31 Aralık 2015 Perşembe

1,5 porsiyon rüya

Dinle küçük insan,

Bugüne dek yazdığım en küçük insan… Aslında bana tavsiye edilen, sana sesimi duyurmak. Ancak ben bunu yazıyla yapmayı seçiyorum: Harfleri havaya üflemeyi değil; satırlara kondurmayı.

Ne güzeldir Fatih Erkoç’un şarkısı değil mi: “Avuç içi kadar mutluluk yeter”. Seni şimdilik avuç içi kadar mutluluk olarak tarif etmeliyim. Bir mikroskobik damlacık sıvıyken bir susam tanesine, oradan bir ceviz içine, narin bir çilekten kütür kütür bir elma diriliğine uzandın aylar boyu. Hiç yılmadan büyüdün, sıkılmadan o karanlıkta bekledin durdun. Hâlâ bekliyorsun. 

Birkaç gün önce çocuksu düşüncelere dalmış buldum kendimi. Acaba dedim, benim gördüğüm rüyaları sen de görüyor musun? Keşke görsen… Etrafımdakilere takılırım gece hayatım renklidir diye. Rüyalarım eğlencelidir; yumuşak uçuşlar ve konuşlarla doludur. Ama ben kanat takıp uçmam asla. Koşarım, koşarım, hızımı aldım mı, havaya!… Ya da zıplayıp zıplayıp şimdi uçmalıyım dediğim anda isteğim gerçekleşir. Yani rüyalarım sihirli lambamdır.

İşte bu masalsı boşlukta uçmaya alışkın Sevgi, rüyalar diyarındayken ilk kez birisinin daha bu rüyalara ortak olmasını istedi. Ve o çocuksu isteğini içinden geçirdiği günün akşamı, rüyasında o küçücük insanın büyümüş halini soluk bir imge olarak ilk kez gördü ya da gördüğünü sandı, ilk kez onunla konuştu ya da konuştuğunu sandı. Öyle ya da böyle, ilk kez seninle yüz yüzeydik küçük insan. Yani rüyalarım hep 1 porsiyondu bugüne değin; o rüyadan itibaren artık 1,5 porsiyon!

Usulcacık yuvarlanan kartopuyken, eninde sonunda çığa dönüşüp malûm infilâkını yapmadan önce, rüyaların yanı sıra orada dertlerimle de dertleniyor musun bilmiyorum. Fakat iç depremlerimin bedenimdeki artçı sarsıntılarını mutlaka hissetmişsindir. Sana bunları yaşatmak istemezdim; ama annen böyle ne yazık ki. Doğacağın dünyanın gül bahçesi olması ihtimalinin gülünçlüğü bir yana, sana anne kuytusunu bile gül bahçesi haline getiremediğim için bağışlanmamı dilerim. 

26 Aralık 2015 Cumartesi

Hekimler

Söz ağızdan bir kez çıkar; Hipokrat nârına yanmışlar bir kere! İtiraf edeyim, aslında hekimlerden pek hazzetmem. Hele ilaç mümessillerinin bir gömlek üstünde seyredip tüm alternatif yöntemleri ve insan ruhunun gücünü şiddetle reddeden ultra-pozitivist, hiper-rasyonalist, maddeci-kimyasal tıp dairesinde kalebentlikle vakit dolduran hekimlere dönüp de bakasım yok. Ancak aşağıda kulaklarını yarı şaka-yarı ciddi çınlatacağım insanlar, güzel insanlar; zira onlar bir misyona adamışlar ömürlerini. Bazen inatçılıklarıyla bizi güldürseler de ufuk açtıkları kesin. Kaldı ki, birilerinin kanıksanmış kuyulara delicesine taş atması lazım ki, "hele ürksün fincancı katırları!" (Can Yücel). 

Antr parantez: Alternatif yöntem demişken, bulabilse zıkkımın kökünü bile şifa niyetine kakalayacak olan soytarıları hekimden saymak yersiz. Onları Grup Vitamin'e havale ediyorum: Üfürükten teyyare, selam söyle o yâre...

Ümit Aktaş
Fitoterapi gibi tekerleme tatsızlığında, takır tukur bir sözcüğü bana ısındıran karizmatik hekim. Şu kupkuru sayfamı renklendirsin diye sakal bıraktığı güncel bir fotoğrafını buraya kondurayım diyordum; fakat ne çare! Ara ki bulasın. Hep sinekkaydı pozlar... Sakallısını bulduğumda buraya yapıştıracağım, söz!

Ümit hocayla sohbet etmeyi gerçekten isterdim. Öncelikle marifetli bir insan: Geçenlerde bir programda kendi elleriyle hazırladığı bitki çayını sunucuya ikram etti. Sunucunun yüzünde tuhaf bir ekşime belirdiyse de, kadıncağız hocayı memnun edecek bir yanıt bulmaya kıvrandı birkaç saniye. Oysa bana ikram etseydi o çayı?! Zerre ekşitir miydim yüzümü! Ümit hoca adını sanını duymadığım garip gureba otlardan faydalı olanları ayıklayacak, zahmet edip bana çay yapacak şifa bulmam için ve ben aciz, beğenmeme şımarıklığında bulunacağım! O çayı içtiğim dakikada yüzyıllardır açılmayan şu ses tellerim dile gelir, İsrafil bin yıllardır pineklediği yerinden doğrulur ve Sur'unu üfleme provasını ses tellerim üzerinde yapar!

İkincisi, sözünün etki gücünden emin. Diksiyonu, vurguları, tonlamaları mıymıy tıp kongrelerindeki gibi değil; "Çanlar sizin için çalıyor ey kardeşlerim, ey güzel insanlar" der gibi kudretli. Cümle düşüklüğü yok, asalak ses olarak adlandırılan "eee", "ııı"lar asla duyulmaz onun söz akışında. Konuşmalarına bazen kendimi öyle kaptırıyorum ki, işte o an, Sezai Karakoç'tan şöyle ağzını doldura doldura, o tok sesiyle (mesela "yoktan da vardan da ötede bir Var vardır" gibi "a" sesleriyle kabaran) bir dize patlatacak diye alesta bekliyorum. Ama o tutturmuş "gluten" de "gluten" diye... Neyse, Ümit Yaşar Oğuzcan'ın "Ayten" şiiri gibi bu şahane doktordan gluten faslını dinlemek de güzel. 

Yavuz Dizdar
Allah rızası için yok mu şu adama bir masa sandalye verecek olan? Sırtına geçirivermiş bir hırka, komşusuyla kapı önünde ayaküstü sohbete dalmış gibi çalıştığı hastanenin onkoloji kapısının önünde veriyor haber bültenlerindeki bütün röportajlarını! Yağmurda, karda, güneş altında bu adamcağız hep o kapının önünde. Hadi ofisten, masadan geçtim; yok mudur bir saçak altı? İşin kötüsü o güzelim saçları bozulacak tozdan, çamurdan.

Evet, saçlarının hastasıyım hocanın! Onları beyaza kesmiş bir top kır çiçeği gibi gelişigüzel toplayıvermiş arkada. Önde ise, kelleşen ve genişleyen alnı GDO'lu gıda firmalarına meydan okuyan bir kalkan gibi parlıyor. Uzun uzun süzülen favorileri, yukarıdan aşağıdan yaramazca fışkıran saç tutamlarıyla karışıyor; rüzgarda halay çekiyorlar hep birlikte. Aklar, karalar, gümüş teller uçuşuyor; bilim adamı gözlüklerinin üstüne konup kaçıyor, konup kaçıyor.

Sakatatlara ilgi uyandıran adamdır Yavuz hoca. Kelle paça tariflerini, beyinden yapılan ekşili soğuk mezelerin faziletlerini ondan dinleyin. Hormonlu tavuklara, boyalı yumurtalara, ilaçlı meyvelere, damacanalardaki sulara, kanserojenli sütlere nasıl acımasızca nişan aldığını görün. Gerçi Yavuz hocanın yolundan gidersek, elimizde kala kala sakatatlar kalıyor; zira her şey zehirli. Artık ona da bir zahmet katlanıverin. Haftanın her gününü bir sakatata ayırırsınız, olur biter. Pazartesi böbrek, salı beyin, çarşamba dalak, perşembe ciğer, cuma paça derken... Bakın hafta sonuna erdik bile! Afiyet olsun.

Erkan Topuz
Adını zikrederken dahi titreyip kendimize gelmemek mümkün değil. Soyadı zaten Osmanlı topuzu! Bağıra bağıra gelen, alarm zillerini çaldırtan, mertin dayanıp namerdin kaçtığı (namert burada kanser oluyor) ve onu görünce meydanın gümbür gümbürdendiği bir hekim. Erkan hocaya göre aldığımız nefes kanserojen, verdiğimiz nefes kanserojen, boş bulunup havaya saldığımız doğal gazı söylemeye ne hacet! Sürekli "dinle burayı" diye bağıran öğretmenler gibi heybetle kükrüyor, sarı saçlarımızdan biz suçluyuz çünkü. (Pardon, onu söyleyen Kayahan'dı değil mi?) Yaşamaktan biz suçluyuz yani. 

Bir de her şeyin ev yapımı ve doğal olanını bulmamız gerekiyor. Ne var bunda canım; evinizin bir köşesini üzüm bağı, öbür köşesini zeytinlik, öteki köşesini ekmek fırını, beriki köşesini kümes hayvancılığına ayırırsanız alın size dört köşe sağlık, dört köşe mutluluk. Radyasyon saçan televizyonlarınızdan ve hantal koltuklarınızdan lütfedip feragat edin artık. Size de iyilik yaramıyor. 

Canan Karatay
Elbette assolistler en son çıkar! Caps'lerin sultanı; ağzımıza her baklava götürüşümüzde kulağımızda çınlayan, Demokles'in kılıcı misali tepemizde sallanan suçlayıcı ses onun çıtırdak sesi! İslam inancına göre her insanın yanında "Kiramen kâtibin" melekleri vardır biri sağda, biri solda olmak üzere. Tutanak tutar gibi sağdaki melek sevapları, soldaki melek günahları an be an raporlaştırır ve biz öldükten sonra defteri kapatıp onu asıl sahibine teslim eder ya; Canan hocayı da biraz bu meleklere benzetiyorum. Özellikle soldakine! O, bu toplumun soldaki kâtip meleği: Pilav yedin; şekere döner. Şeker yedin; zaten eşittir zehir. Ekmek yedin; bittin sen oğlum! 

Sivri çıkışları ve hiçbir derneğe, kuruluşa, yerleşmiş düşünceye pabuç bırakmaz tavırlarıyla hayran sayısını gün be gün artırıyor. Tam bu noktada bir önerim var: 17 Ağustos depreminin akabinde Ahmet Mete Işıkara nasıl Türkiye'nin en seksi erkeği seçildiyse, şimdi de huzurlarınızda Türkiye'nin en seksi kadın adayı! Son derece ciddiyim, önceki yazılarımı takip edenler bilirler: Bana göre seksilik et meselesi değil; bir ruh meselesidir demiştim. Canan hocada da Don Kişotvari ruh fazlasıyla mevcut. En son jinekologlara savaş açmıştı; sırada kim var acaba? Benim gibi İngilizce okutmanları mı?

Son eylemi, bir oturuşta 71 adet zeytin yiyip üstüne bir bardak zeytinyağı içmek oldu. Bakınız; icraat demiyorum, eylem diyorum. Çünkü icraat, muhafazakar tonlayan bir sözcüktür (Anımsayınız: İcraatın İçinden). Eylem ise devrimcidir, anarşisttir. Canan hoca, zeytin üzerine sıkıcı bir basın açıklaması yapsaydı kaçımız kulak verecektik acaba? Zeytinin faydasını en devrimci biçimde böyle gösterdi; iyi de etti. 

Ocağına zeytin ağacı dikilsin be hoca! Beddua değil; tam aksine bu bir hayır duadır! Zeytin ağacı gibi uzun ömürlü olasın da, bizi ilaç şirketlerinin yatırdığı gaflet uykularından uyandırasın.


25 Aralık 2015 Cuma

Şarkıcılar - 1

Yazı öncesi uyarı: Okuyacağınız satırların yazarının aldığı tek müzik eğitimi temel düzeyde bağlama ve vurmalılar üzerinedir ve nota bilgisi ilkokul solfejini geçmemektedir. Müziğe ilişkin aşağıdaki yorumlar, bir dinleyicide oluşmuş uçucu izlenimlerden ibarettir.

SEZEN AKSU: İstanbul kadını
Eskiden TRT’nin radyo kanalında pop müzik saati bittiğinde ciddiyetle titreşen bir anons duyulurdu: “Hafif müzik dinlediniz.” Klasik Türk müziğinde “hafif” bir usuldür ve bununla ilgisi var mı bilmiyorum; fakat bu anonsu duyunca hep aklımdan şu geçerdi: “Ne yani, dinlediğim Sezen Aksu hafif kadın mı oldu şimdi?” Hayır, ne Sezen Aksu’nun kendisi, ne şarkıları hafiftir; tam aksine silindircesine ezip geçmiştir beni o şarkılar… Sezen Aksu İstanbul’dur kuşkusuz. Ben Eskişehir kızıyım, İstanbul beni gizemleriyle daima ürkütmüştür; fakat Sezen Aksu’nun şarkılarındaki İstanbul aşk şehridir, gitmelerin kalmaların mütereddit basamakları vardır orada. Vapurda rüzgâr püfür püfür yüzüme eserken “Ada vapuru yandan çarklı”dır. Sarışın erkekler zerre kadar ilgimi çekmediği halde “Gel gel sarışınım” hatırına sarışın birisine âşık olasım gelmiştir bir zamanlar. Hele “Karaağaç”… Gölgesinde az mı gözyaşı dökmüşümdür! Hangi birini saymalı; her şarkı düş gücümün bileyicisi, elimden tutup sayısız romantik komedi, dram, trajedi izletendir. Kimi sokulgan ve sıcacık, kimi zilli ve oynak, kimi asi, kimi ürkek; kısacası kadınlığın tüm halleri... Haldun Taner usta boşuna mı söylemiş: “Kadın deniz gibidir, bir dalgalı bir durgun”. Sezen Aksu şarkıları da dalgalandırıp dalgalandırıp durultuyor ruhumu. Bazen kabıma sığmıyorum; saraylar, hanlar, hamamlar, köşkler sahibiyim sanki, o derece hoşnutum kendimden! Bazen kaçacak delik arıyorum yalnızlığın sağanağından. Tıpkı "Yine mi güzeliz yine mi çiçek"teki gibi:

gece çok genç, arzular şelale
haber etsek o yare
gelse Bomonti'den
şereflendirse bizi
olsak teyyare

CEM KARACA: Şepkemin altındayım
Çok erkeksi, dikenli, sakallı bir ses… Sevda şarkılarında bile huzur vermeyen bir yanı var. Nidası var göğe ağan. “Nem alacak felek benim” derken adeta küfür uçurur talihine! “Raptiye rap rap”ta Özal’a, Demirel’e, “Netekim”e, 80’lerin cümle figür ve figüranlarına tabancasını ateşler. Ama benim gözdem: “Sen de başını alıp gitme”. Şarkıya başlarken “Beeeeeen!” diye öyle bir haykırışı var ki, sanki o giden kadının saçını bileğine dolamış kendine çekiyor! Sıkıysa terk etsin bakalım o vefasız kadın! Bir de son demlerinde Marksist kimliğinin ağırlığından soyunduğunda söylediği “Allah yar” nice ilahiden daha dokunaklıdır ve çalındığı-söylendiği mekanı hacmiyle doldurur. İyi ki varmışsın şapkasının kuytusunda şarkısını ünleyen adam…

ZÜLFÜ LİVANELİ: Kendi bestelerini mahveden zarif insan
Zülfü Livaneli benim için bir pişmanlıktır. Şarkılarını dinlediğim için değil; dinleyemediğim için. Şöyle izah edeyim: Babamın adaşı olan bu zat, ben çooook küçükken Eskişehir'e teşrif buyurmuştu. Babam da beni onun konserine götürecekti. Onun şarkılarıyla büyüdüğüm için çok sevinmiştim, e bir de baba-kız konsere gideceğiz; az şey miydi bu? Gideceğimiz akşam, çocukluk işte, ben konseri unuttum ve uyudum. Babam da beni uyandırmaya kıyamamış olmalı ki, konsere gidemedik. Yıllar geçti, bir türlü fırsat geçmedi elime bu adamı kanlı canlı dinlemeye. Eskişehir'e de seyrek geliyor. Ancak bir gün şansımız yaver giderse, babamı ben konsere götüreceğim. Bu kez o uyuyakalmazsa tabii! 

Bestelerinden bahsedecek olursam... Milyonların söylediği "Karlı Kayın Ormanı" (Söz: Nazım Hikmet) benim de en sevdiğimdir diyemeyeceğim (gıcıklık değil mi). Çünkü en sevdiğim değil. Hatta bana biraz çocuk şarkısı gibi geliyor! "Saat 4 yoksun" mu desem (Söz: yine Nazım Hikmet), "Yıkıcı bir aşk" mı desem (Söz: Cemal Süreya), "Çırak Aranıyor" mu desem (Söz: Refik Durbaş)... Seçemedim. En iyisi dinleyip siz karar verin. 

İcrası besteciliğinin çok altındadır yalnız. Kendi bestelerinin şarkıcısı olamamanın dramı vardır onda! Bazen detone olur, sesi kendi yazdığı notalara tutunamaz, düşüverir. Hele "Yaşamak" şarkısına bir başlayışı var ki... Tam bir fecaat! O ne ruhsuz söyleyiş, o ne acemi okul korosu donukluğu!... Şarkı hem sözleriyle, hem bestesiyle tam bir kitle şarkısı, dillerde marş olup arşa yükselebilecek bir çaptayken yörüngesinde dönüp durmuş... Ah ah... 

AHMET KAYA: Yaşarken cehenneme sürülmüş, ölünce devlet affıyla cennete dönmüş
Ülkemin şu çelişkisine gülmeli mi, ağlamalı mı: Birbirine kanlı bıçaklı düşman iki politik güruhun üzerinde istese de istemese de birleştiği ve büyük bir iştahla dinlediği yegane besteci ve şarkıcı... Silahını kabzasında tutamayan adam... Hayli protest, bir miktar arabesk. Şarkılarının pek çoğunun bestesi ona ait, sözleri şairlere. Şairlerden beslenmesi de onu benim için vazgeçilmez kılıyor. Düzenlemeler ona mı ait bilmiyorum. Bağlamayla onca damardan girişin ardından kemanlar, flütler niye o kadar inceden, çocuksu tınılamaktadır? Dinmeyen bir hasreti var, ondan olsa gerek. 

Şafak Türküsü... Saçlarına ak değil yıldız düşen, mahpushane kapılarında bekleşen analara güzelleme... Nevzat Çelik'in şiirlerini fazladan okutan bu bestedir ve Ahmet Kaya'nın aralara serpiştirdiği şiir okuyuşlarıdır işte! Besteleriyle hüzünlendirdiği yetmezmiş gibi, şiiri de iyi seslendirirdi rahmetli. Ahmed Arif'in "Uy Havar"ında "Muhammed İsa aşkına" derken sanki kadim kutsal bir metinle avaz avaz vaazına başlayacak gibi açar ağzını. "Birazdan Kudurur Deniz"in şiir okuduğu bölümlerinde "bu ilişkiler, bu zaaflar seni yiyip bitirir / seni yiyip bitirir / dirhem dirhem azalırsın" da deniz kenarında yükselen dalgaları dalgın dalgın seyrederken içsel hesaplaşmasını yapan bir adamın bıçak sırtı tedirginliğini duyarız. Halim Şefik'in "Balık Ağzı" şiirini "Kılıç Balığının Öyküsü"nde okurken Ruhi Su'nun epey etkisinde kalmış, coşkusunu bastırmış. Okyanuslara yaraşır taşkınlıkta akabilirdi oysa! 

Ahmet Kaya, eserlerinde kabadayıvari bağırıp çağırmalarıyla, utangaç sevgi cümleleriyle, terk edişleriyle, başkaldırmalarıyla yarına kalacak bir adamdır. Bu topraklarda çokça tartışılmış, çokça cezalandırılmış, hem alaşağı edilmiş hem gizliden kutsanmış, kendi trajik öyküsünün notalarla kuşanmış bir kahramanı ve anti-kahramanı... "O mahur beste çalar" ve ağlatır durur bizi...

(Son dönemdekilerden bir bonus) 
TOYGAR IŞIKLI: Dizileri reyting celladının ipinden alan adam
Yanlış okumadınız; reklamlarla ve baygın bakışmalarla neredeyse 3 saat boyunca ekranlara vasatlık kusan (bazen onun bile altında!) Türk dizilerini gitarının dokunuşuyla biraz olsun hizaya getiren, boşluklarını dolduran biri varsa o da bu adamdır. Senaryolarını, oyuncularını boş verin; bir zamanlar Kıraç’ın dizilere kattığı neyse bu adamın da yaptığı o! Müziğini bestelediği dizileri oturup izlemişliğim yoktur; fakat bestelerini mutlaka dinlemişimdir. Örneğin “Hayat gibi” çok anlamlıdır benim için. Hâsılı, dizileri değil ama seni severim duygusal dazlak!

To be continued... (Meali: Bu şarkı burada bitmez!)

21 Aralık 2015 Pazartesi

Yolun yarısına 2 sokak daha var


Geriye dönüp bakan bu kadının ömründe 32 sene tamamlandı. Elbette 32 yıllık yolculuğun her ânı, fotoğraftaki gibi rüzgarın tatlı esintilerinin doldurduğu tekne gezintisi tadında geçmedi.

Amansızca savaştığım, yine bu kadındır. Kavgada yumruk aranmazmış; zalim mızraklarla birbirimizi parçalayıp kanattıktan sonra bile karşılıklı diz çöküp onun benim, benim onun yaralarını sarmışlığım, sırtını sıvazlamışlığım da vardır.  

Dilimin ucundayken söylemediklerim, yüreğim ağzımdayken renk vermediklerim oldu. Yaşamadığımın delili midir bu? Hem evet hem hayır. Metin Altıok'un "Sürgün" şiiridir bu hallerimi tasvire yetkili:

Kendine sürgün
Bir garip kişiyim; 
Sabah akşam imza veren.
Bilmemem gereken 
Şeyler öğrendim;
Taraf tutmaz
Tanrı bilirim
Kaybetmekten 
Korktuğu için.

Sorular sordum
Sormamam gereken.
Kendime bir
Kefen biçtim
Kendi tenimden.
Sınırlarımı aşmak 
Yasaktır bana.
Yoksul yüreğim
En kuytu kahvem.

Acıya tezhibim,
Hüzne redif.
Yalnızlığın gözlerine
Sürme çeken
Öyle biriyim ki;
Geceleri uykusuz
Kuyuları dinleyen.
Adım büyücüye
Çıktı bu yüzden.

Kendine sürgün 
Bir garip kişiyim;
Kutsallığı zincir gibi
Parmağında çeviren.
Umudu depremden,
Aşkı külden
Bekleyen benim
Aranızda
Yerim yok zaten.

Her canlının büyük bir aşkla yaratıldığına ve tabiatın da o aşkla döşendiğine inanıyorum. Biz de bu aşkın küçük (!) birer tecellisiysek, benim payıma düşen de, haddinden fazla çarpan bir yürek oldu. İsmi ile cismi müsemma olmak bu galiba: Sevdiğini içi ezilircesine sevmek, üzüldüğüne ciğeriyle yanıp tutuşmak...

Kafası hep karışık, bilmediğinden gayrısını bilmeyen biriyim; o yüzdendir Sokrates'e tutkunluğum. Baldıran şerbetini kızılcık şerbeti gibi içişine de.

Montaigne efendi kınasın kınayabildiğince hüznü: "hüzün her zaman zararlı, anlamsız, küçük, pısırık bir duygudur". Reddediyorum; hüzün güftelerin saçını tarayan, besteleri giydirip kuşatan en soylu duygulardan biridir. Hüznü seviyorum, şiiri sevdiğim kadar! Ve en şen şiirde bile eser miktarda hüzün mevcuttur!

Doğum günüm de hüzünlü bir kış günüdür ve o gün bana çok anlamlı gelir: Ülkemin bulunduğu kuzey yarımkürenin en uzun gecesi. Yani Sevgi, en uzun geceden sağ salim çıktı; annesinin rahim karanlığında en uzun gecenin karanlığını eritti ve bir okun yaydan fırlayışındaki büyük cüretle savruldu dünyaya. 

Esas en uzun gecesi acep ne vakit ola? Ne demiş bir şair: "Ben ölürsem akşamüstü ölürüm". Her fani gibi ölümüm üzerine düşünmüşümdür; fakat ilk kez ölüm vaktim üzerine düş kurdum, ve evet, benim ölümüm bir günün sona erişinde olmalı. Gün batımının kızıl pelerinini mavinin üstüne savurduğu saatler günün en şiir anlarıdır. Hiç şiir yazmazsam o âna kadar, en azından şiir gibi bir vakitte ölmeliyim. Gün biterken ben de bitmeliyim. (Bunları düşünürken dinlediğim: Gurûb etti güneş dünya karardı - Beste: Hacı Arif Bey)



Köprüden önce son çıkış şarkısı...

29 Kasım 2015 Pazar

Bağlama, Aşık Veysel ve sehl-i mümteni üzerine notlar

Müzik enstrümanlarından bağlamaya sevgim apayrı bir yerdedir. Gönlümün baş köşesine astım bağlamayı. İçimden doya doya seyrediyorum onu, hayalimde resitaller veriyorum (gerçek yaşamda kenarından geçemesem de!). Tınısını duymazsam o gün tatsız tuzsuzum. Deryada olup susuzum. Yakınlarda kaybettiğimiz Kıvırcık Ali'nin söylediği gibi "tel vurdu beni". 

Bağlama bozkır kokuşludur. Diğerlerine benzemez: Piyano, aristokrat tınılarla salonları çınlatır. Ney, selatin camii tavanlarından yayılıyormuşcasına iç titreten huşuya hapseder insanı. Davul duyuru yapar, meydanları gümbürdetir. Keman, nezih pastanelerde lepiska saçlı sevgilisini bekler. Bağlamaya ise o türküleri çaldıran kara kaşlı-kara gözlü bir yar, bir Türkmen güzeli vardır.

Yalnızca kara sevda mı, başkaldırı da bağlamadan sorulur. Özellikle deyişlerde uygulanan şelpe tekniğinde bağlamanın etiyle kemiğiyle titreştiği duyulur. Bağlama, tüm bedeni ve ruhuyla kendini seve seve teslim eder gibidir. Hatta kimi deyişlerde damarına damarına basılır; o vakit bağlama öfkelenir, kalayı basar ve bir isyan ateşi tutuşturur sanki. Aşağıda fotoğrafını gördüğünüz Pir Sultan Abdal heykelindeki gibi. 



Bu topraklarda bağlama çalışın da, türkü söyleyişin de binbir emek vereni ve dostu var; hangi birini saysak? Aklıma gelen birkaçı: Aşık Veysel, Cengiz Özkan (Aşık Veysel'in günümüzdeki temsilcisi), Erkan Oğur, Erdal Erzincan, Tolga Çandar, Özlem Özdil, Özay Gönlüm (üçlü bağlamasının özel bir adı var: Yaren), Neşet Ertaş (bozkırın tezenesi), Ruhi Su, Mahsuni Şerif, Hasret Gültekin (Sivas'ta katledilen çok genç bir yetenekti), Musa Eroğlu, Ali Ekber Çiçek, Arif Sağ ve aklıma gelmeyen niceleri...

Aşık Veysel'i ilk olarak anmamın özel bir nedeni var. Çok mu iddialı bir lakırdı olacak emin olamıyorum; fakat ne çare, ben dursam kalemim durmuyor: Aşık Veysel, elinde sazı olan Yunus Emre'dir benim gözümde. Hemen dini açıdan bakmayın lütfen. Aşık Veysel'in sözlerinde edebiyatçı takımının sehl-i mümteni dediğinden (yazımı kolaymış gibi görünen ancak derin çağrışımlar uyandıran söz sanatı) fazlasıyla mevcut. Şimdi ben durup dururken "edebiyatçı takımı" diyerek niye onlara sataşıyorum? Yazımın asıl konusundan (bağlamadan) uzaklaşma pahasına buraya kayıt düşeyim: Yıllarca edebiyat öğretmenlerimiz söz sanatlarını uzun uzun anlattıktan sonra son noktayı "sehl-i mümteni" ile koyarlar ve Yunus Emre'den şu örneği verirlerdi: "Ete kemiğe büründüm / Yunus diye göründüm". Neymiş, bu sözler çok sade görünürmüş; ancak kimsenin aklına gelemeyecek bir derinlikteymiş. Doğrudur, eyvallah! Benim itirazım şunlaradır: 

1) Sehl-i mümteni çok kapsayıcı bir söz sanatı gibi görünüyor; örneğin teşbih (benzetme, metafor) gibi sınırları belli değildir, muğlaktır bana kalırsa. Hatta öznelliğin kıyılarında gezinmektedir; yani bir yorumcuya sehl-i mümteni görünen, bir diğerine "hadi canım sen de!" dedirtebilir. Tartışmaya çok açıktır. 

2) Sehl-i mümteni üzerine senelerdir Yunus Emre'nin yukarıda alıntıladığım dizeleri örnek olarak sunulur. Başka? Sehl-i mümteninin Türk edebiyatındaki bütün yükünü bir tek garip Yunus mu sırtlanıyor? Edebiyat öğretmenlerimiz ve kaynaklarımız kendini yenilemeli!

3) Son olarak, sehl-i mümteniyi ayrıca bir söz sanatı olarak sınıflandırmak bana gülünç geliyor! Edebiyatın kendisi sehl-i mümteni değildir de nedir? Şöyle bir varsayımım var buna ilişkin: Yalın, ancak insanı etkileyen, vuran, sarsan bir şey varsa ve edebiyatçılar bunu hiçbir söz sanatına indirgeyemiyorsa, burada sehl-i mümteni kurtarıcı olarak devreye giriyor galiba. Hınzırca olacak ama sehl-i mümteni edebiyatçıların köşeye sıkıştığının resmidir!

Bu notları da düştükten sonra dönelim Aşık Veysel'imize... Aşık Veysel de sehl-i mümteniyi sızdırır inceden inceye. Türkülerinde barındırdığı sehl-i mümteniye ek olarak, Aşık Veysel'i neden Yunus Emre'ye benzettiğime dönersem, bu noktada Tanpınar bana tercüman olacaktır. Tanpınar, Beş Şehir'de Yunus Emre'den bahsederken eşsiz tespitlerde bulunmuştur: "Taptuk Emre'nin müridinde Mevlana'nın zenginliği yoktur. Onun şiiri bir çekirdek gibi kurudur. Sanki bu köylü derviş yazmaz, içinde kaynaşan şeyleri sert bir ağaca oyar. Böyle olduğu için de olabildiğine kendisi, uyandığı toprak ve etrafındaki cemaattir. Fakat Oğuz Türkçesinin tecrübesizliğine rağmen o ne sağlam yürüyüştür ve ne keskin hayallerle konuşur? İnsanın, Yunus'un şiirine kelimeler eşyanın kendisi olarak gelirler, diyeceği geliyor."

Aşık Veysel de köylüdür. Türküleri sade ancak özlüdür: En iyi bilinen örnek: "Uzun ince bir yoldayım / Gidiyorum gündüz gece" Şimdi buradaki dervişane söyleyiş, adeta Yunus gibi, bu topraklardaki milyonlarca insanın yüreğine "oyulmamış" mıdır? Yine Tanpınarca ünlersek: "O ne sağlam yürüyüştür!" Evet, Aşık Veysel'in gece gündüz yürüyüşü ne sağlammış ki, bitmiyor. Yüzyıllar boyunca da süreceğe benziyor. Hayatın kaçınılmaz başlangıcı ve sonu karşısında çaresiz kalan her faninin dudakları bu dizeleri söylemeye mahkum: "İki kapılı bir handa / Gidiyorum gündüz gece" 

Bağlama hocam "Ah be Veysel bir de gözün göreydi, kim bilir daha ne besteler döktürecektin?" demişti bir derste. Aslında bu söz, Aşık Veysel'i eksik tanımaktan kaynaklanıyor; çünkü Veysel'in anlattığına göre kör olduğu için oyalansın diye bağlama eline tutuşturulmuştur. Kör olduğundan ötürü askere de gidememiştir ve buna içi çok yandığından kendini iyice sazına vermiştir delikanlı Veysel. Yani gözünün görmemesidir Veysel'i "Aşık Veysel" yapan. Görseydi; askere gider, çiftiyle çubuğuyla yetinen biri olurdu belki de...


Ben gidersem sazım sen kal dünyada

Gizli sırlarımı aşikar etme

(Fotoğraf: Ara Güler)

Aşık Veysel'in ince zeka örneğiyle dolu sayısız öyküsü vardır. Bunlardan birini paylaşayım, ardından kadim dost bağlamaya yüzümüzü çevirelim yeniden. Yukarıda türkülere emek verenler listesinde ismini zikrettiğim Ruhi Su (opera eğitimi almış bir bas-baritondur; ancak yolunu türkülerden yana çizmiştir) Aşık Veysel'i ziyarete gider. Onun karşısında saz çalar, türküler söyler. Aşık Veysel'in yorumu şu olur: "Dağlarda kır çiçekleri olur, onu alır şehre getirirsen, güzel saksılarda yetiştirirsin. Belki daha güzel bir çiçek olur; ama o eski kokusunu bulamazsın." Kırıp dökmeden eleştirmenin soyluluğu ve inceliği bu olsa gerek.

Benim bağlamayla muhabbetim nasıl diye sorarsanız... Bağlama bana uzaktan göz eden bir nazlı dosttur. Ben ona yaklaştıkça kaçar, yaklaştıkça kaçar. Aslında bende de var hata. Bîvefayım ona karşı; sırlarından bîhaberim. Nasreddin Hoca bir gün almış sazı eline, sol elinin parmaklarını nota perdelerinde hiç gezdirmeden, bir yere sabitlemiş, hababam vururmuş tellere. Tıngırdayan ses, hep aynı ses! Sormuşlar, "Hocam neden böyle çalarsın? Neden senin parmakların diğer saz çalanlar gibi perdeler arasında gidip gelmiyor?" Hoca: "Onlar çalacağı yeri arayıp dursunlar, ben yerimi buldum!" Ben de Nasreddin Hoca misali, birkaç türkümü bulmuşum, şimdilik onlarla avunuyorum. Gelecekte bağlama bana biraz daha yaklaşır mı, yoksa ben onu bir kuytuda gafil avlar da kendime çeker miyim, bilmiyorum.

Bu yazı, bağlamaya yakışır şekilde sonlanmalı! O halde gelsin Özay Gönlüm'den "Bağlamamın Düğümü". Hem bağlamaya, hem de ay yüzlü, keman kaşlı, eli kınalı yavukluya sevimli bir güzelleme. Bunca kan ve gözyaşının ortasında bizi bir arada tutabilecek, elimizde kalan son sığınaklarımızdan bir türkü...



12 Kasım 2015 Perşembe

Üç kulhüvalla bir evham

Dostlar, Romalılar, vatandaşlar!... Çok fena evhamlardayım! Sebep: Kendim ettim, kendim buldum, kendim kaşındım. Doktora denen illet mi, zillet mi, ne karın ağrısıysa artık, ona başladım ya bir kez, yarım bırakıp kaçamıyorum da! Tez yazım aşamasındayım; fakat şu tez, tez bitemiyor! Üç vakte kadar üç ihlas üflenişi çabukluğunda bitmeli, yoksa?!...

Doktora eğitiminin tez aşamasında düzenli aralıklarla tez izleme komitesi (TİK) toplanıyor. 
TİK'in olduğu günün sabahı, kendimi koca bir Kafkaesk böceğe dönüşmüş olarak buluyorum yatağımda. Böcek olarak uyanınca tüm gün böcek olarak geçiyor tabii. Dualar ederek yollara koyulsam da, yok yok, o gün meleklerin hepsi olay mahallinden sıvışmıştır çoktan. Toplantıdan önce hocaların gelmesini beklerken o asık suratlı odalarda kusasım geliyor! Ve hocaların gözünden hiçbir eksik kaçmıyor, röntgenimi çekip tutuşturuyorlar elime: "Al bak bu senin tez dediğin müsvedde! Bunlar da içindeki rezil kara delikler! Nihahaha..." Böyle davranmıyorlar elbet, yapıcı eleştirilerde bulunuyorlar; fakat bendeki yankıları bu! Ben arızalıyım çünkü. 

Sorun doktorada değil aslında. Sorun, yaptığım işe inanmamam, bundan zerre kadar heyecan duymamam. Hani şimdi okuduğun 
şu alelade satırlar var ya, onları bile içimden taşan bir mutluluk ve coşkuyla yazıyorum. Taştığı için yazıyorum zaten. Yazarken kelimelere çiçek açtırıyormuş gibi hissediyorum. Yazmak bir iddiadır, buna katıksız inanıyorum. Ve benim şu yazdıklarımın -Dostoyevski'nin iddiası kadar heybetli ve ölümsüz olmasa da- mütevazı bir iddiası var arkasında durduğum. Ancak tezimde ben bunu göremiyorum şimdilik; o nedenle elim yazmaya ve verileri çözümlemeye gitmiyor. Arkasında duramayacakmışım, tüm varsayımlarım çöküverecekmiş gibi geliyor. Bu süreçte anladım ki benden akademisyen çıkmıyor, basmadan abiye dikilemiyor!

Şiir okuyorum, hayal dokuyorum, felsefenin şapkasını önüme koyup düşünüyorum; gel gör ki tezimle ilgili lütfedip kaynakları karıştırmıyorum. Keşke biri o eski Türk filmlerinden fırlayıp gelse, elimden tutup şefkatten titreyen sesiyle bana "Nen var kuzum?" dese içimi döküp rahatlayacağım; fakat heyhat! Herkes bitir diyor, başka da bir şey demiyor. Ben de tutmuş hâlâ buralarda oyalanıyorum. Sen de uyarsana beni, okuyucu, bitir şu tezi diye!...

Tek

Alışveriş merkezleri üzerine durup düşündünüz mü hiç? Yerden biter gibi ne zamandan beri türedi bunlar? Ve sayıları son yıllarda neden bu kadar hızla artar oldu? Hayatımızı işgal eden bu çok katlı-çok çalımlı yapıların, şehirleri bizlere dar eden varlığına memnuniyetle boynumuzu uzatmaktayız. Fakat benim fena halde boğazımı sıkıyor bu yerler, nefes alamıyorum ve bir süre sonra başım dönüyor oralarda. Bunu çevremdekilere aktardığımda değişik tepkiler alıyorum; ancak benim gibi eski kafalı (!) birkaç dost da meğer benden farksızmış. Hay yaşayın, yalnız değilmişim. AVM'lerin beni hem fiziksel hem ruhsal anlamda yormasını, oraların yoğun ışıklandırma düzenine, havasızlığına ve kalabalıklığına bağlamıştım. Bahsettiğim dostlarımla sohbetlerim sayesinde bende yeni farkındalıklar oluştu. İster adına komplo teorisi deyin, ister gerçeklik: AVM'lerde o dükkan senin, bu dükkan benim koşturan insanların üzerinde yoğun bir alma/tüketme/harcama enerjisi varmış ve bu kötü, kirli enerji bizim gibi savurganlığa meyli olmayanları yoruyormuş. Kulağa mantıklı geliyor.

AVM yorgunluğunun üzerime kara bulut gibi çökmesinin bir diğer nedeni de, ağır telkin bombardımanına maruz bırakılmam sanırım. Subliminal telkinler üzerine okuyasıya dek etkilerinin pek farkında değildim. Yeni yeni uyansam da kendi hesabıma seviniyorum; zira biraz daha kendimi ve sevdiklerimi koruma şansım var artık. Örneğin, AVM'lerdeki dükkanlarda çalan müzikler genelde temposu yüksek, yerli-yabancı pop müzikler ve tempolu müziklerin satın almayı tetiklediğini duymayan kalmadı. Benim keşfettiğim asıl ilginç nokta şu: Mağazalarda herhangi bir radyo kanalı ya da müzik kaydı çalınmıyor. Sözgelimi A mağazasına girdiğiniz zaman şarkı aralarında spiker devreye giriyor ve tıpkı radyo yayını gibi o mağazaya has duyurular yapıyor: "A mağazalarında alışveriş keyfinin tadını çıkarın. Falanca ürünlerde şu kadar indirim, filanca ürünlerde..." veya "Mağazamız Adana şubesinden satış sorumlumuz Ayşe hanımın doğum gününü kutlar..." Belli ki bu yayınlar kurumlara özel ağ bağlantıları, yani intranet gibi, ülkenin dört bir yanında yalnızca o mağazanın şubelerine özel canlı yayın yapıyor. Ne var bunda, diyebilirsiniz. Şu var (Yine ister komplo teorisi deyin, ister gerçeklik): Bu yayınlardaki müziklere işitsel telkin yerleştirilmediğinden nasıl emin olabiliriz? Ben yerleştirildiğinden eminim. Kulaklarımız duysun duymasın, fısıltı halinde dahi olsa bilinçaltımız onları "aldım, kabul ettim" şeklinde beynimizin kıvrımları arasına yerleştiriyor ve davranışlarımızı o doğrultuda biçimlendiriyor. Hatta bu telkinleri duyduğum da olmuştur: Bir mağazada çalan parçada: "Al al al al al al..." diye adeta sonsuza akıp giden emirler silsilesi vardı. Ama öylesine ustalıkla yerleştirilmiş ki parçanın içine, duymak için gerçekten dikkat kesilmek gerekiyor. İlk başta kendimi sorgulamıştım bile: "İyice sıyırdın" diye, ancak hayır, tekrar tekrar dinleyince yanılmadığımı anladım.

Ne hazindir aslında... Sözünün üstüne söz ettirmeyen, ricaya gelemeyen, herkese kafa tutan sayısız insan bu sinsi telkinlerin esiri olmuştur. AVM'lerde delicesine pılı pırtı didikleyen insanların manzarası bana çok acınası geliyor. Bir de girilen mağazalara göre statü artıyor. Vay canına. Taksit taksit de olsa, kıyısından köşesinden lükse ve ihtişama "yanaşmak" tam bir küçük burjuva tutkusu... Yanaşma burjuva!

Gorki, küçük burjuvayı tanımlarken "Her küçük burjuvanın temel özelliği kendisinin bir tek, "eşsiz" olduğuna inanmasıdır" demiş. Ah be Gorkim, sen istemeyerek de olsa reklamcıların metinlerinin altyapısını hazırlamışsın sanki. Baksana ünlü bir makyaj markasının sloganına: "Çünkü ben buna değerim". "Bir şeyi kırk kere söylersen olur" sözüne güler geçerdim; meğer bir hakikati işaret ediyormuş. Bu cümlenin reklamlarda bilinçaltına defalarca işlendiğini biliyoruz: Çünkü ben buna değerim. Çünkü ben buna değerim. Çünkü ben buna değerim. Çünkü ben buna değerim. Çünkü ben buna değerim... Bir süre sonra "Evet ya, ben buna değerim" diyoruz. Çok mu basit? İşte bu kadar basit! Çünkü bilinçaltımızın çalışma prensibi de böyle basit. Düğün hazırlıklarında da denmiyor mu: "Ömründe bir kere yaşanacak!", "Gelinlik bir kere giyilecek!", "Eşyalar bir kere alınacak!". Bunlardan hareketle başlanıyor yaygaraya: "Ben eşsizim, düğünüm de eşsiz olmalı, o yüzden benim istediğim şatafatlı mekanlar tutulacak, pahalı eşyalar alınacak." Sırf bu zavallı nedenden ötürü kavga eden, birbirini hırpalayan, hatta son anda evlenmekten cayan o kadar çok çift tanıdım ve duydum ki!...

Bu duruma karşı seçeneğimiz yok mu? Tam tersi bir kutba mı savrulalım; yani kınayanların kınamasına aldırmayan Melâmetilere mi karışalım, "bir lokma bir hırka" düsturunca mı yaşayalım? Doğrusu buna benim itirazım yok, fakat az tüketmekten kendime bir dervişlik makamı bahşedecek değilim! Ben derviş de değilim, benim gibi düşünenler de değil. Nefsimiz durmaksızın sesleniyor en işveli sesiyle (ki galip geldiği de oluyor!). Toplum da bizi yontmuş bir kere; ama neyse ki farkındalıklarımızı törpüleyememiş. 

Ben şu noktadayım: Ben tekim, sen de teksin ve eşsizsin. Parmak izinle, ayak izinle, ısırdığın elmadaki diş izinle, sevdiklerinin kalbindeki izinle, gök kubbede baki kalan sedanla senden başka sen yok, dünyaya gelmedi ve gelmeyecek (Yani Gorki'ye katılmıyorum). Ama bunun hakkını vermen için bir marka değerine ihtiyacın yok, senin öz değerini yansıtacak yolları tutman gerek. Senin farklılığına, tekliğine ve "insan"lığına kanıt; kıyafetindeki etiket, bindiğin araba, elinde tuttuğun telefon değil; adından söz edildiğinde insanların bunu nasıl tonladığı! Tatlı tatlı mı çınlıyor kulakların, yoksa siren sesi gibi mi? İyilik ve güzelliğin kokusunu bırakır mısın gittiğin yere? Darda kalmışlara elinden geldiğince yardım mı edersin, yoksa dolabına bir takım elbise daha mı eklersin? Hiçbir şey yapamasan da bağışların en güzeli, gülümseyişinden mahrum bırakır mısın çevrendekileri?

Aşık Daimi ne hikmetli söylemiş: "Kainatın aynasıyım / Mademki ben bir insanım / Hakkın varlık deryasıyım / Mademki ben bir insanım". İşte sen, kainatın aynasısın ey insan! Galaksideki yıldızlardan fazla hücre sığdırılmış içine. Dünya kabuksa sen çekirdeksin, içinde milyonlarca yeni çekirdeğin tohumunu taşıyan çekirdek... Sen, insan! Dünyanın çekirdeği, yaratılmışların en şereflisi, Hakkın varlık deryası! Şimdi yavaşça yere bırak o doldurduğun alışveriş sepetini!

5 Kasım 2015 Perşembe

Yaşlı başlı bir yazı

Etrafımdaki yaşlılar beni şaşırtıyor. Bu şaşkınlığımı kuşak çatışmasıyla filan açıklamaya girişecek değilim. Tuhaf alışkanlıkları, kemikleşmiş ifade kalıpları, hatta kimi zaman görgüsüzlük boyutuna sıçrayan yadırgatıcı davranışları var. Aslında ben yaşlı insanları seviyorum; bir gazetecinin deyimiyle onlar "ak saçlı delikanlılarımız"dır bizim. Bilgelikle tecrübeyi harmanlayarak yaşama canla başla sarılan delikanlılardan benim gibilerin öğrenecek çok şeyi var. Fakat bezgin ihtiyarlarda, onların söyleyişiyle, "kocamışlar"da keramet arayamam. Sait Faik bir öyküsünde "yalnızca namazlarını ve torunlarını düşünen ihtiyarlar"dan bahseder. Tıpkı kendi köşesinde olup bitenler haricindekilere yüz çevirenler gibi. Müzik dinlemezler, gazete okumazlar. Havadaki bir sineği kovar gibi ukdelerini, gerçekleşmemiş düşlerini elleriyle kovarken "Bizden geçti evladım." derler, pardon, ne geçti?... Renklere ambargo koyarlar; kırmızı yasak, yeşil yasak, mor yasak... Karaları bağlayıp otururlar. Düğün bayramda eğlenmek şöyle dursun, ağız dolusu gülmeyi suç sayarlar. Fazladan bir dakika yaşamaları onların kabahatiymiş gibi suskunlukta boğarlar zamanı. Elbette hastalıklar ve yılların katmerlenmiş dert yükü bir kamburdur sırtlarında ve sızlanışları sebepsiz değil. Fakat bir insanın ölüme kurulu bir çalar saat gibi pineklemesini aklım almıyor. 

Görgü perdesini yırtıp atan ihtiyarlara ne diyelim? "Zaten bir ayağım çukurda, sizinle ve kurallarınızla işim kalmadı artık ey dünyalılar" dercesine yerleri adeta tükürüğüyle kırbaçlayan ve akabinde gayet mağrur bir edayla camilere doluşanlar... Ya da bir şeyler yiyip içtikten sonra dilleriyle her şükrettikçe gastritli midelerine de gürültüyle şükrettirenler... Hayır, hayır, böyle yaşlanmak değil; büyümek ve olgunlaşmak farzdır bize.

65 yaş üstü yurttaşlara toplu taşım araçlarında ücretsiz ulaşım hakkı tanındığından beri Eskişehir'deki taşıtlarda kapasitelerinin çok üstünde bir yolcu kalabalığı var. Ve bu kalabalıkların çoğunluğunu bu yurttaşlar oluşturuyor. Eskişehir'deki öğrenci yoğunluğu da buna eklendiğinde tramvay ve otobüslerdeki tabloyu varın siz gözünüzde canlandırın. Fransız İhtilali'nin (bayraklı kadının ön safta yürüdüğü) o sembol tablosunu mu ararsınız, İstanbul'un fethini mi? Mecazi anlamda söylemiyorum, gerçekten "genci yaşlısı" her sabah cenge gidiyor! Etten duvarları kulaç atarak yaranlar, nezaketin her kılığını deneyip son çareyi şirretlikte bulanlar... O hengâmede koltuk kavgası, boş yer şamatası gırla. Böyle bir taht kavgasını Sultan Süleyman dahi görmemiştir! Nitekim bu tantanalara ne zaman şahit olsam, o kudretli hükümdarın "Saltanat dedikleri ancak cihan kavgasıdır" dizesi (ne ilgisi varsa?!) aklıma gelir ve gülümsetir beni.

Yer kavgası demişken, yıllar önce bir arkadaşımın taşıtlarda yaşlılara neden yer vermediğine ilişkin bir savunmasından söz edeyim. Özellikle yaşlı teyzeler için "Kurabiye canavarı onlar, kurabiye canavarı!... Ellerinde terlik çantalarıyla günden gelirler. Benim bütün gün pestilim çıkmış çalışırken, bir de onlara yer mi vereceğim?" dediğini dün gibi anımsarım. Haklı mı derseniz, kendince haklı görünüyor. Fakat kimin ev gezmesinden, kimin -sözgelimi- hastaneden yorgun geldiğini nasıl tespit edeceğiz? Kalbimizi temiz tutalım arkadaşlar. İster altın gününden gelsin, ister torununun yanından. Bizim enerjimizle onlarınki bir değil (95 yaşındaki yogi Kazım hariç). Varsın, biz fazladan yorulalım, vicdanımızı yormayalım. Uyur numaralarına, telefonumuzla ilgilenip dünyayı unutuyormuş ayaklarına yatmayalım. 

Bir de ibadetlerin boyunduruğuyla hareket alanlarının kısıtlanmasına hayıflanıyorum sevimli ihtiyarlarımızın. İbadet insanı arındırır ve kuş gibi hafifletmez mi? Nayır, nolamaz, bu diyarlarda ağır olan, molladan sayılıyor! Özellikle hacdan dönenlere "Sen hacısın şunu yap! Bunu giymek sana yakışmaz!" gibi toplumun dikte ettiği saçmasapan kanunlar silsilesi var. Bu noktada ben, Kütahya'nın saz ozanlarından Hisarlı Ahmet'in tavrını kendime kutup yıldızı belledim. Anlatılır ki, Hisarlı Ahmet, hacca gidip döndükten sonra da sazını çalmaya devam edince çevresindekiler onu kınamışlar sen hacca gittin, bırak artık sazı diye. Hisarlı Ahmet'in yanıtı epey kükreyişli: "Ben sazımla Allah'a sizlerden daha yakınım!"

İbadet ve kadere razı geliş, dini hükümler de, yaş ilerleyince dünyayla tüm alışverişi kesmek diye bir emir mi var da her şeyden elini eteğini çekmek kutsanıyor? Kaldı ki, kişinin inancının kalitesi ve gerçek kişiliğinin nabzı insanlar arasında, mücadelenin tam ortasında atıyor. Ve herkesin mücadele biçimi farklı. Hisarlı Ahmet de sazıyla belki bir sesi çıkmayının sesi, onun yarasının merhemi olmuştur, kim bilir?

Yaş almak güzeldir; fakat görgüsüz, nobran veya yılgın bir ihtiyara dönüşmeden olursa tabii. Yine de dile kolay, kapıda ölüm beklemekte. O eşiğe yaklaşmanın huzursuzluğunu, ilerleyen hastalıkların yıpratıcı törpüsünü asla yadsıyamam. Ancak herkes eninde sonunda bunu yaşayacak, kimsenin bu hususta ne eksiği ne fazlası var. O halde hüznüyle ama bir o kadar asaletiyle yaşanmalı bu süreç. Bu anlamda somut bir örnek görmek istenirse Yıldız Kenter'in baş rol aldığı "Hanım" filmini öneririm.

Bu yazının da sonuna geldik birlikte ey okuyucu; fakat ben, anlatıcı, biraz yoruldum. Şöyle bir köşeye geçip soluklanayım. (Yoksa yaşlanıyor muyum?) Seni de bu arada Türk şiirinin ölümsüz şövalyesi, hiç yaşlanmamış kaptan, Attila İlhan'la baş başa bırakayım.

ihtiyarlar balladı
onlara ün mü gelir bazı bir ses mi duyarlar
yumuşak bir kedere ufalır bakışları
idam mahkumlarıdır aslında ihtiyarlar
ölüme koşullanmış bütün davranışları
yorgun öksürükleri oturup kalkışları
       yaşayıp durmaktan gizlice utanırlar
       her gece artık gitmek vaktidir sanırlar
       geçmiş günlerinden bir destek aranırlar
uysal bir gülümseme tek sızlanışları
idam mahkûmlarıdır aslında ihtiyarlar
ölüme koşullanmış bütün davranışları

yolculuk sabaha mı yoksa akşam üstü mü
aylardan bu ay mı günlerden acaba ne gün
yılan gibi çöreklenmiş bu boğuk kördüğümü
çözebilirsen çöz çözememekten üzgün
kaç kere hesabını çıkarırlar bir ömrün
     şu yağmurlu güz dünyadaki son güzü mü
     bir daha yiyecek mi yediği şu üzümü
   ya uykuda giderse söylemeden son sözünü
ölmek var mı farkına varmadan öldüğünün
yılan gibi çöreklenmiş bu soğuk kördüğümü
çözmeye uğraşırlar çözememekten üzgün

bakılan her resim bütün bir ömrü saklar
ellerini kaldırsalar yıllar dökülüşür
birazdan yalıda sanki buluşacaklar
bir yerde saat çalsa o sevgili görünür
umut heykeli midir ay ışığı örtünür
       bir pencere açılsa unutulmuş şarkılar
       çocuk bahçelerinden nasıl yankılanırlar
       kalkan her vapurda giden bir yolcu var
gönderilen her mektup onları götürür
idam mahkumlarıdır aslında ihtiyarlar
sabahtan akşama hergün kaç kere ölür


NOT: Bu satırlar yazılırken şair Gülten Akın'ın aramızdan ayrıldığını öğrendim. Bu haberi özellikle burada bildirmeyi bir ödev sayıyorum; çünkü yaşamın son anına kadar düşünerek ve üreterek var olmanın en "incelikli" örneği vücut bulmuştur onda. Ruhu şad olsun. 

28 Ekim 2015 Çarşamba

Cumhuriyet


"Yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz." cümlesi tarihin kaydettiği en dramatik sözlerden biri. Bir liderin, devrinin süratle aleyhine işleyen çarklarını milim milim tersine döndürüşü ve zaferini sabırla, ilmek ilmek dokuyuşunun zirve noktası. Henüz dumanı kalkmamış bir yangın yerinin küllerini silkeleyip yeniden kanatlanma hikayesi... Her geçen gün artan özlem, minnet ve saygıyla...

22 Ekim 2015 Perşembe

Ankara

Ankara... Rüküş ışıklarını takınmış, geceyi karşılıyordu hafta sonu gittiğimizde. Birkaç akrabalık ve arkadaşlık dışında Ankara'yla hiçbir mecburiyet bağım yok. Anıtkabir, ODTÜ'm ve bazı tarihi mekanlar müstesna, Ankara bana gidilesi hiçbir yer vaat etmiyor.

Şehrin hançeresi yırtılıp üstüne dev bir şantiye oturtulmuş; o yüzden boğuk ve dumanlıdır kış öksürmeleri. İş makinelerine göz ucundan bakıyorum; bozuntuya vermeden gümbürtüyle geviş getiriyorlar, toz püskürtüyorlar. Yığın yığın hafriyat malzemesinin yaladığı caddelerde zevksizlik abideleri boy atıyor. Bunları görmüşcesine Tanpınar ne güzel söylemiştir: "Zengin malzeme ile hamlesiz bir nizamın mahsulü olan bu binalar sadece bir kalıp, boş, manasız bir cümle gibi zekayı bir müddet yorduktan sonra "ben bir hiçim!" diye zaafını itiraf ediveriyor." Ankara'nın geldiği nokta da bu: Ülkenin her şeyini ifade edebilecekken hiçlik girdabında takvim eskitmek! 

3. sınıf bir pavyon şarkıcısının ağzında yazık edilmiş bir türküdür Ankara, seymenlere yakışmayan! Kurtuluş Savaşı'nın izlerini bir madalya gibi onurla taşımaktan gocunup bayağı makyaj cambazlıklarıyla çarçabuk saklama telaşında. Ve ne yazık ki, medeniyetle ilk çekingen dansların yapıldığı Cumhuriyet Ankara'sı, Cumhuriyet'in Ankara'sı olarak da kalamadı. Zamanın ilerleyişini durdurmak ne mümkün; fakat Ankara bu kadar hızlı çökmemeliydi. Yıllar olgunlaştırmalıydı onu. Zarif bir Cumhuriyet şehri olmalıydı; geçkin bir deli saraylı değil. Artık Ankara, ciğer yiyen şaklabanların ve daltabanların siyaset gayyasında çamur yuvarladıkları bir koca kasabadır. Zira İlber hocanın üstüne basa basa söylediğı "kasabalılık"ın tüm kokmuş alametlerini boynuna dolayıp iftiharla taşıyandır. Kent değil, başkent hiç değildir. Alışveriş merkezlerini utanmaz arlanmaz birer tapınak haline getiren akbabaların platosudur...

21 Ekim 2015 Çarşamba

1+1=3

"Cim karnında bir nokta" diye çok sevdiğim, fakat günlük konuşmalarda kullanılmayarak unutuluşa yüz tutmuş bir deyim var. "Cahil" veya "acemi" anlamına geliyor.

Ben de, içinin noktasıyla, cim harfi gibiyim şimdi. Noktamın cahili ve acemisiyim. Onunla ilgili şimdilik hiçbir şey bilmiyorum. Bu suskun noktam yeterince güçlüyse, gitgide büyüyecek ve üç noktaya tamamlayacak küçük evrenimizi...



11 Ekim 2015 Pazar

Yiğit iken ölenlere: Ankara, 10 Ekim 2015

YARIN DİYE BİR ŞEY VAR

bilirim yarın diye bir şey var
çeliğin su katılmamış yanı
ırmakların geçilecek, fırtınaların 

                                             dinecek

bir yanı var
ömrümüzün
belki bir gün gülecek.

selam verip
selam alacak

                               barışa kardeşliğe

hep tok yatan
çocuklar görecek

el ele
aşklar, omuz omuza 
                                           dostluklar

ne dikenli teller olacak
ne tanklar tüfekler

ne tüberküloz kalacak
ne lösemi

ne işsizlik
ne banka
ne borsa

süt gibi duru ve ak
ekmek gibi sıcak

                                              bizim de
                                              bizim de

günlerimiz olacak.

güle değecek
kuşların kanadı

ve kuşlar sırtlarında
gül taşıyacak

kardeşlerim koşar adım
moraran beyazla

zincirlerimizle
yaralarımızla

ırmakların geçilecek, fırtınaların 
                                             dinecek

bir yanı var
ömrümüzün
belki bir gün gülecek.

Behçet Aysan

10 Ekim 2015 Cumartesi

Sertifika koleksiyonerleri

Rahatsızlığım dolayısıyla sayısız hekim ve terapist gezmişliğim oldu. Birçoğunun beslendiği ekoller, akımlar ve sertifikalar olmuştur. Sertifikalar diyorum; zira bazılarının duvarları kaplayan gurur belgeleri beni biraz gülümsetmiştir. Eskiden, yani okullarda dağıtılan takdir-teşekkür belgelerinin bu denli ayağa düşmediği zamanlarda, kimi veliler çocuklarının varsa böyle belgeleri, çerçeveletip duvara asarlardı. Tıpkı bazı terapistlerin ya da koçların ofis duvarlarındaki gibi!

Şekerci vitrini misali renk renk dizilmiş sertifikalara göz attığınızda gördüğünüz ifade genelde şudur: Bilmem hangi tarihle bilmem hangi tarih arasında falanca eğitimimizi başarıyla tamamlayan Fişmanca işbu sertifikayı almaya hak kazanmıştır. İmza: Filanca.

Eğitimlerin süresine baktığınızda bir gün, bilemediniz 2-3 gün sürdüğünü görürsünüz. Hastalığın yıprattığı yorgun insan, teslim bayrağını çekmeye dünden razı; "Bu kadar kısa sürede bu kadar çok sertifika toplamış insanlar herhalde allâme-i cihan olmalı" yanılgısına kendisini bile isteye kaptırıyor. Hatta bazı uzmanlar, aldıkları her sertifikayla kartvizitine bir sıfat daha ekleyebiliyor. Aynı anda yedi-sekiz sıfatı bünyede toplayabilmek de zor iş olsa gerek! 

Her unvanın altını bu kadar kalın çizgilerle çizenler acaba hakkıyla altını doldurabiliyor mu? Bunu değerlendirebilecek durumda değilim. Ancak benim bir uzmandan beklediğim - muhtemelen pek çok insan da bunu bekler - keskin gözlem gücü ve olumlu tutumdur. Çarşı pazar gezmemiş, toplu taşım araçlarına hiç binmemiş, envayi çeşit insanın kaynaştığı yerleri bir laborant titizliğiyle incelemeyen ve en önemlisi insan insana, can cana sohbeti terapi odasıyla sınırlayan psikolog, psikiyatr, pedagog, vb. sınıfta kalmaya mahkumdur.

Bir önceki paragraftaki "vb." içine "koç"lar dahil edilebilir mi? Ne yalan söyleyeyim, bana tuhaf geliyor şu koçluk işi. Her konunun koçu türedi! Haberlerde en son yakaladığım bir "alışveriş ve makyaj koçu"ydu; çok şükür oraya kadar uzanmışlar! Yaptığı da şuymuş: Koç, koçluk talep eden kişiyle sözleşip alışverişe gidiyormuş ve o kişiye tavsiyelerde bulunuyormuş. Eh, o halde pek çok kadın birbirinin koçudur dense yeridir. (Bu durumda, kadın kadının kurdudur sözü de tarihe karışıyor!)

Aslında herkes biraz birbirinin koçu gibi bu ülkede. Akıl hocası. Nasihat en ucuz tüketim nesnesi! Egoyu uçuran bir şeyler var karşımızdaki insanı doldurmakta. Haydi bozmayayım, dalgasına taş atmayayım bana nasihat edenin diyorum, ama bazen o kadar yoruluyorum ki kafa sallamaktan! Karşımdakinin dili durur mu, bulmuş bedava dinleyiciyi, koçluğunun damak çatlatan tadını çıkarıyor!

Bir gün danışmanlık/koçluk içeren bir tanıtım konuşmasına davet edildik. Hatır gönül, ayıp olmasın, arada akraba var diyerek gittik. Zaten bizden başka da dinleyici yoktu. (2 kişiydik). Bedava dinleyici vaziyetindeydik yine! Bu, komedinin bir parçasıydı. Danışman/koç konuşmasında günümüz insanının iletişim kurmadığından yana yakıla dem vurdu, dakikalarca lügat paraladı. Komedinin diğer parçası; sonradan öğrendiğime göre bu arkadaş, bayramlarda zahmet edip yakınlarına telefon açmaktan kaçıyordu!

O halde neyleyim ben böyle koçu?! İnsanlardan emin olmak çok güç; kitaplara sırtı dayamak en iyisi! Kitaptan âlâ koç mu olur! Danışmanlık/koçluk bağlamında beni asla yanıltmadı, tuzağa düşürmedi kitaplar. Hele bir düşünün aradaki uçurumu: Cemil Meriç'in, Kemal Tahir'in, Gorki'nin, Shakespeare'in yanı başında bir saat geçirmek mi akıl kârı, yoksa yukarıda bahsettiğim sade suya tirit, lâf kalabalığını dinlemek mi? Kabul, biraz düz kafalıyım; hemen genelleme yanılgısına düşebiliyorum. Ama ben almayayım, alanlara da engel olmayayım. Koçluk yapanlara da "koçum benim!" diyerek bu yazıyı noktalayayım.