6 Ağustos 2015 Perşembe

Azıcık aşım felsefesiz başım

Üniversitede okurken “Temel Sanat Kavramları” dersini aldığım –kulakları çınlasın- Ahmet Cemal hocamın alışageldiğimiz bir söz kalıbına itirazı vardı: “İbrahim Tatlıses’ten tutun sokaktaki adama kadar herkes ‘Benim felsefem…’ diye söze başlıyor; oysa kişiden kişiye değişen şeyler felsefe değil, görüştür. Bizim toplumumuz gibi sistematik felsefi üretim bulunmayan toplumlarda ancak atasözü üretilir.” Sevgili hocam, bırakın üretimini, temel eğitimini bile veremiyoruz daha! Benim gibi biraz mürekkep yalamışı bile geriye dönüp baktığında bunun hazin boşluğunu öylesine duyuyor ki! İlkokulda “Hayat Bilgisi”nde öğrendiklerimiz kışın sobalar kurulur, yazın biber kurutulur türünden sorgulanmasına izin verilmeyen geleneklere ilişkin bilgilerden ibaretti. Lisede aldığımız felsefe dersleri ise –izm’ler silsilesinin ezberinden öteye geçmiyordu. Zaten üniversite sınavlarına hazırlanan öğrencilerin felsefe derslerinden tek muradı, yalayıp yuttuğu –izm’lerle sınavda bir soru fazladan yanıtlayıp puan sıralamasında rakiplerinin önüne geçmekti. İngilizce öğretmenliği bölümüne geçtiğimde ne seçmeli, ne zorunlu bir felsefe dersi seçeneği sunuldu. Geleceğin öğretmenleri soru sorma ve dolayısıyla öğrencilerine soru sordurma becerisinden mahrumdu, gerçi ne gam, hangi devletlû ister ki sorgulayan öğretmen ve öğrencileri bu düzende!

Şimdi bu eksiği kapatayım diyorum, olmuyor. Nereden başlasam, kime danışsam? Çocuklar için hazırlanmış “Çıtır çıtır felsefe” dizisi var, fakat onlar için de fazla kartlaştık! Birkaç yıl önce derdime deva olur diye Afşar Timuçin’in “Gençler için Felsefe Tarihi” kitabını edindim, hem felsefe hem gençlik aşısı olur ümidiyle. Fakat heyhat! Birincisi, kitap yalnızca batı felsefesi odaklı, doğunun ışığından mahrum. İkincisi, yüzyılların filozoflarını kitaba sığdırmaya çalışınca ortaya özetin özeti, tavşanın suyunun suyu bilgi parçaları çıkıyor. Yani kendi trajedimin yansımasını gördüm kitapta. Benim felsefi birikimim de kısa yaşamöyküsü bilgileri, magazin boyutunu geçemedi ya bir türlü! Kim nerede doğmuş, nerede ölmüş… Varoluşçuluğun Âdem ile Havva’sı Sartre ve Simone de Beauvoir ilişkisi serbest aşkmış, birbirlerini aldatır ama yine birbirlerine dönermiş. (Adamlar varoluşçu kardeşim, aşktan çöllere düşüp şark çıbanı gibi acılar çekecek değiller ya!) Heidegger ve Kierkegaard’a ilişkin tek bildiğim isimlerinin zor olduğu. Ya korkunç bıyıklı Nietzsche’ye ne buyurmalı? Her yazdığımda "bu kez öğrendim" dediğim adını bir türlü kopya çekmeden kâğıda dökemeyişime mi yanayım, zorlana zorlana okuduğum “Böyle Buyurdu Zerdüşt”ten bana geriye bir toz bulutundan gayrı bir şey kalmamasına mı? Kaldı ki, pek çok Nietzscheseverin bilgisi bile t-shirtlere bastırılan “Tanrı öldü” sloganından ibaret olmalı. Komünist partiler ve muhterem kapitalist düzenimizin arada depreşen ekonomik krizleri de olmasa Marx’ın adını anan yok, bırakın kankası Engels’i anımsamayı. Kant’a henüz bulaşmadım; kaynaklar epey korkuttu gözümü, zor adammış vesselam. “I can’t” deyip geçiyorum. Habermas, Allah uzun ömürler versin, arada gazetede filan ismini okumuşluğum var, ama çok da haberdar değilim düşüncelerinden. Ha bir de Spinoza vardı değil mi? Onu da üniversitede tiyatro kulübündeyken sahneye koyduğumuz Çehov’un tek perdelik “Düğün” adlı kısa oyunundaki komik bir replikle yâd ediyorum: “Ben Spinoza mıyım ki ayaklarımla halka yapayım?”

Adını burada saydığım ve saymadığım tüm filozof ve düşünürlere selam olsun, hepsi mübarek ve eli öpülesi zatlar, amenna! Ancak o kadar didinmeme rağmen niye bu insanların yazdıklarını okurken suratsız ve huysuz ihtiyarların huzuruna varmış gibi hissediyorum? Niye onların sohbetlerinden feyz alamıyorum, niye yaşamıma geçiremiyorum? “Vay be, adam ne aforizmalar savurmuş!”un ötesinde olmalı felsefi okumalar. Felsefeye dair okuduklarım bende sorgulayıcı birikim oluşturdu mu, bundan inanın hiç emin değilim. Bir mizah dergisinde (Uykusuz’du sanırım) adını hatırlayamadığım bir yazar mitoloji okumalarından dem vururken o da bir türlü bunları kendine katamadığını, mitolojik kahramanlar ve hikâyelerinin terle, dışkıyla bir şekilde vücuttan atıldığını söylemişti. Neyse bu da bir gelişme tabi, bu kavurucu cehennem sıcaklarında leş gibi ter kokacağına, Afrodit gibi kokmak evlâdır!

Felsefe konusunda kendimden emin olamayışımın yol açtığı, hatırladıkça içimi sızlatan bir anım vardır. ODTÜ’de yüksek lisans eğitimi alırken felsefe bölümü başkanı Ahmet İnam hocayı kampüste alışveriş yaparken görmüştüm. Ahmet İnam hoca ki, gönül erbabı, dünya tatlısı bir insan. Televizyondaki sohbetlerini ve sohbet tadındaki yazılarını hep hayranlıkla takip etmişimdir. Kampüste uzaktan gördüğüm o an hocanın eline sarılıp, kendimi tanıtıp “Hocam ben bir kere de olsa dersinizden, o güzel sohbetinizden nasiplenmek istiyorum” diyemedim, o “yürekliliği” gösteremedim. O zaman için yüreklilikti bu, adamakıllı felsefe eğitimi almamış biri için büyük cesaretti. Şimdi zamanı geriye döndürmek ne mümkün! Ne ODTÜ var artık hayatımda, ne de Ahmet hocanın dersine girme hayali. Şimdiki felsefi birikimim o zamankinden pek de farklı değil; fakat şimdiki aklım olsa durum bambaşka olurdu. Kendim için o tarihi fırsatın kaçmasına göz yumar mıydım?

Ahmet hoca kadar olmasa da, sevdiğin ve saydığın bir felsefe insanı hiç mi yok çağlar boyunca gelip geçmiş bunca değer arasında diye soracak olursanız, var. Sokrates! Canımın içi Sokrates! Mesihvari bir kahramanlıkla o baldıran şerbetini nasıl da yuvarlayarak ölüme yürüdü başı dik, yalın ayak! Onun adına aktarılan anekdotlar birer şehir efsanesi adeta. Fikir doğurtması, ironisi, yargılandığı mahkemede (!) yaptığı savunma, yetiştirdiği öğrenciler… Toprağın bol olsun sevgili Sokrates, agoralardan hâlâ yankılanan bir cümlenle beni terbiye ettin ya, yetmez mi: “Bildiğim tek bir şey var, o da hiçbir şey bilmediğim!”. Felsefi kavramları derinliğine tartışamıyorum, yazılanlara kafam basmıyor; ancak bilmediğimin farkındalığıyla öğrenme susuzluğum hiç dinmiyor. Tevazu değil bahsettiğim, öğrenme kapılarını ardına kadar açık tutmak.

Olmaz ya, hadi olduğunu pembe gözlüklerimizi takarak bir an için varsayalım: Feleğin çemberinden geçmekle övünür pek çoğumuz; onun yerine felsefenin çemberinden geçseydi bu toplum, nasıl bir Türkiye çıkardı karşımıza? Dolu dolu bir felsefe eğitimi de şöyle dursun, yalnızca hiçbir şey bilmediğini bilen bireyler olsaydık kaldırımlar bile farklı döşenirdi! Abartılı bulabilirsiniz; fakat toplumun bütün katmanlarında ve tüm meslek gruplarında bunun yansımasını düşününce az bile söylediğimi göreceksiniz. Bu farkındalıktaki binlerce öğretmen, öğrenci, müzisyen, milletvekili, çiftçi, doktor, terzi, hukukçu, gazeteci neler katmazdı bu ülkeye? İslam üzerine bu farkındalıktaki bir müminin kıldığı namaz nasıl olurdu? Yazılan tezler, yapılan araştırmalar, televizyonlardaki tartışma programlarından tutun günlük sohbetlerdeki eleştirilerimize kadar sinmez miydi bir asalet, bir hakikat ve hakkaniyet arayışı? Ne dersiniz?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder