gelmese de, Sevgi’nin
doğrularını duydun.
Atışmalarımız
da olmadı değil. Bazen çok gıcık olmayı becerebiliyorsun, hem de şeytanca,
sırtlanca bir boyutta! Küçük oyunlarla tezgâhına düşen gafilleri kapı
arkasından ellerini ovuşturarak izlersin. Koyu ketumluğun da cabası. Sustun mu kemiksiz
susarsın. Gömülürsün kendi derinlerine. Annemin dediği üzere: “Karardıkça kararırsın”.
Kimi zaman da kaskatı iraden dikilir karşımıza. Hiçbir kurşun bu duvarda delik
açamaz; hiç kimse –Allah kelamını da sırtlanıp gelse- sana zorla bir şey
yaptıramaz. Aramızda kalsın: Benim eski tüfek devrimci yol arkadaşıma böyle efelenmek,
çalım atmak yaraşır; kulak asma!
Mektubumda sona
yaklaşmanın mahzunluğuyla gelen bir tamamlanmamışlık hissi var. Oysa sana
söylenecek ne çok şiir, ne çok söz, ne çok şarkı var daha bu gök kubbenin
altında. Onları da bir sonraki mektuba mı saklasam? O zaman da diğer mektup
yazdığım sevdiklerime haksızlık olur. Onlara birer mektup, sana..? Pek adil değil
mi ne? En azından şu mektupta söylenememiş, yarım bırakılmış her sözümün
esrarını barındıran bir cümleyle, senin bana en son söylediğinle sana ses vereyim
buradan:
Sevgili yol
arkadaşım, sırdaşım, dert ve muhabbet ortağım, ilk öğretmenim babam,
“Sen ne
yaparsan yap, ben senin yanındayım!”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder