30 Ağustos 2015 Pazar

30 Ağustos

"Biz (...) bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı bütün ulusça mücadele etmeyi gerekli gören bir mesleği takip eden insanlarız."
Mustafa Kemal ATATÜRK

Bir rüyaya koşar gibi, emperyalizm ejderhasının ölüm kusan gırtlağına sancağımızı saplayanlara selam olsun...

28 Ağustos 2015 Cuma

Attilâ İlhan'la 1 dakika

o kızlar ki

Şiir en zarif avuntudur derinlerdeki ukdelere...

Bir Emzik Sorunsalı

"Sorunsal" diye yazınca ne kadar haşmetli ve bilimsel hale geliyor başlık! Öyleyse sorunu salalım gitsin! Konumuz takıntılar. Ve bu satırların yazarı da tescilli takıntılı. Hele bir yol göz atalım şu takıntı kelimesinin anlamına ve morfolojisine.

Türk Dil Kurumu Güncel Türkçe Sözlük beş anlama işaret ediyor: 

1. Bir durum ve sorunla ilişkisi olan başka durum veya sorun
"Uykum kaçınca aklım bir şeye takılır ve o takıntıyı savuşturuncaya kadar gözüme uyku girmez." - B. Felek

2. Bütünlemeye kalınan ders

3. Küçük, önemsiz borç


4. ruh bilimi Bir şeye hastalık derecesinde düşkünlük, obsesyon

"Sözünü ettiğim takıntı bana rahmetli babamdan miras kaldı." - A. Ümit

5. İlişki kurulan kimse

Öncelikle 1. maddedeki tanımı anlayabilen beri gelsin! Burhan Felek üstadın cümlesi olmasa ne çıkaracağız biz buradan? Kafaya takılan, huzursuz eden geçici bir durum mu 1. tanımdaki? Her neyse, geçelim.

2. maddedeki takıntı haylaz öğrenciliğin şanından.

3. maddedeki yiğidin kamçısı.

4. madde psikoloji dairesine giriyor. 

5. maddedeki tanım da üstünkörü ortaya atılıvermiş, "artık siz ne anlam çıkarırsanız odur, fazla yormayın bizi" dercesine yazılmış sanki. Tanımdaki ilişki ne menem bir ilişki? Her ilişki kurulan kimse bizim takıntımız mıdır? Örneğin patronumuz takıntımız mıdır? Sustunuz. Demek ki epey tartışmalı burası, uzatmayalım.

Köküne indiğinizde ise sanki sevimli bir kelime vardır "tak-mak"tan gelen! "Takı"ya benzer. Küpe gibi nazlı nazlı kulağında sallansın, kolye gibi boynuna dolansın. Velakin 4. tanımdaki takıntı, kolye ne kelime, kobra yılanı misali boğazlıyor insanı. Nazım Hikmet'in dolu dolu yaşamayı kastettiği "işin gücün yaşamak olacak"tan çıkıp "dön baba dönelim" fasit dairesine girmektir takıntı.

Takıntı denince hep el yıkama örneği verilir. -Klişelerden sana sığınırım Allahım!- "Takıntı nedir?" diye basit bir soruyu Google bilgesine sordum ve karşıma çıkan ilk psikoloji forum sitesinde bir sınıflandırma vardı: Temizlik - Tekrarlama - Kontrol etme - Biriktirme - Sayma - Tamamlama - Aşırı tertipli ve düzenli olma. Yani takıntıların da pek çok türü var. Bunların birden fazlasıyla çuvalını dolduranlara Allah sabır ihsan eylesin diyorum. (Örnek için izleyiniz: Jack Nicholson'ın baş rol oynadığı "Benden Bu Kadar" filmi)

Ayrıca sosyal medyanın yoğun kullanımı da birçok takıntıya rahatlıkla zemin oluşturabiliyor. "Acaba bu fotoğrafımı kaç kişi gördü / kaç kişi beğendi / görenler niye beğeni atmadı?" diyen insanların elinden düşmüyor telefonlar. Sohbet ederken arkadaşınız göz bebeklerinize bakıyor görünürken alttan alta eli gitmiyor mu telefona? Belki de bahsettiğim bağımlılıktır; karıştırıyor da olabilirim. Fakat TDK sözlüğünde ne diyordu: "Bir şeye hastalık derecesinde düşkünlük, obsesyon". Bu tanıma göre bir sosyal medya düşkünlüğünden, yani takıntısından bahsediyoruz. TDK sözlük yine yaptın yapacağını! 4. maddedeki tanıma güvenirken o da ortalığı karıştırdı çıktı! Zaten işi sağlama bağlamak için, tanımın sonunda obsesyon deyip savuşmuşsun!


Bu kadar zırvalamadan sonra elimizde en azından adam gibi bir benzetim olsun sevgili okuyucum: Takıntı bir emziktir! Bebekler niye emzik emerler? Oral dönemde (0-1 yaş) emmek onların en güçlü dürtüsüdür. Ha anne memesinden kesmişsin çocuğu, ha kanını kurutmuşsun; ikisi bir. Dolayısıyla o plastik yalancı meme ağzına tutuşturulacak ki çocuk doyum kaynağından mahrum kalmasın. Takıntı da rahatlıkla buna benzetilebilir. Takıntısı olan insanların aç kalmış bir yönleri, sıkışmışlıkları olduğunu düşünüyorum. Bu enerji sıkışması elbet patlayacak; ama nasıl? İşte o garip bulduğumuz tekrarlar, kontroller, temizlik hastalıklarıyla... 

22 Ağustos 2015 Cumartesi

Kereviz, Cânân ve Ahmet Haşim'e dair...

Kiloyla ilgili konuşmalardan oldum bittim nefret ederim. İnsan için geviş getirmek ne kadar lazımsa bu sohbetler de o kadar yapıcıdır! Bu tür lafazanlıklar ortamı şenlendirmiyor; migrenlendiriyor. Yetmezmiş gibi bir de üstüne doğal, sağlıklı, ille organik beslenme takıntıları türedi! Herkesin kafası karışık; fakat bir o kadar da uzman herkes! Deprem tartışmalarını andırır bu atışmalar. Falanca jeolog şu tarihte fay kırılacak diye bağırdı, fişmanca jeofizikçi o tarihte fayın fosur fosur uyuyacağını haykırdı, vs... 

O uzmandan bu uzmana zıplamaya ne hacet; ben ölçümü buldum sevgili okuyucum. Eskiler ne güzel söylemiş: Ne ifrat, ne tefrit. Yani ne aşırıya kaç, ne de kendini yoksun bırak. Önümüze konan yiyeceklerin hepsini dünya nimeti olarak görüyorum. Örneğin, kereviz ne kadar dünya nimetiyse hamburger de o kadar nimet. Aradaki tek fark, insanın gıdaya şeytani müdahalesi! Zararlı olduğuna hiçbir itirazım olmadığı halde ben hamburger konusunda katı olamıyorum. Eninde sonunda elimde patlayacağını bildiğim bir yasağı koymuyorum kendime, diğer bir deyişle, nefsimi kıvrandırmıyorum. Canım istiyorsa ayda bir ya da iki tane yiyorum. Bu sayı kişilere göre değişebilir; ancak bir haftada dört-beş öğün hamburger yemeyi de pek akıl kârı görmüyorum. 

Karşılaştırma yaparken kereviz örneğini -tövbe hâşâ- kerevizi aşağılamak amacıyla yapmadım! Kerevizi hamburger kadar ağız sulandırıcı bulmamamız, katkı maddelerine alışmış bünyelerimiz için alışıldık bir durum. Kokusu da üstüne tuz biber! Ancak mutfaktaki ataletimizin de bu sessiz sakin, kalender sebzeye haksızlık etmemizde katkısı büyük! Öyle güzel yemek tarifi siteleri var ki, kerevizi kış günlerimin kadim dostu belletecek kadar katkısı oldu benim yemek repertuarıma. Bol ekşili aroması, ipeksi dokusuyla damağı nurlandıran kereviz parçacıklarının dil kaydırağınızdan aşağı doğru usulcacık yuvarlanarak indiğini bir hayal edin! 

Bazen korkmuyor da değilim; bu dostluklarımı gün gelir çatık kaşlı bir uzman elimden alırsa diye! Öyle ya, yumurtaya senelerce iftira atılmadı mı "zararlıdır, tez bırakıla!" deyu? Sonra devran döndü, mazlumun ahı yerde kalmadı; Türkiye'nin en ünlü kalp cerrahlarından biri çıktı televizyonda canlı yayına ve yumurtadan özür diledi! Aynen öyle. Allah'tan yumurta vakur duruşundan taviz vermedi de, iş tatlılıkla çözüldü.

Bir de şunun hastasıyım: "Uzmanlar uyarıyor: Haftada 3 defa balık yiyin!", "Uzmanlara göre haftada 3 kez baklagil pişirmek sağlığın sigortası!", "Uzmanlar haftanın 3 günü mutlaka sebze haşlayın diyerek hepimizi haşladı!" O halde basit bir hesap yapalım. Hepsinden 3'er gün pişirelim desek bir hafta 9 gün ediyor! Yahut öyle çıldırmışcasına sofra hazırlayacağız ki, balığın yanında nohut da olacak, hiç kaçarı yok; yoksa hesap tutmuyor! Gel de Cem Karaca'nın "Beni Siz Delirttiniz" şarkısını söyleme!

Diyelim sıkı bir sağlıklı yaşam pratiği tutturduk. Balığımız, etimiz, kuruyemişimiz, sporumuz, stresten uzak düşünce yapımızla uzmanlara taş çıkartıyoruz. Sonunda biz kime dönüşeceğiz? Hani şu çevrimiçi zirzopların yaptığı zalim bir karşılaştırma var ya iki yaşıt arasında: Canan Karatay-Nebahat Çehre! Bizi bekleyen yaşlılık hangisindeki gibi ortaya çıkacak?! Farkındayım; bir yüzücüyle bir basketbolcuyu kıyaslamak kadar kaçık bir bakış bu. Ama aklımdan da çıkmıyor! Ben de iyi kötü bilimsel anlamda emek veriyorum. Burada Canan Karatay'ın yanındayım. Öte yandan güzelliğimi de muhafaza etmek istiyorum. Bu yönüm ise Nebahat Çehre'ye imreniyor.

Tüm bu ölümcül (!) çelişkileri, derin meseleleri bırak, yine başta önerdiğimi uygula sevgili okuyucum. İyi yemek pişir, mutfağını renklendir, aman hareketi ihmal etme. Bir de büyük konuşma, sonra hiç ummadığın bir gariban besinden özür dilemek zorunda kalırsın! Bir şey değil, sana o nimeti karşılıksız sunan Allah'ın gücüne gider!

Canan ismini zikretmişken son sözü Ahmet Haşim'e bırakalım, bakalım Canan nerelerde salınırmış: Cânân ki gündüzleri gelmez / Akşam görünür havz üzerinde. Orhan Veli de Ahmet Haşim'e nazire uçururcasına demiş ya: Cânân ki Degüstasyon'a gelmez / Balıkpazarı'na hiç gelmez. Şimdi size bir bilmece: Bu şiirlerin hangisinde Canan Karatay kastedilmektedir? İpucu: Orhan Veli'nin şiirinde adı geçen mekanlar içkilidir!

Sabahattin Ali'den bana kalanlar

Sabahattin Ali'yle tanışmam lise yıllarıma rastlar. Selim İleri'nin hazırladığı İlk Gençlik Çağına Öyküler (Yapı Kredi yay.) seçkisinde "Isıtmak İçin" öyküsünü bulmuştum sayfada. Arapsı isimli bir yazar ve o an için bana tuhaf gelmiş bir öykü adı... Edebiyat meraklıları bana hak verir mi bilmem; seçkiler bende hep buruk bir tat bırakır. Her biri apayrı bir âlem, hatta âlem içinde âlem olan yazarları, ozanları, düşün insanlarını bir dolmuşa balık istifi bindirip -istiap haddini bir hayli aşarak- varılacak istikamete son sürat ama sağ salim gitmeye çalışmak gibidir seçkilerden nasiplenmek. Yanlış anlaşılmasın; asla seçkilere karşı değilim. Hepsi hayra vesiledir, tadımlık da olsa yazarla okuyucuyu buluşturan hoş bir bahanedir. Elimizin altındaki tek bir kitap içinde o güzel kalem emekçilerinin başımıza taç olası satırları var, bundan daha büyük bir zenginlik düşünülebilir mi? Fakat ben sözgelişi gerçeküstücü bir yazardan toplumsal gerçekçi bir yazara hoplayıvermeyi garipserim. Sanki ne birinin, ne ötekinin hakkını tam verebilmişimdir. İşte Sabahattin Ali'yle ilk temasımız da böyle oldu diyebilirim. Aslında bu seçkiye teşekkür borçluyum; beni en sevdiğim yazarımla kucaklaştırdı. Kucaklaştırmasına da, o zaman için bana göre sayfasında okunma sırasını bekleyen herhangi biriydi. 

O kitapta Sabahattin Ali'nin öncesinde hangi yazarın öyküsünü okudum; hiç anımsayamıyorum. Sonrasında kimi okudum; onu da hiç bilmiyorum. Zaten öyküyü okuduktan sonra üzerime çöken ağırlığı neyle tarif etsem, neye benzetsem Sabahattin Ali'yi küçültmek ve onun yanında küçülmek olur diye düşünüyorum. Kapkara bir yoksulluk ve hastalığa tanık olmuş bir karakterin ağzından, birinci tekil kişi dilinden anlatılıyordu öykü. Hep düşünmüşümdür, acaba o kişi Sabahattin Ali'nin kendisi miydi diye?

Takip eden yıllarda Sabahattin Ali'nin -İçimizdeki Şeytan'dan başlayarak- romanlarını, öykülerini, düzyazılarını ve şiirlerini okudum. Okuduklarımdan uzun uzun bahsedecek kadar konuyu esnetip tadını kaçırmak istemiyorum; fakat bir okur bencilliğiyle yaşadığım bir acıyı aktarmadan geçemeyeceğim. (Bilmeyen okuyucum için anımsatayım: Sabahattin Ali'nin zaten çileyle, hapisle, sürgünle, ayrılışlarla dikenlenmiş yaşamı çok kahredici bir biçimde sonlanmıştır. Kahpece, kalleşçe dövülerek, işkence edilerek öldürülmüştür Kırklareli'nden sınırı geçmeye çalışırken. O güzel bedeninin mezarı yoktur, yalnızca onun şiirinden bir dizenin yazıldığı bir kaya parçası vardır katledildiği Istıranca Dağları'ndaki ormanda: "Benim Meskenim Dağlardır")

Ne diyorduk, bir okurun bencil acısı... Ölmeden önce son yazdıklarının toplandığı, yani terekesinden çıkanların derlendiği "Çakıcı'nın İlk Kurşunu: Tereke" adlı kitabında bitmesin diye neredeyse yudumlayarak okuduğum bir öyküde, yani başlığıyla kurgusunun görünürde hiçbir ilgisi olmayan "Barsak" öyküsünde kahrettim hazin ölümüne. Öykü, sonunun öyle merak edilesi bir yerinde yarım kalmıştı ki! Bir yitik ülke şarkısı gibi, tamamlanamamış... Masum bir ıslık çalarken nereden savrulduğu belli olmayan bir yumruğu ağzının ortasına yiyip kan fışkırmak gibi... Ve bu yarım kalan öyküyü okuyan öfkeli okurun havaya bağırıp çağırması, sövmesi. Nafile isyan! 

Her ne kadar o yarım kalan öykünün hakkı için üzülsem de, beni tek teselli eden, onun üretken ve yaratıcı bir yazar oluşu. 41 yaş gibi çok genç sayılabilecek bir çağda öldürülmesine karşın özellikle öyküleri defalarca okunacak kalibrede. Epey sinematografik özellikler taşıyor satırları; görsellikle yüklü benzetimleri öykülerin kurgusunun adeta lokomotifi ve okurları bunaltacak yoğunlukta, ağırlıkta akmıyor. Öyküleme ve betimlemenin uyumlu sarmalında süratle sona ilerliyor okur ve o son mutlaka şaşırtıyor, çarpıyor, sarsıyor. İşte Sabahattin Ali'yi bana göre Türk öykücülüğünün abidelerinden biri yapan budur! Kısa öykü, yazınsal türler içinde şiirden sonraki en zor tür olarak nitelendirilebilecekken, bir de onun sonunu bağlayabilmenin ne çetin iş olduğunu tahmin etmek güç değil. Türk edebiyatında "Sabahattin Ali finali" diye bir sınıflandırma olmasa da bana göre var! 



***

Sabahattin Ali'nin en sevdiğim cümlesi ise bir söyleşiden: Soru: Edebiyata nasıl başladınız? Cevap: Kitap okuyarak. İlk duyulduğunda çok bilmiş bir edayla tınılasa da bu söz, kendine dönüp soruyor insan: Başka nasıl başlanır ki edebiyata?


***

Yaşamöyküsünün anlatıldığı "Başın Öne Eğilmesin" de ne tatlı bir kitaptır! Hıfzı Topuz'un da yarenlik etmediği edebiyatçı kalmamış mübarek! Nasıl kıskançlıkla okudum o kitabı. Sabahattin Ali meğer ne komik adammış; espriler, taklitler hiç eksik olmazmış onun sohbetinden. Oysa yazdıklarında acıdan, zulümden geçilmez. Laf aramızda biraz çapkınmış ya, ben Hıfzı Topuz'un yalancısıyım!

Yaşamöyküsünden söz etmişken, "Benim Meskenim Dağlardır" oyununu izlemiştim Ankara'da yıllar önce. Ankara Sanat Tiyatrosu'nda (AST) sahnelenen oyunda Sabahattin Ali'yi Rutkay Aziz canlandırmıştı. Rutkay Aziz'in oyunculuğu benim gönlümdeki Sabahattin Ali'ye karşılık gelmemişse de oyunun dramaturjisini beğenmiştim. Sabahattin Ali'nin öyküleri ile yaşamından kesitlerin ustaca harmanlandığı bir oyundu. Ve sonunda Sezen Aksu'nun sesinden "Benim Meskenim Dağlardır" şarkısıyla kararan ışıklar ve alkışlar... AST'a yolu düşenler bilirler; sahnesi küçücüktür ve oyuncularla seyirciler iç içedir orada. Ben de nasıl derinimde hissetmişsem oyunu, hem ağlayıp hem patır patır ayakta alkışlamıştım da, oyuncuların bazıları seyircilere selam verirken bana bakakalmıştı. Gelgeç bir hüzün sağanağı değildi benim yaşadığım; Sabahattin Ali'nin aydınlatılamamış ölümü hâlâ beni üzer. Onun öldürülüşü, bir süre sonra Türkiye'nin bir geleneği haline gelecek olan faili meçhul cinayetlerin de habercisidir. Bu ülkenin yüzlerce düşünen, üreten insanın kıyımının habercisi...


***

Son yıllarda çok satanlar listesinde yine onun bir yapıtı, "Kürk Mantolu Madonna" var. Ne mutlu, binlerce insan onu öğreniyor, onun incelikli satırlarında aşkı ve dünyayı yeniden keşfe çıkıyor. Çarçabuk tüketmeye alışmış zihinler, bu satırların acıların imbiğinden geçerek yazıldığının farkındalığıyla, saygıyla yaklaşırlar yazılanlara diye umuyorum. 



***
Sabahattin Ali

Yukarıdaki fotoğraf yazarın bir sürelik zorunlu ikâmetgahı olan Sinop Cezaevi'nde çekildi. Şimdi yalnızca turistik amaçlara hizmet etse de, yazarımıza "Burada çiçekler açmıyor / Kuşlar süzülüp uçmuyor / Yıldızlar ışık saçmıyor / Geçmiyor günler geçmiyor" dizelerini yazdırtan kasvetteki hapishanedir burası. "Başın öne eğilmesin" dedirten de...

Bu duvarlar arasında ömrünün en güzel zamanları lime lime edilen Sabahattin Ali ödünsüz duruşuyla da "aydın" sıfatını onuruyla taşıyandır. 1947'de attığı şu çığlık bugün bile bir manifesto, bir meydan okuyuştur namus kalesinin burçlarından namussuzların suratına korkusuzca fırlatılmış...

"Namuslu olmak ne zor şeymiş meğer! Bir gün Almanların pabucunu yalayan, ertesi gün İngilizlere takla atan, daha ertesi gün de Amerika'ya kavuk sallayan soysuzlar gibi olmak istemedik. Yalnız ve yalnız bir tek milletin önünde secdeye vardık. O da kendi cefakeş milletimizdir. 

Meğer ne büyük günah işlemişiz! Kanunlu, kanunsuz baskılar altında ezile ezile pestile döndük.

Bugünün itibarlı kişileri gibi, kese doldurmadık, makam peşinde koşmadık. İç ve dış bankalara para yatırmak, han, apartman sahibi olmak, sağdan soldan vurmak ve milleti kasıp kavurmak emellerine kapılmadık. Bütün kavgamızda kendimiz için hiçbir şey istemedik. Yalnız ve yalnız, bu yurdun bütün yükünü omuzlarında taşıyan milyonlarca insanın derdine derman olacak yolları araştırmak istedik. 

Bu ne affedilmez suçmuş meğer! Neredeyse, yoldan geçerken mide uşakları arkamızdan bağıracaklar: "Görüyor musun şu haini! İlle namuslu kalmak istiyor ve ahengimizi bozuyor..."

Çalmadan, çırpmadan, bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi?

Namuslu olmak ne zor şeymiş meğer! Bereket, zora katlanmasını bilen millet de namuslu."

15 Ağustos 2015 Cumartesi

BABAMA

“Ölmeden önce okunacak kitaplar”, “Ölmeden önce izlenecek 100 film”, “Ölmeden önce gidilecek tatil beldeleri”… Bir yandan “carpe diem”in altını çizerken öte yandan hınzırca anımsatır gelip geçici, konup göçücü olduğunu insanın. Ben de, bir tuhaf Havva kızı, ölmeden önce yazılacak 100 mektuba koşar adım gidiyorum! Bugüne değin pek çok kişiye mektup yazdım; kendim, annem, dostlarım, sevdiğim yazarlar, yabancılar… Bu mektupların pek çoğu iletilmek amacıyla yazılmamıştı. İletilenler de “zaman bir ayrılık estirir de boğazımızda kalırsa sözlerimiz” tasasıyla iletildi. Yani dert, kadirşinas dosta söylenmeye niyetlenip de söylenememiş hiçbir söz bırakmamak. Hiçbir bahaneye sığınmaksızın. Mektuplar bu anlamda bana müthiş bir seçenek sunmuştur. Hissettiklerimin yoğunluğu karşısında “konuşma” eylemi bana hep aciz gelir, derleyip toparlayamam cümlelerimi, şiirlerden ve mecazdan mutlaka güç almam gerekir. İsterim ki bana mektup yazdırtacak ve bu mektuba ciddi anlamda vakit ve emek harcatacak kadar benim nazarımda kıymetli bir insan kıymetinin farkında olsun. Ve bu farkındalık, ona benim söyleyişimin özgeliğiyle ve sevdiğim şairlerin ölümsüz dizeleriyle kalbine yürüsün. Kısacası, Sevgi’nin penceresinden bir gül atılmış olsun bu insana. Yavan, gündelik bir dilin değil; edebiyatın ve kısıtlı da olsa deneyimlerimin ve gözlemlerimin ışığını sızdırdığı bir pencereden…

Hep niyetlenip de bir türlü yazamadığım bir insan var. Bunca yıl yazamayışımın nedeni “en güzel ve en soylu biçimde içimdekileri nasıl dışa vururum” çengeline takılıp kalmak. Fakat artık yeter! Çıplak ölüm gerçeği burnumuzun dibindeyken hangi soyluluktan bahsediyorum ki? Muhatabı bir an önce duymadıktan sonra ne hükmü kalır söz sanatlarının şahikasına kanatlanmanın?

Muhatabım: Babam. Tanıdığım kadar yakın ve dost, tanımadığım kadar yâd el, babam. Sana dair düşündüklerim nedense belli belirsiz bir hüzünde yol bulur. Neyin hüznü hiç çözemedim; bir gün eninde sonunda ayrılacak olmamızın hüznü mü, yoksa sulugözlülüğümün bana kestiği fatura mı?

Hiç kimse babasını seçmemiştir, ama herkes babasına nasıl evlat olacağını belirlemiştir. Ben sana nasıl bir “evlat” oldum, bunun muhasebesini sen yapacaksın. Ama ben bir “evlat”tan öte olduğumu hep hissettim senin yanında. Sen benim vazgeçilmez yol arkadaşımdın her anlamda: Otobüslerde, trenlerde, illerde, istasyonlarda yanımda sen vardın, kendime ulaşmaya çalışırken kaybolduğum yollarda da. Şu dünyada varoluşunun hikmeti üzerine kafa yormuş milyonlarca insan gibi ben de varoluşumun sırrı üzerine fazladan bir soru sorduysam ve fazladan bir ışık yandıysa içimde, bu senin eserindir. Eserinle ne kadar gurur duyarsın onu bilemiyorum; zira soru sordukça acılar azalmıyor, daha da şiddetlenerek artıyor.

Rahatsızlığım da bir yolculuğa dönüştü zamanla ve bu mücadeleyle dolu yolun en başında yine sen vardın. Her gelişmeden, geri gidişten, çelişkiden haberdar oldun ve elimi umutla tuttun. Ne ilginçtir, ikimiz de bıkıp usanmadık umut etmekten ve hep kesin çözümler bekledik şundan bundan çocukça. Sevinçlerimiz ve hayal kırıklıklarımızın kesiştiği kavşaklardı muayene odaları, bekleme salonları… Geriye dönüp bakıyorum da, o ruhsuz, karın ağrısı veren odalardaki tedavi öncesi sohbetlerimiz benim şifammış. Bana söylediklerin, bir türlü düzelmeyen ruh hâlime gıda takviyesiymiş.

Beckett –şu körolası Godot’yu bizlere bekletip duran adam- buyurmuş ya: “Hep denedin, hep yenildin. Olsun. Yine dene, yine yenil. Daha iyi yenil.” Biz de baba-kız ne güzel, ne görkemli yenildik be! Ben yine tamamen iyileşemedim, yine sıkıntılarım var, sana yine gel dediğimde gelirsin hiç şikâyetsiz. Birbirimizi ve mağlubiyetlerimizi “yine”liyoruz boyuna. Olsun. En güzel şarkıların yolu bu sonu gelmez tekrarlardan geçiyor: “Yine bana hüsran bana yine hasret var / Yine bana esmer günler düştü”.

Bu şarkı gibi “Hah, işte budur bizim şarkımız” dediğimiz bir şarkı, türkü ya da ezgimiz olmadı hiç seninle. Bunun üzerine de düşünmedik. Gerek duymadık belki de. Yalnız sen benden daima mutluluğu seslendirmemi istedin. “Benim sizden tek isteğim mutlu olmanız”dı senin şarkın. Bilmiyorum bunu ne kadar başarabildim; hâlâ bata çıka yürüyorum yollarda. Ama en güzel tarafı neydi bu şarkının biliyor musun? Kimseden alkış beklemeksizin şarkını söylemek. Başkalarının övgüleri, öğretmenlerin verdiği notlar, protokol düşkünlerinin biçecekleri payeler, bâtından yüz çevirip zâhire aldanmayı seçenlerin bilumum takdirleri, teşekkürleri, sertifikaları sana vız gelir tırıs giderdi. Ne mutlu bir çocukluk yaşamışım ki ben kimseyle kıyaslanmadım; daha akıllı, daha başarılı, daha parmakla gösterilen olayım diye ittirilmedim asla! Gözyaşlarımla, küçük zaferlerimle, hüzünlerimle, adımla sanımla bendim yalnızca. Ben kaldım, ben olabildim. O yüzden baba, benim en büyük zaferim sana yalan söylememek oldu. Ağlaya zırlaya da, güle oynaya da olsa hep doğrularımı duydun benden. Onlar sana yanlış gelse de gelmese de, Sevgi’nin doğrularını duydun.

Atışmalarımız da olmadı değil. Bazen çok gıcık olmayı becerebiliyorsun, hem de şeytanca, sırtlanca bir boyutta! Küçük oyunlarla tezgâhına düşen gafilleri kapı arkasından ellerini ovuşturarak izlersin. Koyu ketumluğun da cabası. Sustun mu kemiksiz susarsın. Gömülürsün kendi derinlerine. Annemin dediği üzere: “Karardıkça kararırsın”. Kimi zaman da kaskatı iraden dikilir karşımıza. Hiçbir kurşun bu duvarda delik açamaz; hiç kimse –Allah kelamını da sırtlanıp gelse- sana zorla bir şey yaptıramaz. Aramızda kalsın: Benim eski tüfek devrimci yol arkadaşıma böyle efelenmek, çalım atmak yaraşır; kulak asma!

Mektubumda sona yaklaşmanın mahzunluğuyla gelen bir tamamlanmamışlık hissi var. Oysa sana söylenecek ne çok şiir, ne çok söz, ne çok şarkı var daha bu gök kubbenin altında. Onları da bir sonraki mektuba mı saklasam? O zaman da diğer mektup yazdığım sevdiklerime haksızlık olur. Onlara birer mektup, sana..? Pek adil değil mi ne? En azından şu mektupta söylenememiş, yarım bırakılmış her sözümün esrarını barındıran bir cümleyle, senin bana en son söylediğinle sana ses vereyim buradan:

Sevgili yol arkadaşım, sırdaşım, dert ve muhabbet ortağım, ilk öğretmenim babam,
“Sen ne yaparsan yap, ben senin yanındayım!”


14 Ağustos 2015 Cuma

Cevizsiz bir ceviz ağacı

Cevizsiz bir ceviz ağacı
İşbu fotoğraf, gölgesinde doğayı dinlediğimiz ve dinlendiğimiz ceviz ağacımıza ait. Nazım Hikmet'ten esinlenerek "Ben bir ceviz ağacıyım Oluklu köyünde" diyebiliriz onun için. Meyve veren ağaç taşlanırmış ya, bu arkadaş hiç meyve vermediği için taşlanmaktan kurtuluyor ve boy verebildiği, serpilebildiği kadar serpiliyor. Adının hakkını vermiyor, ceviz sunmuyor bizlere; ama iyi bir dinleyici ve sırdaştır. Fitneyle işi olmaz, kimseye laf taşımaz. İnsanlarla ilişkilerinde de daima güzel bir mesafe tutturmuştur. Sözgelimi, çatal gövdesini kucaklamanıza izin verir; fakat kendisinden aynı hareketi beklemeyin. Gölgesine masa kurup yemeğinizi rahatlıkla yiyebilirsiniz; ancak evin kızı gibi yemek servisine katılmasını ummak saflık olur. Bahçemizin vakur hanımefendisine asil susmalar, koyu yeşil karanlıklar yakışır ancak...

10 Ağustos 2015 Pazartesi

Başarılı bir hayat nedir?

"Başarılı bir hayat, kişinin arzularına uygun sürdürdüğü, daima kendi değerleriyle uyum içinde hareket ettiği, yaptığı şeye elinden gelenin en iyisini kattığı, olduğu haliyle uyum içinde yaşadığı bir hayattır. Ve mümkünse, kendimizi aşma fırsatını elde ettiğimiz, kendimizden başka bir şeye kendimizi adadığımız ve insanlığa çok mütevazı da olsa, küçücük bir şey de olsa bir şey kattığımız bir hayattır. Rüzgara bırakılmış küçücük bir kuş tüyü. Başkalarına bir gülümseyiş."

Laurent Gounelle - Mutlu Olmak İsteyen Adam

9 Ağustos 2015 Pazar

Fikret Otyam'ın ardından...

Kara gözlü ceylan hüzünlü Anadolu kadınlarının ölümsüz resmedicisi.
Fırçası güzel, kalemi güzel, apaydınlık ressam, yazar Fikret Otyam.
Susmaz ışıklar bıraktın bu diyarın tualine.
Seni de ışıklar kuşatsın ötelerde.
Ve gittiğin yerde Çukurova'nın destancısına da selamımızı söyle...

8 Ağustos 2015 Cumartesi

Zıvana

Bozüyük’te bir meslek lisesinde öğretmenlik yaparken öğrencilerime Boney M.’in “One Way Ticket”ını dinletmiştim. O vakitler kolbastı yeni tutulmuştu; insanlar kudururcasına kolbastı marifetlerini sergiliyorlardı. Haliyle benim öğrencilerin de onlardan pek aşağı kalır yanı yoktu! Hatta işi One Way Ticket’la kolbastı oynamaya kadar götürdüler! Pek de keyif aldılar bundan benim tatlı yaramazlarım. Hayat hepimizi bir yana savurdu, nerelerdedir bu şımarıklar ve acaba bu fırlama danslarını hatırlıyorlar mı benim gibi?

Bahsettiğim şarkıyı beklentimin çok ötesinde karşılayıp bir de üstüne kolbastıyla okul ortamını tere, toza ve gümbürtüye boğunca öğrencilerim, içimden şunu geçirdim: “Eyvah, zıvanadan çıktılar!” Halbuki bu, bir öğretmenin gurur tablosu olmalıydı. Kimseye zarar vermeksizin, öğrencilerini demode bir şarkıyla bile doyasıya eğlendiren, onlara okulun boğuntusunu birkaç dakikalığına da olsa unutturabilen bir öğretmendim ben.

O çocuklar en delişmen çağlarındaydı, delirme ve zıvanadan çıkma haklarını fırsat buldukları an sonuna kadar kullanmayıp ne yapacaklardı? Bu zıpçıktı şarkı üzerine derin tefekkür âlemine mi dalacaklardı? Şimdi zaman durdurulsa, onlara ikinci bir an yaratılsa ve bu kez yetişkin halleriyle aynı şarkı eşliğinde kolbastı oynamaları teklif edilse kaçı buna can-ı gönülden katılır?

Soruyu kendimize de soralım: Hadi zıvanadan çıkalım desek, kaçımız buna bir an bile tereddüt etmeden “hay hay” diyecektir? “Yetişkin” ve “ağır ol molla desinler” kozamızı yırtmak o denli kolay mı gerçekten? Sözümona eğlendiğimiz düğünlerde oynarken bile etrafımızla öylesine meşgulüz ki… Hiç umursamayanlar da var, ne imrenirim onlara! Bir düğünde yan masada oturan tanımadığım bir çift atıştılar, tartıştılar harıl harıl. Derken müzik başladı, bir de baktım bizim çiftimiz tombul göbeklerini tokuştura tokuştura, döne döne oynuyor pistte. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu demeyin! Kavgalarını kıyasıya yaptılar, motorun hararetini söndürdüler, oyun havasıyla coşarak da arabayı bir temiz yıkadılar! Ortalık gül gülistan, zehir her şekilde akıtıldı çünkü. İşte budur zıvanadan çıkmak ve her insan için ekmek gibi, su gibi elzemdir.

Zıvanadan çıkma hali, kanımca en insan ve en tatlı-taşkın halimizdir. Herkeste farklı renge bürünmesi de ayrı bir güzelliği. İnsanoğlu 24 saat usturuplu olamaz, olmamalıdır, böyle yaratılmamıştır ki zaten! Kaslar, kemikler hareket ister; kulağın notalarla hep pası alınacak; göz güzelliklerle yıkanacak. Rahmetli dedem kavganın lezzetini severdi, çok susunca “dilim kaşınıyor” derdi; dil de öyle, sohbetle, kahkahayla, şarkıyla, türküyle şevke gelecek ve şenlenecek.

Sevdiğim birinden kazık mı yedim, zıvanadan çıkma hallerimden biri bağıra çağıra türkü söylemektir: “Şu ellerin taşı hiç bana değmez / İlle dostun bir tek gülü yaralar beni”. (Pir Sultan Abdal da zıvanadan çıkmasaydı nasıl yağdırabilirdi ki bu dizeleri başımızdan aşağı? Gerçi bu dizelerin yürek dağlayan hikayesi bambaşka bir yazının konusudur.) Yoga da sessiz sedasız zıvanadan çıkarır beni; ıkına sıkına ve kan ter içinde duruşları başarmaya çalışırken ve her geçen gün duruşlarımın biraz daha esnek ve estetik hale gelmesi için uğraşırken bazen gözlerimden ateş fışkırır ve bulutlara karışacağımı zannederim. Sınırlarıma amansız bir meydan okuyuştur bu, fakat aynı zamanda bir ibadet huşusunu en derinimde duyarım. Canım acır, etim sancır, sabrım tükenir; ancak dervişane bir ses kulağıma sokulur: “Sen daha iyisini yapabilmek için yaratıldın!” 

Kendisi zıvanadan çıkmayı beceremeyip başkalarına dudak bükenlere hem kızarım, hem acırım. Zavallıdır onlar, nasipsizdir! Tutkusuz, yaşayan ölüden farksız, canlı cenazedir! Daha da kötüsü, bu kadar ışıksız, renksiz, yarasa tadında bir hayatı bize dayatmaya kalkan yöneticiler en tehlikelisidir! “Herkes benim buyurduğum üzere yaşayacak!” Emriniz olur! Kimse dırdır etmesin, herkes öfkesini bastırsın, kimse şiir yazmasın duvarlara, şarkı söylemesin, dostlarla birlikte demlenmesin, yemeğini yiyen sofradan kalksın! Yeryüzü senin sığlığına sığacak kadar küçük müdür? Milyonlarca insan var, milyonlarca gerçeklik ve milyonlarca farklı biçimde zıvanadan çıkma ihtiyacı… Kalemiyle delirmek isteyen kalemiyle delirsin, dans etmek isteyen kızlı erkekli dans etsin, hoplasın, zıplasın.

Okullarımızın hal-i pür melaline bakınız! Çocuklarımızın koşup oynaması için doğru dürüst bahçesi yok; beton satıh, iki şıpınişi basket potası… Kartondan çiçekleri okul panosuna ya da camlara yapıştırınca ortalık çiçek bahçesine dönüyor, yersen! Ders programı zaten iyice faciaya döndü, sanki mevlithan yetiştireceğiz. Uzayın çılgın derinliklerinin heyecanını, müziğin insanları birleştirici ve kutsayıcı gücünü, matematiğin şaşmaz aklını, plastik sanatların algımızı açmasını, kısacası eğitimin tüm coşkusunu terk ettik, kuru dal yetiştiriyoruz okullarda. Aman olur da filiz verirse diyerek iyice budamayı da ihmal etmeden!

Kütükler memleketi! Bedeni kütük, çünkü spor yapamıyor. Şehirlerde farklı dallarda adamakıllı spor yapılacak alanlar az, son zamanlarda belediyelerin akıl ettiği, parklardaki alet edevatı saymazsak. Zihni kütük, çünkü diploması olsa bile eğitilmemiş, yontulmamış. Yaşlanır; kendisi gibi hantal kalmayan, işe koşan, hayatın tadını çıkaran, rengârenk giyinen yaşlıya taş atar. Ölür; yatar bir kuru taşın altında. Onun için çok şey değişmedi aslında, yaşarken neyse öldüğünde de o! Hayata kendi rengini katamadan, kendini seslendiremeden sessizliğe gömüldü.

Bir de tutturmazlar mı, paramız yok, zamanımız yok böyle şeylere diye! Şarkı söylemek, ıslık çalmak ücretli midir? Resim yapmak ne kadar zaman alır internete, televizyona israf edilen zamanla karşılaştırınca? Bu sorulara herkes kendince yanıt verir, fakat diyorum ki, arada sırada bu sıkışıklıkta bize özgü boşluklar yaratalım, zıvanadan çıkacağımız anların tadını çıkaralım. Çıkaralım ki, bu kadar hava kirliliğinin olduğu dünyada oksijen çadırımız olsun bizim…

6 Ağustos 2015 Perşembe

Azıcık aşım felsefesiz başım

Üniversitede okurken “Temel Sanat Kavramları” dersini aldığım –kulakları çınlasın- Ahmet Cemal hocamın alışageldiğimiz bir söz kalıbına itirazı vardı: “İbrahim Tatlıses’ten tutun sokaktaki adama kadar herkes ‘Benim felsefem…’ diye söze başlıyor; oysa kişiden kişiye değişen şeyler felsefe değil, görüştür. Bizim toplumumuz gibi sistematik felsefi üretim bulunmayan toplumlarda ancak atasözü üretilir.” Sevgili hocam, bırakın üretimini, temel eğitimini bile veremiyoruz daha! Benim gibi biraz mürekkep yalamışı bile geriye dönüp baktığında bunun hazin boşluğunu öylesine duyuyor ki! İlkokulda “Hayat Bilgisi”nde öğrendiklerimiz kışın sobalar kurulur, yazın biber kurutulur türünden sorgulanmasına izin verilmeyen geleneklere ilişkin bilgilerden ibaretti. Lisede aldığımız felsefe dersleri ise –izm’ler silsilesinin ezberinden öteye geçmiyordu. Zaten üniversite sınavlarına hazırlanan öğrencilerin felsefe derslerinden tek muradı, yalayıp yuttuğu –izm’lerle sınavda bir soru fazladan yanıtlayıp puan sıralamasında rakiplerinin önüne geçmekti. İngilizce öğretmenliği bölümüne geçtiğimde ne seçmeli, ne zorunlu bir felsefe dersi seçeneği sunuldu. Geleceğin öğretmenleri soru sorma ve dolayısıyla öğrencilerine soru sordurma becerisinden mahrumdu, gerçi ne gam, hangi devletlû ister ki sorgulayan öğretmen ve öğrencileri bu düzende!

Şimdi bu eksiği kapatayım diyorum, olmuyor. Nereden başlasam, kime danışsam? Çocuklar için hazırlanmış “Çıtır çıtır felsefe” dizisi var, fakat onlar için de fazla kartlaştık! Birkaç yıl önce derdime deva olur diye Afşar Timuçin’in “Gençler için Felsefe Tarihi” kitabını edindim, hem felsefe hem gençlik aşısı olur ümidiyle. Fakat heyhat! Birincisi, kitap yalnızca batı felsefesi odaklı, doğunun ışığından mahrum. İkincisi, yüzyılların filozoflarını kitaba sığdırmaya çalışınca ortaya özetin özeti, tavşanın suyunun suyu bilgi parçaları çıkıyor. Yani kendi trajedimin yansımasını gördüm kitapta. Benim felsefi birikimim de kısa yaşamöyküsü bilgileri, magazin boyutunu geçemedi ya bir türlü! Kim nerede doğmuş, nerede ölmüş… Varoluşçuluğun Âdem ile Havva’sı Sartre ve Simone de Beauvoir ilişkisi serbest aşkmış, birbirlerini aldatır ama yine birbirlerine dönermiş. (Adamlar varoluşçu kardeşim, aşktan çöllere düşüp şark çıbanı gibi acılar çekecek değiller ya!) Heidegger ve Kierkegaard’a ilişkin tek bildiğim isimlerinin zor olduğu. Ya korkunç bıyıklı Nietzsche’ye ne buyurmalı? Her yazdığımda "bu kez öğrendim" dediğim adını bir türlü kopya çekmeden kâğıda dökemeyişime mi yanayım, zorlana zorlana okuduğum “Böyle Buyurdu Zerdüşt”ten bana geriye bir toz bulutundan gayrı bir şey kalmamasına mı? Kaldı ki, pek çok Nietzscheseverin bilgisi bile t-shirtlere bastırılan “Tanrı öldü” sloganından ibaret olmalı. Komünist partiler ve muhterem kapitalist düzenimizin arada depreşen ekonomik krizleri de olmasa Marx’ın adını anan yok, bırakın kankası Engels’i anımsamayı. Kant’a henüz bulaşmadım; kaynaklar epey korkuttu gözümü, zor adammış vesselam. “I can’t” deyip geçiyorum. Habermas, Allah uzun ömürler versin, arada gazetede filan ismini okumuşluğum var, ama çok da haberdar değilim düşüncelerinden. Ha bir de Spinoza vardı değil mi? Onu da üniversitede tiyatro kulübündeyken sahneye koyduğumuz Çehov’un tek perdelik “Düğün” adlı kısa oyunundaki komik bir replikle yâd ediyorum: “Ben Spinoza mıyım ki ayaklarımla halka yapayım?”

Adını burada saydığım ve saymadığım tüm filozof ve düşünürlere selam olsun, hepsi mübarek ve eli öpülesi zatlar, amenna! Ancak o kadar didinmeme rağmen niye bu insanların yazdıklarını okurken suratsız ve huysuz ihtiyarların huzuruna varmış gibi hissediyorum? Niye onların sohbetlerinden feyz alamıyorum, niye yaşamıma geçiremiyorum? “Vay be, adam ne aforizmalar savurmuş!”un ötesinde olmalı felsefi okumalar. Felsefeye dair okuduklarım bende sorgulayıcı birikim oluşturdu mu, bundan inanın hiç emin değilim. Bir mizah dergisinde (Uykusuz’du sanırım) adını hatırlayamadığım bir yazar mitoloji okumalarından dem vururken o da bir türlü bunları kendine katamadığını, mitolojik kahramanlar ve hikâyelerinin terle, dışkıyla bir şekilde vücuttan atıldığını söylemişti. Neyse bu da bir gelişme tabi, bu kavurucu cehennem sıcaklarında leş gibi ter kokacağına, Afrodit gibi kokmak evlâdır!

Felsefe konusunda kendimden emin olamayışımın yol açtığı, hatırladıkça içimi sızlatan bir anım vardır. ODTÜ’de yüksek lisans eğitimi alırken felsefe bölümü başkanı Ahmet İnam hocayı kampüste alışveriş yaparken görmüştüm. Ahmet İnam hoca ki, gönül erbabı, dünya tatlısı bir insan. Televizyondaki sohbetlerini ve sohbet tadındaki yazılarını hep hayranlıkla takip etmişimdir. Kampüste uzaktan gördüğüm o an hocanın eline sarılıp, kendimi tanıtıp “Hocam ben bir kere de olsa dersinizden, o güzel sohbetinizden nasiplenmek istiyorum” diyemedim, o “yürekliliği” gösteremedim. O zaman için yüreklilikti bu, adamakıllı felsefe eğitimi almamış biri için büyük cesaretti. Şimdi zamanı geriye döndürmek ne mümkün! Ne ODTÜ var artık hayatımda, ne de Ahmet hocanın dersine girme hayali. Şimdiki felsefi birikimim o zamankinden pek de farklı değil; fakat şimdiki aklım olsa durum bambaşka olurdu. Kendim için o tarihi fırsatın kaçmasına göz yumar mıydım?

Ahmet hoca kadar olmasa da, sevdiğin ve saydığın bir felsefe insanı hiç mi yok çağlar boyunca gelip geçmiş bunca değer arasında diye soracak olursanız, var. Sokrates! Canımın içi Sokrates! Mesihvari bir kahramanlıkla o baldıran şerbetini nasıl da yuvarlayarak ölüme yürüdü başı dik, yalın ayak! Onun adına aktarılan anekdotlar birer şehir efsanesi adeta. Fikir doğurtması, ironisi, yargılandığı mahkemede (!) yaptığı savunma, yetiştirdiği öğrenciler… Toprağın bol olsun sevgili Sokrates, agoralardan hâlâ yankılanan bir cümlenle beni terbiye ettin ya, yetmez mi: “Bildiğim tek bir şey var, o da hiçbir şey bilmediğim!”. Felsefi kavramları derinliğine tartışamıyorum, yazılanlara kafam basmıyor; ancak bilmediğimin farkındalığıyla öğrenme susuzluğum hiç dinmiyor. Tevazu değil bahsettiğim, öğrenme kapılarını ardına kadar açık tutmak.

Olmaz ya, hadi olduğunu pembe gözlüklerimizi takarak bir an için varsayalım: Feleğin çemberinden geçmekle övünür pek çoğumuz; onun yerine felsefenin çemberinden geçseydi bu toplum, nasıl bir Türkiye çıkardı karşımıza? Dolu dolu bir felsefe eğitimi de şöyle dursun, yalnızca hiçbir şey bilmediğini bilen bireyler olsaydık kaldırımlar bile farklı döşenirdi! Abartılı bulabilirsiniz; fakat toplumun bütün katmanlarında ve tüm meslek gruplarında bunun yansımasını düşününce az bile söylediğimi göreceksiniz. Bu farkındalıktaki binlerce öğretmen, öğrenci, müzisyen, milletvekili, çiftçi, doktor, terzi, hukukçu, gazeteci neler katmazdı bu ülkeye? İslam üzerine bu farkındalıktaki bir müminin kıldığı namaz nasıl olurdu? Yazılan tezler, yapılan araştırmalar, televizyonlardaki tartışma programlarından tutun günlük sohbetlerdeki eleştirilerimize kadar sinmez miydi bir asalet, bir hakikat ve hakkaniyet arayışı? Ne dersiniz?

5 Ağustos 2015 Çarşamba

BİR AKL-I KEMAL GELMİŞ MEYDAN’E…

Yazı öncesi not: Bu eserle ilgili hiçbir inceleme ve eleştiri yazısı okunmamıştır. Herhangi bir benzerlik bulunursa bu tamamen rastlantısaldır.

Yazımın başlığını tuhaf bulabilirsiniz; ama yazana değil, yazdırana kulak verin! Bir kitaptan bahsetmek istiyorum; gerçi kitap demek biraz haksızlık olur sanki, adeta kitabevi. Yıllarca okunmuş, üzerine derin derin düşünülmüş, kalem oynatılmış sayısız kitaptan *mürekkep bir eser… Değerli yazar Sinan Meydan, beş ciltlik bu eserinde okumasevmez toplumumuza adeta karatahta başına geçerek ve tebeşir tozuna bulanarak “Atatürk’ün Akıllı Projeleri”ni tane tane anlatıyor. Bendeki kitap beş cildin tümünün bir arada toplandığı, ansiklopedi boyutundaki sürümü. Beş cildin birbirinden bağımsız görünen, ayrı ayrı olanları da var; ancak onlar bu yazının kapsamı dışındadır.

Bir kitabı elinize ilk aldığınızda ne yaparsınız? Kapağına bakarsınız değil mi? Ben de öyle yapacağım: Kapak, siyah zemin üzerine hüzünlü ama soylu, hepimizin aşina olduğu sarartılmış bir Atatürk fotoğrafını barındırıyor. Fotoğraf gözümüzün içine içine bakıyor. Biraz sonra bahsedeceğim içeriğiyle o denli uyumlu ki! Atatürk çağdaş kıyafetiyle var orada. Çizgili ve şık kravatı, apak gömleği ve ceketiyle… Kimilerinin yalnızca Trablusgarp’taki sakallı subaya indirgemeye çalışmasının aksine, zarif bir Cumhuriyet ve demokrasi insanı bakışlarını yöneltmiş bize. Fotoğrafın üzerine dev beyaz puntolarla kitabın ismi nakşedilmiş: “AKL-I KEMAL”. Altında da alt başlık “Atatürk’ün Akıllı Projeleri” ve yazarın adı soyadı. Çarpıcı ve dikkat çekici. Özellikle Akl-ı Kemal adının seçilmesi çok isabetli olmuş ve yazar bunu “Neden Akl-ı Kemal?” bölümünde açıklıyor.  

Kapağı çevirdiğinizde ipeksi kuşe kâğıda basılmış sayfada Polonyalı bir sanatçının 1924’te hazırladığı afiş gözü okşuyor: Genç ve üretken Cumhuriyet’in bir özeti gibi. Kitap için de geçerli aslında bu özet; önsöze gerek bırakmayacak denli yalın bir afiş. Sanatçının Polonyalı olması da Atatürk’ün evrenselliğinin inceden altını çiziyor.

Kısaltmalar ve içindekiler düzenli bir biçimde sıralanmış, özellikle içindekiler bölümü ana başlıklarla geçiştirilmemiş. Çok doğru buldum tüm alt başlıkların verilmesini; hepsi bir tez çalışmasını andırır titizlikte sunulmuş. Dizin ve kaynakça da aynı şekilde. Kitapta her bölüme ilişkin serpiştirilmiş fotoğrafların yanı sıra dizinin ardından gelen “İlk kez yayımlanan fotoğraflarla Cumhuriyet” bölümündeki fotoğraflar da insanı o siyah beyaz, başı dik günlere sürüklüyor. Seyircinin tüylerini diken diken eden bir filmin finalinde gözlerinin akan jeneriğe dalıp gitmesi gibi o son fotoğraflar insanı alıp götürüyor.

İçeriğe geçmeden önce tüm bu biçimsel özellikler üzerinde neden bu kadar duruyorum dersiniz? Çağımız görsellikten, imajdan ibaret diye söylenir dururuz; ama gelin bir de buna tersinden bakalım. Kapak tasarımı, fotoğraflar, kâğıt kalitesi, yazı puntosu, madde madde anlatımlar içeriği taçlandırmalıdır kanımca. Ortada bunca emek varken –hem yazar hem okur açısından- biraz dış görünüşe çekidüzen vermek ve onu içeriğe yaraşır hale getirmek önemlidir.

Tamam, Nasreddin Hoca misali “ye kürküm ye” deyip durma diyorsanız, kapısını açalım kitabın. Önsözde Atatürk’ün tüm projeleri listelenmiş ve çok kısa özetler halinde genel bir bakış sağlanmış. Projelerin adını burada tek tek zikretmeyeceğim, merak eden lütfen bir zahmet okusun. Ama şu kadarcık bir ipucu size: Hepsi Atatürk’ün ne denli çok yönlü, geniş ufuklu bir önder olduğunun somut kanıtı! Haydi birkaç anahtar kelime daha vereyim de merakınız katmerlensin: gizli geçiş, yeşil cennet, yüzen fuar, insanlık, dinde öze dönüş, ideal Cumhuriyet köyü, sosyal fabrikalar, çağdaş üniversite...

Önsözden sonraki Giriş bölümünün başlığı kitabın adeta besmelesi: “Cehalette boğulup sıtmadan ölmediysek eğer bunu O’na borçluyuz!” Bunu desteklemek amacıyla muazzam bir bilanço verilmiş; rakamlar, istatistikler, kaskatı gerçeklik anlayacağınız… Eğitimden sanayiye, sağlıktan kadınların seçme seçilme hakkına kadar. Kitabın 15 sayfalık bu bölümünü küçük bir kitapçık haline getirip her yerde dağıtmalı! Okullara, cami avlularına, üniversite kürsülerine, evlerin kapısına bırakmalı! Görsellerle destekleyerek elbet! Atatürk’e fütursuzca küfreden nice zırcahili bile gaflet uykusunda dürtecektir böylesi bir kitapçık.

Yine girişin devamı niteliğindeki bölümde Atatürk’ün akıllı projelerinin sırrı paylaşılmış okuyucuyla. İnanın hiç uzak bir sır değil bu bize. Hepimizin başarabileceği bir şey aslında. Atatürk’ün üstün başarılarının ardındaki dehası kuşkusuz Allah vergisi, fakat her başarısını bu dehaya havale etme kolaycılığımızdan sıyrılmak için bu sırra mutlaka ermek gerekiyor.

Girizgâhı oluşturan bu üç bölümden sonra yazar başlıyor: Proje 1, Proje 2, 3, 4, derken Proje 22 ile son buluyor. Ama ne son; Atatürk’ün tatlı bir düşü! Dünyanın şimdiki ahvalinin tam tersini düşünün, düşleyin. Güzel olan ne geldiyse aklınıza, inanın onunkine hiç uzak değil!

Tarihin tarihte bırakılmamış olması, kitabı güncel ve zamanın ihtiyaçlarına yanıt verir nitelikte kılıyor. Yani sorunlarımızın kaynağı olan yakın geçmişin ve günümüzün çapsız politika anlayışına sürekli dokunulmuş ve buna paralel olarak Atatürk’ün tam bağımsızlıktan yana düşünce ve eylemlerinin bugünkü sorunlara nasıl çözüm sunduğu işlenmiş. Ayrıca sıkça tekrarlanan temelsiz Atatürk düşmanı kimi görüşlere de yer verilmiş ve bunlar kaynaklara dayanarak çürütülmüş. Yine önceden de bahsettiğim gibi, her projenin anlatıldığı bölümde o projeye ilişkin fotoğraflar, örnek dergi sayfaları, çizimler ve yazışmalar sayfaları yavanlıktan kurtarıyor. Ve insan Atatürk… Sarı paşam… Öyle canlı, dokunaklı anılar aktarılmış ki, artık o benim gözümde soyut, robotsu bir kahraman değil; sıcacık Rumeli şivesiyle dile gelen bir tatlı insan. Sohbet insanı, coşku dolu eylem adamı, içten bir mümin, doğa tutkunu…

Aslına bakarsanız, Atatürk’le ilgili Nutuk’tan başlayarak birçok yapıt okudum ve ülkemdeki pek çok insana göre biraz daha sistematik bilgiye sahibim diyebilirim. O nedenle kitaptaki bilgilerin belki üçte ikisi benim gibiler için sürpriz olmayabilir. Fakat bu kitap herkesin kitaplığında mutlaka yer bulmalıdır diye düşünüyorum; zira Atatürk’ün bu ülkenin hayrına neler tasarladığını en derli toplu haliyle bu kitapta görebiliriz. Atatürk’ün sağlık, eğitim, tarım, kadın-erkek eşitliği vb. üzerine düşündüklerini farklı kaynaklara çok fazla dağılmadan, zamandan tasarruf ederek bu eserde rahatlıkla okuyabiliriz.

Kafamı kurcalayan birkaç nokta var, onları sorgulamadan geçemeyeceğim. Amacım kusur aramak değil; bunları bu müthiş eserin nazar boncuğu olarak varsayın! Öncelikle şu “proje” kavramı... Beni hep rahatsız etmiştir. Kaldı ki üniversitede, eğitim camiasında yıllardır emek harcayan bir insanım ve etrafımız projeden geçilmiyor. Fakat ne hikmetse, “proje” bana hep sevimsiz, liboş çağrışımlar yapar, Turgut Özal’ın “İcraatın İçinden” programında gözümüze sokarcasına uzattığı kalemini anımsatır. Kanal İstanbul Projesi, Büyük Ortadoğu Projesi de birer proje değil mi? Ne olmalıydı bunun yerine acaba? “İş”? Olmaz. Atatürk gibi bir heyecan adamına 9-5 rutinini fısıldayan bir kelime yakışmaz. “Devrim”? O da olmaz; çünkü bazı projeler yalnızca düşüncede kaldı, gerçekleşemedi. Ya “tasarı”? Cuk oturmaz mıydı? Atatürk gibi bir Türkçe sevdalısının yanında bu sözcük daha güzel durmaz mıydı? Belki de yazar, bugünün insanına onun dilinden seslenmek için “proje”yi kullanmayı tercih etmiştir, kim bilir?

Ayrıca bir kronolojik karmaşa gözüme çarptı: “Çağdaş Türkiye”nin ve “Ulus Devlet”in anlatıldığı bölümler var. Ardından Balkan Savaşları’yla ilgili bir bölüm, ordu-siyaset ilişkisi derken birdenbire sporla ilgili projelere atlıyoruz. O bölüm bitiyor, o da nesi, Anadolu’nun işgaline gerisin geri dönüyoruz. Mantığını anlayamadım bunun, projeler Cumhuriyet öncesi ve sonrası olarak ayrılsa daha mı iyi olurdu?

Son olarak, kitabın bazı yerlerinde Atatürk’ün sözlerindeki haklılık payı yazar tarafından üstüne basa basa vurgulanıyor “Atatürk çok haklıdır” türünde cümlelerle. Bunlara gerçekten gerek var mı Sinan hocam? Okurunuza güvenin lütfen, bırakın o tasdik etsin Atatürk’ün haklılığını. Zaten bu kitabın hakkını verecek olan okur, böyle cümlelere gerek duymadan da yapar bu işi. Gerçi bir eğitimci olarak yazarımızın yerine kendimi koyunca titizliğini anlayabiliyorum; istiyor ki tüm taşlar yerine otursun, eksik gedik kalmasın, bu kutsal emanete sadık kalınsın. Ancak siz istediğiniz kadar büyük harflerle yazın, kalın çizgilerle çizin, anlamayana davul zurna az! Şaşı bakanlar yine çarpıtır çarpıtabildiği ölçüde!

İncelememi burada sonlandırırken Sinan Meydan’a bu başyapıtı için şükranlarımı sunuyorum. Kütüphanelerimizin büyük bir eksiği giderildi; çocuklarımıza ve torunlarımıza gönül rahatlığıyla armağan edebileceğimiz bir Atatürk abidesi var artık elimizde. 30 ciltlik “Atatürk’ün Bütün Eserleri” setinin yanına yakışan bir eser. İtiraf edeyim, benim gibi 30 cildi okumaya üşenenler için de kısmen bir kurtarıcı!

Sevgili okuyucum, bu kitabı kendine hediye et lütfen! Atatürk’e bir nebze olsun yaklaşabilmek için oku! Ve hayret et, eleştir, sevgi duy, hayal kur, ne dilersen onu bul bu kitapta! Benden sana son bir kıyak daha: Böylesine doyurucu ziyafetin üstüne Haldun Taner’in “Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu” eserindeki “Atatürk Galatasaray’da” öyküsü de bol köpüklü Türk kahvesi olsun!






* Sinan Meydan eserinin Arapça sözcüklerle anılmasından fazla hazzetmez diye düşünüyorum; ama “mürekkep” buraya öyle güzel oturdu ki hem “oluşmaktadır” anlamında, hem de mürekkebin bilgiyi kâğıda nakış nakış işleyişini çağrıştırdı bana. 

4 Ağustos 2015 Salı

Kokulara Yolculuk: Bol esanslı günübirlik tur

Sevdiğimiz kokular nedir? Lavanta? Fırından yeni çıkmış ekmek? Yağmurda ıslanmış toprak? Ya sevmediklerimiz? Hiç girmeyelim bu konuya iyisi mi. Yalnızca sevdiğimiz kokular olacak bu yazıda. Oktay Rifat’ın bir şiirindeki gibi kokular dilsizdir; ancak onlar şimdi dile gelecekler bende çağrıştırdıklarıyla.

Koku demişken Süskind’in “Koku” romanına selam göndermeden olmaz. Shakespeare trajedilerinde ana karakterlerin “tragic flaw” denilen bir özellikleri, düğümleri vardır onları çöküşe ve mahvoluşa götüren. “Koku”daki Jean Baptiste Grenouille’de de bunu görürüm: Koku konusunda burnu alabildiğine hassastır, kimsenin duymadığı kokuları kilometrelerce uzaktan duyar; fakat kendi kokusu yoktur! Bu acıklı durum, onu ülkenin en güzel kokan kadınlarının kokusunu çalıp (onları vahşice öldürerek tabi) bir karışım hazırlamaya iter. Sonunda kendi kokusunu yaratmıştır. Bulmuştur değil, yaratmıştır; çünkü kitabın sonu bu tanrısal yaratışla birlikte dev bir yükseliş ve korkunç bir çöküşe sürükler okuyucuyu!

İşte ben de ara sıra kendimi üstat (!) Jean Baptiste Grenouille’un çırağı gibi düşünürüm. Elbette katillikte değil! Koklamakta! Deli gibi koklarım. Kütüphaneye mi gittim, kitap yapraklarını karıştırmadan önce her kitabın kendine özgü çıldırtıcı kokusunu içime çekmeliyim. Hangisi daha toz kokuyor, hangisi daha mürekkep… Bir de yeni kitapla eski kitap arasında koku farkı vardır. Eski kitap kokusu; raf kokusudur, sahaf kokusudur, yaşanmışlık ve elden ele gezmişliğin kokusudur. Bazen o kadar çok koku karışır ki ona, iç bayıltabilir haspam. Ama bir o kadar da bağlar insanı kendine, vazgeçilmez köprüler kurar okuyucusuyla arasında! Tecrübenin, bilgeliğin kokusunu sunar. “Sen gelirken ben gidiyordum” kokusudur onunki. Yeni kitap ise pırıl pırıl, gıcır gıcır kokar. İç ferahlatıcıdır, tazedir. Kendi kitabımsa hele, onun kokusuna belki zamanla benim kokum bile karışacaktır.

Daha da çatlak, üşütük bir boyuta sıçradığım koklama nöbetlerimi gazete sayfalarında, el ilanlarında, kuşe kâğıt broşürlerde geçiririm! Ben gazetenin manşetini harflerinden değil, kokusundan okurum! Ne babayiğit bir slogan ama! Benim diyen gazeteciye taş çıkartır! Neyse sulandırmayalım, şaka değil; cidden koklarım bu kâğıt parçalarını. Bunlarda kitabın nazenin kokusu yoktur; safi boya, safi petrol kokusu. Bol makyajlı ve sert bir koku.

Ciğerlerime doldurmaktan kendimi alamadığım başka bir delirtici koku beyaz sabun ve naftalin karışımıdır. Bazen öyle bir küçülmek, hatta cep boyda olmak isterim ki, banyo dolabıma atlayayım ve sonsuza kadar o kokunun sindiği temizlik bezlerinin yumuşaklığına gömülüp büyülenmiş ve mayışmış bir halde uyuyayım. Jean Baptiste Grenouille’u hep anarım bu düşü kurarken. Acaba o üstâd-ı âzam benim delirdiğim bu kokuya ne derdi? Kesinlikle basit ve sığ bulacağından eminim; çünkü hazret var olmayanın peşindeydi. Üstelik avam temizlik malzemeleriyle ne işi olurdu ki onun asil burnunun? Ne yapalım, dediğim gibi ben sadece bir çırağım koku konusunda. Ve hayli tutucuyum. Yeni kokular aramıyorum, elimdekiler bana yetiyor.

Allah Allaaaah!... İçimi kıpır kıpır eden, kavanoza burnumu her daldırdığım dakikada beni Eskişehir Hamamyolu’ndaki kahvecilerin çınçın kahve öğütücülerinin sesine götüren koku, kahve kokusu… Mecburen önüne “Türk”ü de ekliyorum, çağımız küreselleşme çağı ya! Americanosu var, cappucinnosu var, mochası var, varoğlu var! Neyse bırakalım şimdi bu kefere icatlarını, kendimize dönelim yine. Ne diyorduk, kahve kokusu, kahvemizin kokusu… Ne gizli bir sevinç saklıdır onun bağrında, genç kızların çeyizi toplaşır köpüğünde! “Yaşasın evde kalmaktan kurtuldum!”un kahverengine bürünmüşüdür. Övünçle hazırlanır, kıvançla ikram edilir. İçine bir miktar tuz da atılırsa damat zaten anlar neye kalkıştığını! Dost meclislerinin de baş köşesine kurulur, kurulur ya, baş tacı edilse azdır! “Bir kahvenin kırk yıllık hatırı vardır” dan “Gönül ne kahve ister ne kahvehane, gönül sohbet ister kahve bahane” ye giden bir yol vardır kahve telvesinde bakılan fallarda. Kokun bile yetiyor ey kahve bana dost kokusunu hatırlatmaya! Bir de dilin her zerresine yayılan içimin var ki, ona ayrı bir methiye döktürülse yeridir.

İnsan kokusu… Kokuların en güzeli, en bulunmazı, parmak izi gibi yegâne ve şahane! İnsanın ilk duyduğu koku, anne kokusu. Şefkat, yumuşaklık, çileyle harmanlanmış bir koku. Anne sütü, teri ve gözyaşı okyanusunda hâlâ bir damla olarak kalmak için neler vermezdi pek çok fani! Uyutan, besleyen, büyüten, gururla bakan, yücelten, “sen bir tanesin” diyen bir kokudur anne kokusu. Buram buram emek kokusudur, Türk ailesindeki rol gereği epey yemek kokusu da karışmış olan. Öfkeli anne kokusu da yine tadından yenmeyen kokulardan! Hormonların fışkırdığı, diken diken bir koku! Adrenalin soslu, vahşi ve lunaparktaki süratli salıncaklar kadar baş döndürücü. Mızmız dönme dolaplar gibi değil asla!

Baba kokusuna gelirsek… Benim gibi babasının kızı için tarifi güç ama bir o kadar kutsal bir görev! Bir kadının ilk keşfettiği erkeğin kokusu, baba kokusu. Kucaklayıcı, koruyucu, gölgesi vuran… Bir şiirde okumuştum, şairinin adını anımsayamıyorum, babasını “elleri ekmek kokan” diye anıyordu. Pek çok insanın babası biraz böyle değil midir? Emeğiyle geçinen, kendi yağıyla kavrulan, en önemlisi helalinden kazanan her babanın ellerinde –ne iş yaparsa yapsın- biraz nasır kokusu, biraz da ekmek kokusu yok mudur?

Yâr kokusuna dair söylenmemiş olan, söylenmiş olandan hâlâ çok. Kavuşulmuş yârin kokusu alışılagelmiş, dost, güvenli bir koku. Vuslatın koyun koyuna kokusu. Kavuşulmamış yârin kokusu ise firkatin kokusu. Bilinmeyen, hep özlenen, “burnun direğini sızlatan”, “burunda tüten”… Bak şimdi, nereye vardık: Türkçem ne güzel anlatmış özlemi; burunla, biraz da sanki koklamakla özdeşleştirmiş! Karac’oğlan yüreğime bir tablo gibi çakmaz mı böylesi güzelliği: "Bir firkat geldi de durdum ağladım / Öpüp kokladığım güller perişan". Kavuşulmayan her yâr, bu topraklarda Karac'oğlan şiirinde kokusunu bulur.

Duyguların kokusu üzerine de düşünmedim değil. Tüm etiketleri, ideolojik ceketleri üstünden, saltanat postlarını altından çek al; insan duygudan ibarettir! Bir hissi mahlûk! Kibir nasıl kokar, şehvet nasıl? Göze sokulmayan tevazu kokusuz mudur gerçekten, nefret hangi kokularla saldırır üstümüze? Ya aşk?... Platonik olan kötü mü kokar, karşılık bulan iyi mi? Veya tam tersi mi? Yoksa ikisi de aşk olduğu için aynı mıdır esansı? Burun deliklerimize hangisini buyur etmeliyiz ki ilham olsun yazılarımıza, şiirlerimize ve güzel sözlerimize?

Tanrı inancının kokusu her dinde farklı mıdır? Sözgelimi Müslümanlığın kokusu hacı misi, Hristiyanlığın kokusu buhurdandan yükselen kokulardan mı ibarettir? Ya mevsimler nasıl kokar? Vivaldi benden önce düşünüp koklamış ve notalara dökmüş galiba. Zenginlik ve asalet, kesif Fransız parfümü kokar da, yoksulluk ve perişanlığın kokusu pis midir? Hayır. Neden bu kolay sınıflandırmayı reddettiğime varın biraz da siz kafa yorun.

Sevgili okuyucu, benim gerçeklerimden biri de bu işte. Kendimi keşif yolculuğumda başta garipsediğim, sonra bundan keyiflenip şu ölümlü dünyanın duyabildiğim tüm kokularını sepetime doldurup avare yürüyüşlere çıktığımın ilanıdır bu yazı. Bir sıkımlık canım var zaten, onu da “vakit saat tamam olunca” Azrail sıktığında güzel koksun, kokusu sinsin bu satırlara ve sayfalara…

Yalnızca Sevgici

Bugüne kadarki zavallı ömrüm hep birilerinin kuyruğunda kendimi sorgulamakla geçti. Birileri bana bir rütbe bahşetmeli veya ben kendime ve onlara layık bir sıfat biçmeliydim ki aidiyetin huzuruna ereyim. Ben “şucu”yum ya, oh, neme gerek fazladan düşünmek, bütün “bucu”lar toptan kötüdür, haindir, sığdır, vb. Cemil Meriç, Sezai Karakoç, Necip Fazıl mı okudum, “sağ”cıların virajına savrulmam an meselesi! Nazım Hikmet’ten, Can Yücel’den mi bahsettim, “sol” şeride hoş geldin! Ya da yazarken ve konuşurken Arapça “kelime”lerde lezzet mi buluyorum, tamam hiç daha fazla konuşma, sen kesin neo-Osmanlıcı, geri kafalı, Türkçenin ilerlemesini istemeyen birisin. “Sözcük” mü dedim, gel bakalım Öztürkçeci buraya.

“-ci” soneki dilimizde alıp satma işlerinden de sorumludur. Sezen Aksu’nun şarkısındaki gibi: “Simitçi, kahveci, gazozcu, şinanay da yavrum şinanay…” Paraya dolaşık her işe gıcığım var ya, -ci eki de çok ticari, ellerini ovuşturan bir ek. Eskiden “Atatürkçü” kavramını severdim, bir bayrak gibi dalgalanırdı içimde; fakat şimdi "bendeki Atatürk"e yakışmıyor, yani ben Atatürk’ü alıp satmıyorum arkadaşlar. Ben Atatürkçü değilim; ille beni özetleyici tanım bulunmalıysa (ki o kadar gerekli bile değil), ben Atatürkseverim. Bunu sevdiğim ve saydığım tüm insanlara da uyarlayabilirim.

-ci’ye burun kıvırıp –ist olarak sınıf atlamak da mümkün! Uğur Mumcu’nun “Liberal Çiftlik” kitabında unutamadığım “Solculuk Gelişiyor” adlı bir taşlama öyküsü vardır. Yanılmıyorsam 1980 ihtilali öncesinin atmosferinden bir kesit sunar; birbirinden kopuk fraksiyonlardaki devrimciler birleşmek amacıyla toplanırlar, ancak toplantının sonunda daha da birbirlerine girerek, kavga dövüş dağılırlar. Orada Uğur Mumcu, devrimcilerin ağzından bin türlü –ist’li sıfatı doyasıya söyletir: oportünist, revizyonist, Troçkist... İşte bu öykü beni hem güldürmüş, hem acı acı düşündürmüştür. Bu öykü, solcu ve devrimci olarak nitelendirilebilecek bir gazeteci-yazarın, solcu ve devrimcilere seslenişi olduğundan daha da kıymetini artırıyor gözümde. Uğur Mumcu, bir ağabey gibi solcu gençlere bir türlü birleşemeyişlerinin ipucunu veriyor. Kendinize göre kutsal amaçlarınızın peşinde koşarken zaten parça parçaydınız, üstüne -izm’lere ve bin türlü ayrıntıya boğulunca iyice un ufak oldunuz!

Ülkemdeki vaziyete bakınca öykünün yazıldığı zamanlardan bu yana pek bir şey değişmediğini görüyor ve yine hüzünleniyorum! Safımız belli olsun diye diye kan kusturuyor “ocu”lar “bucu”lara. “Bucu”ların da dili boş durur mu, “ocu”lara hakaretin, iftiranın bini bir para! Sosyal medyada siperler kazılmış, uzaktan uzağa herkes karşı cepheye atıyor bombasını. Hakikate saygı mı, hadi canım sende, istatistikler benim tarafımdaysa doğrudur; gerisi palavra!

Bu yazıya hayatının en değerli nesnesini, yani vaktini ayıran değerli okuyucum, ister tek kişi kal yalnızca, ister binlerce. Şu dünyadan hepimiz bir yıldız gibi eninde sonunda kayıp gideceğiz. Ben de akıp gitmeden önce -hadi içimde kalmasın- kendimi ifşa edeceğim: Bu topraklar; bu kutlu, canım, nar gibi güzelliğini kolay ele vermeyen Anadolu toprakları –ci’lere, -ist’lere feda edilemeyecek kadar kıymetli ve tarihi. Ben neden bunca satır şucu, bucu değilim diye tepiniyorum; çünkü ben Anadolu’yum. Bin çiçeğin tozu savrulmuş içime; ne Mehmet Akif’ten vazgeçerim, ne Cemal Süreya’dan. Ne Hz. Muhammed’in ışığına yumarım gözlerimi, ne Atatürk'ümü yediririm. Aşık Veysel atardamarımsa, Aşık Mahsuni toplardamarımdır. Mevlana, Yunus Emre’den daha kıymetli değildir; aksine Mevlana Yunus Emre’siz, Yunus Emre Mevlana’sız eksik olurdu bu topraklarda. Bektaşi fıkraları Karadeniz fıkralarıyla yarıştırılabilir mi?

Hala tarafın ne, nerede duruyorsun, muğlak konuşma diyenler çıkacaktır. Varsın çıksınlar. Varsın beni de kuru gürültülerine ortak etmeye çabalasınlar. Kendilerine başarılar diliyorum. Ben hiçbir ideolojiye, kavrama, kıstasa kurban edilemeyecek ölçüde “ben”im. –ci’li isim arıyorsanız bana, ben Sevgi’ciyim. Sevgi’nin safındayım. O Sevgi’nin doğruları vardır, yanlışları da. İyi ki var. Sevgi’nin bir duruşu olduğu kadar, arayışı da var. Öğrenme, daha doğruya, güzele, iyiye ulaşma arayışı. Hakikat hangi ağızdan söylenirse söylensin, hakikattir; ben hakikatin peşindeyim. “Su 100 derecede kaynar” hakikatini beğenmediğim gazetede, beğenmediğim köşe yazarı yazınca suyun kaynama derecesini 90 dereceye çekecek değilim. Tüm –ci’ler, -ist’ler, -izm’ler’in kopuştuğu, ayrıştığı köşe başlarında yapayalnızım. Hem güçsüzüm, hem güçlü. Sırtımı başka bir –ci ya da –ist’in elinin sıvazlamasına izin vermiyorum; zira düşüncelerim onun tekerine çomak soktuğu an, o el köteğe dönüşebilir, bunu biliyorum.

Tüm bu farkındalığımın en yalın ve yüzümü güldüren biçimde özetleyenini değme felsefe kitaplarında göremeyeceğim bir eserde, Haldun Taner ustanın Keşanlı Ali Destanı’nda buldum: Tuvaletçi Şerif abla, sen varoluşçu musun, Marksist misin, nesin? Hem hepsisin, hem de hiçbirisin! O yüzden benim kıymetlimsin, beni ben yapanlardansın. Kulak verelim Şerif Abla’nın yolu tuvaletten geçen tüm âdemlere ilişkin "mutlak eşitlik" önermesine:

Herkes bir yerde üstün
Kabul amenna peki… Amma…
Bir de bütün bunların yolu bana düşende
Balonları delinir, bütün farklar silinir
Afra tafra yok olur, burada herkes bir olur

Arlısı arsızı hırlısı hırsızı
Kirlisi kirsizi sırlısı sırsızı
Huylusu huysuzu tüylüsü tüysüzü
Soylusu soysuzu boylusu boysuzu
Bitlisi bitsizi iplisi ipsizi
Çillisi çilsizi çişlisi çişsizi
Çullusu çulsuzu pullusu pulsuzu
Yollusu yolsuzu kıllısı kılsızı
Donlusu donsuzu denlisi densizi
Ünlüsü ünsüzü kanlısı kansızı
Etlisi sütlüsü allısı morlusu
Sağcısı solcusu şanlısı pintisi

İşte bütün bunların yolu bana düşende
Balonları delinir, bütün farklar silinir
Afra tafra yok olur, burada herkes bir olur


2 Ağustos 2015 Pazar

Sesini bulan

Kaygısız ve coşkulu... 
(Fotoğraf Şakir Eczacıbaşı'nın "Yolcular" (2008) adlı fotoğraf albümünden alınmıştır)

Sesini kaybeden

Addüktör spazmodik disfoni?
Abdüktör spazmodik disfoni?
Hiperfonksiyonel disfoni?
Hipofonksiyonel disfoni?
Laringeal distoni?

Bunlardan birini bilen el kaldırsın! En azından şuna yanıt verin; ortak sözcük nedir? "Disfoni" mi dediniz? Ama en sondakine biraz daha dikkat ediniz! O halde ortak heceye odaklanalım: "dis". Bu bir önektir. Tıp eğitimi alanlar ve Latince kökenli sözcüklerden haberdar olanlar bilirler; hastalıklarda "dys" olarak geçer ve anlamı "anormal", "zor", "engelli" veya "kötü"dür (Merriam Webster's Dictionary). Seç beğen al! Şimdi bir soru daha: Teşhisi konmuş bir hastalığının başında bu önekten olan var mı? Yani "dys"li bir hastalığı olan var mı? Benim var. Önündeki isimler kimi doktorlara göre değişse de benimki "disfoni", yani sesin "anormal", "zor", "engelli" ya da "kötü" çıkması. Sesin ve konuşmanın yaşamdaki karşılığını düşününce, yaşadığım hayatı da yıllardır bu sıfatlarla andım hep. Söylenecek onca şarkı, okunacak onca şiir, haykıracak onca gerçek varken, kısacası çağlayanlar gibi gürlemek varken uyuntu bir su birikintisine dönüşmektir bu! Öğretmen hastalığı, kış koşulları diyerek başlayan ses kısıklığının sekiz yıldır hayatımı işgal etmesidir. Doktordan doktora, terapistten terapiste savruluşun macerasıdır. Doğan Canku'nun şarkısındaki gibi: "Asılsız çarelerle yürüyorum işte böyle" Dile kolay, sekiz yıl...Şükürle isyan arasında gidip gelirken bakkaldan bile ekmek alırken zorlanmak insanı nasıl kahreder bir ben bilirim! Tam oracıkta gözlerimi gökyüzüne dikip "Allah'ım ben..." diye başlayan bir isyan cümlesini sarf edecekken yanımdan engelli bir insan geçer ve cümleyi baştan yazarım: "Beterin beteri var, buna da şükür!" Fakat başkasının rahatsızlığından kendine şükür payı çıkarmak da beni inanılmaz derecede rahatsız eden bir durumdur; derim ki şükür nimetini ben kendi içimde bulmalıyım, başkasının acılarından devşirerek değil!

İşte bu medcezir, bu gelgitler hem ruh halimin hem de hastalığımın özetidir. Sesim de ara sıra gider gelir, kısılır, iyileşir. Yıllar içerisinde geldiğim son aşama, hastalığımın nörolojik değil, tamamen psikolojik olduğudur. Bundan hareketle son aldığım terapi, hipnoterapiydi. Diğer tedavilerden farkı, sesimle değil kendimle yüzleşmemi sağlamasıydı: Sevgi, kendi korkunç içsel gücünden değil, başkalarından korkuyor! "Diğer insanlar olanaklarımın öteki ölümüdür" diyen Sartre'a hep hak vermiştim yıllarca. Ama yanlış bir hak verişti bu, diğer insanlar benim olanaklarımı öldürmeye yeltenmediler; yeltenmiş olsalar dahi benim elim armut mu topluyor, karşılarında kapı gibi durmalıydım. Kendimi gerçekleştirmekten beni alıkoyan tüm duvarları yıkıp geçmeliydim, bedelini de ödemeyi göze alarak. Ve bedeli ödenmiş bir yaşam, sonucu ne olursa olsun değerlidir, benim hakikatimdir. Yanlışlar yapılır, ama arkasında sapasağlam durursam bunlar benim ana sütü gibi helal yanlışlarımdır. Bunlardır benim özümü oluşturan, gelecekteki doğrularımın tohumlarıdır; çekirdeksiz meyve olur mu?

Sesimi kaybetmemdeki hikmeti yıllardır aradım durdum; burnumun dibindeymiş meğer! Ben ses kaslarımdaki sesi değil, kendi sesimi, Sevgi'nin sesini kaybetmişim. Başkaldırmayan, kendisi olmaktan köşe bucak kaçan... Sonra da mızıklanmışım, şiir okuyamıyorum diye. Okuyamazsın tabi, o şairlerin laneti var üzerinde! Nazım Hikmet, kendi gölgesinden korkan insanın şiirlerini seslendirmesine izin verir mi? 

Düşmesin bizimle yola:
evinde ağlayanların
                      göz yaşlarını
                                 boynunda ağır bir
                                                        zincir
                                                            gibi taşıyanlar!
Bıraksın peşimizi
               kendi yüreğinin kabuğunda yaşayanlar!


dedirtir mi kolay kolay! Nazım Hikmet'in şiirlerini hak etmem için cesur olmam gerek. Cesur ve kendi gücünden emin... Tıpkı o güzelim şarkıdaki gibi:

Biliyorum bu iş böyle çözülmez,
Düşünüp susmak içime dert olur.
Yeter artık yeter gönül feryad et,
Bir bakarsın düşlerin gerçek olur.