Üniversitede okurken “Temel Sanat
Kavramları” dersini aldığım –kulakları çınlasın- Ahmet Cemal hocamın alışageldiğimiz
bir söz kalıbına itirazı vardı: “İbrahim Tatlıses’ten tutun sokaktaki adama
kadar herkes ‘Benim felsefem…’ diye söze başlıyor; oysa kişiden kişiye değişen şeyler
felsefe değil, görüştür. Bizim toplumumuz gibi sistematik felsefi üretim bulunmayan toplumlarda ancak atasözü üretilir.” Sevgili hocam, bırakın üretimini,
temel eğitimini bile veremiyoruz daha! Benim gibi biraz mürekkep yalamışı bile
geriye dönüp baktığında bunun hazin boşluğunu öylesine duyuyor ki! İlkokulda “Hayat
Bilgisi”nde öğrendiklerimiz kışın sobalar kurulur, yazın biber kurutulur türünden sorgulanmasına izin verilmeyen geleneklere ilişkin bilgilerden ibaretti. Lisede aldığımız
felsefe dersleri ise –izm’ler silsilesinin ezberinden öteye geçmiyordu. Zaten
üniversite sınavlarına hazırlanan öğrencilerin felsefe derslerinden tek muradı,
yalayıp yuttuğu –izm’lerle sınavda bir soru fazladan yanıtlayıp puan sıralamasında
rakiplerinin önüne geçmekti. İngilizce öğretmenliği bölümüne geçtiğimde ne
seçmeli, ne zorunlu bir felsefe dersi seçeneği sunuldu. Geleceğin öğretmenleri
soru sorma ve dolayısıyla öğrencilerine soru sordurma becerisinden mahrumdu,
gerçi ne gam, hangi devletlû ister ki sorgulayan öğretmen ve öğrencileri bu düzende!
Şimdi bu eksiği kapatayım
diyorum, olmuyor. Nereden başlasam, kime danışsam? Çocuklar için hazırlanmış “Çıtır
çıtır felsefe” dizisi var, fakat onlar için de fazla kartlaştık! Birkaç yıl
önce derdime deva olur diye Afşar Timuçin’in “Gençler için Felsefe Tarihi” kitabını
edindim, hem felsefe hem gençlik aşısı olur ümidiyle. Fakat heyhat! Birincisi,
kitap yalnızca batı felsefesi odaklı, doğunun ışığından mahrum. İkincisi,
yüzyılların filozoflarını kitaba sığdırmaya çalışınca ortaya özetin özeti,
tavşanın suyunun suyu bilgi parçaları çıkıyor. Yani kendi trajedimin yansımasını
gördüm kitapta. Benim felsefi birikimim de kısa yaşamöyküsü bilgileri, magazin
boyutunu geçemedi ya bir türlü! Kim nerede doğmuş, nerede ölmüş… Varoluşçuluğun
Âdem ile Havva’sı Sartre ve Simone de Beauvoir ilişkisi serbest aşkmış,
birbirlerini aldatır ama yine birbirlerine dönermiş. (Adamlar varoluşçu kardeşim,
aşktan çöllere düşüp şark çıbanı gibi acılar çekecek değiller ya!) Heidegger ve Kierkegaard’a ilişkin tek
bildiğim isimlerinin zor olduğu. Ya korkunç bıyıklı Nietzsche’ye ne buyurmalı? Her
yazdığımda "bu kez öğrendim" dediğim adını bir türlü kopya çekmeden kâğıda dökemeyişime mi yanayım, zorlana zorlana okuduğum “Böyle Buyurdu Zerdüşt”ten bana geriye bir
toz bulutundan gayrı bir şey kalmamasına mı? Kaldı ki, pek çok Nietzscheseverin
bilgisi bile t-shirtlere bastırılan “Tanrı öldü” sloganından ibaret olmalı. Komünist
partiler ve muhterem kapitalist düzenimizin arada depreşen ekonomik krizleri de
olmasa Marx’ın adını anan yok, bırakın kankası Engels’i anımsamayı. Kant’a
henüz bulaşmadım; kaynaklar epey korkuttu gözümü, zor adammış vesselam. “I can’t”
deyip geçiyorum. Habermas, Allah uzun ömürler versin, arada gazetede filan
ismini okumuşluğum var, ama çok da haberdar değilim düşüncelerinden. Ha bir de
Spinoza vardı değil mi? Onu da üniversitede tiyatro kulübündeyken sahneye
koyduğumuz Çehov’un tek perdelik “Düğün” adlı kısa oyunundaki komik bir
replikle yâd ediyorum: “Ben Spinoza mıyım ki ayaklarımla halka yapayım?”
Adını burada saydığım ve
saymadığım tüm filozof ve düşünürlere selam olsun, hepsi mübarek ve eli öpülesi
zatlar, amenna! Ancak o kadar didinmeme rağmen niye bu insanların yazdıklarını
okurken suratsız ve huysuz ihtiyarların huzuruna varmış gibi hissediyorum? Niye
onların sohbetlerinden feyz alamıyorum, niye yaşamıma geçiremiyorum? “Vay be,
adam ne aforizmalar savurmuş!”un ötesinde olmalı felsefi okumalar. Felsefeye dair
okuduklarım bende sorgulayıcı birikim oluşturdu mu, bundan inanın hiç emin değilim. Bir mizah
dergisinde (Uykusuz’du sanırım) adını hatırlayamadığım bir yazar mitoloji okumalarından
dem vururken o da bir türlü bunları kendine katamadığını, mitolojik kahramanlar
ve hikâyelerinin terle, dışkıyla bir şekilde vücuttan atıldığını söylemişti.
Neyse bu da bir gelişme tabi, bu kavurucu cehennem sıcaklarında leş gibi ter
kokacağına, Afrodit gibi kokmak evlâdır!
Felsefe konusunda kendimden emin
olamayışımın yol açtığı, hatırladıkça içimi sızlatan bir anım vardır. ODTÜ’de yüksek
lisans eğitimi alırken felsefe bölümü başkanı Ahmet İnam hocayı kampüste
alışveriş yaparken görmüştüm. Ahmet İnam hoca ki, gönül erbabı, dünya tatlısı bir
insan. Televizyondaki sohbetlerini ve sohbet tadındaki yazılarını hep hayranlıkla
takip etmişimdir. Kampüste uzaktan gördüğüm o an hocanın eline sarılıp, kendimi
tanıtıp “Hocam ben bir kere de olsa dersinizden, o güzel sohbetinizden nasiplenmek
istiyorum” diyemedim, o “yürekliliği” gösteremedim. O zaman için yüreklilikti
bu, adamakıllı felsefe eğitimi almamış biri için büyük cesaretti. Şimdi zamanı
geriye döndürmek ne mümkün! Ne ODTÜ var artık hayatımda, ne de Ahmet hocanın dersine
girme hayali. Şimdiki felsefi birikimim o zamankinden pek de farklı değil;
fakat şimdiki aklım olsa durum bambaşka olurdu. Kendim için o tarihi fırsatın
kaçmasına göz yumar mıydım?
Ahmet hoca kadar olmasa da, sevdiğin
ve saydığın bir felsefe insanı hiç mi yok çağlar boyunca gelip geçmiş bunca
değer arasında diye soracak olursanız, var. Sokrates! Canımın içi Sokrates! Mesihvari
bir kahramanlıkla o baldıran şerbetini nasıl da yuvarlayarak ölüme yürüdü başı
dik, yalın ayak! Onun adına aktarılan anekdotlar birer şehir efsanesi adeta. Fikir
doğurtması, ironisi, yargılandığı mahkemede (!) yaptığı savunma, yetiştirdiği
öğrenciler… Toprağın bol olsun sevgili Sokrates, agoralardan hâlâ yankılanan
bir cümlenle beni terbiye ettin ya, yetmez mi: “Bildiğim tek bir şey var, o da
hiçbir şey bilmediğim!”. Felsefi kavramları derinliğine tartışamıyorum, yazılanlara
kafam basmıyor; ancak bilmediğimin farkındalığıyla öğrenme susuzluğum hiç
dinmiyor. Tevazu değil bahsettiğim, öğrenme kapılarını ardına kadar açık
tutmak.
Olmaz ya, hadi olduğunu pembe
gözlüklerimizi takarak bir an için varsayalım: Feleğin çemberinden geçmekle
övünür pek çoğumuz; onun yerine felsefenin çemberinden geçseydi bu toplum,
nasıl bir Türkiye çıkardı karşımıza? Dolu dolu bir felsefe eğitimi de şöyle dursun,
yalnızca hiçbir şey bilmediğini bilen bireyler olsaydık kaldırımlar bile farklı
döşenirdi! Abartılı bulabilirsiniz; fakat toplumun bütün katmanlarında ve tüm
meslek gruplarında bunun yansımasını düşününce az bile söylediğimi göreceksiniz. Bu
farkındalıktaki binlerce öğretmen, öğrenci, müzisyen, milletvekili, çiftçi, doktor, terzi,
hukukçu, gazeteci neler katmazdı bu ülkeye? İslam üzerine bu farkındalıktaki bir müminin
kıldığı namaz nasıl olurdu? Yazılan tezler, yapılan araştırmalar,
televizyonlardaki tartışma programlarından tutun günlük sohbetlerdeki
eleştirilerimize kadar sinmez miydi bir asalet, bir hakikat ve hakkaniyet
arayışı? Ne dersiniz?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder