29 Kasım 2015 Pazar

Bağlama, Aşık Veysel ve sehl-i mümteni üzerine notlar

Müzik enstrümanlarından bağlamaya sevgim apayrı bir yerdedir. Gönlümün baş köşesine astım bağlamayı. İçimden doya doya seyrediyorum onu, hayalimde resitaller veriyorum (gerçek yaşamda kenarından geçemesem de!). Tınısını duymazsam o gün tatsız tuzsuzum. Deryada olup susuzum. Yakınlarda kaybettiğimiz Kıvırcık Ali'nin söylediği gibi "tel vurdu beni". 

Bağlama bozkır kokuşludur. Diğerlerine benzemez: Piyano, aristokrat tınılarla salonları çınlatır. Ney, selatin camii tavanlarından yayılıyormuşcasına iç titreten huşuya hapseder insanı. Davul duyuru yapar, meydanları gümbürdetir. Keman, nezih pastanelerde lepiska saçlı sevgilisini bekler. Bağlamaya ise o türküleri çaldıran kara kaşlı-kara gözlü bir yar, bir Türkmen güzeli vardır.

Yalnızca kara sevda mı, başkaldırı da bağlamadan sorulur. Özellikle deyişlerde uygulanan şelpe tekniğinde bağlamanın etiyle kemiğiyle titreştiği duyulur. Bağlama, tüm bedeni ve ruhuyla kendini seve seve teslim eder gibidir. Hatta kimi deyişlerde damarına damarına basılır; o vakit bağlama öfkelenir, kalayı basar ve bir isyan ateşi tutuşturur sanki. Aşağıda fotoğrafını gördüğünüz Pir Sultan Abdal heykelindeki gibi. 



Bu topraklarda bağlama çalışın da, türkü söyleyişin de binbir emek vereni ve dostu var; hangi birini saysak? Aklıma gelen birkaçı: Aşık Veysel, Cengiz Özkan (Aşık Veysel'in günümüzdeki temsilcisi), Erkan Oğur, Erdal Erzincan, Tolga Çandar, Özlem Özdil, Özay Gönlüm (üçlü bağlamasının özel bir adı var: Yaren), Neşet Ertaş (bozkırın tezenesi), Ruhi Su, Mahsuni Şerif, Hasret Gültekin (Sivas'ta katledilen çok genç bir yetenekti), Musa Eroğlu, Ali Ekber Çiçek, Arif Sağ ve aklıma gelmeyen niceleri...

Aşık Veysel'i ilk olarak anmamın özel bir nedeni var. Çok mu iddialı bir lakırdı olacak emin olamıyorum; fakat ne çare, ben dursam kalemim durmuyor: Aşık Veysel, elinde sazı olan Yunus Emre'dir benim gözümde. Hemen dini açıdan bakmayın lütfen. Aşık Veysel'in sözlerinde edebiyatçı takımının sehl-i mümteni dediğinden (yazımı kolaymış gibi görünen ancak derin çağrışımlar uyandıran söz sanatı) fazlasıyla mevcut. Şimdi ben durup dururken "edebiyatçı takımı" diyerek niye onlara sataşıyorum? Yazımın asıl konusundan (bağlamadan) uzaklaşma pahasına buraya kayıt düşeyim: Yıllarca edebiyat öğretmenlerimiz söz sanatlarını uzun uzun anlattıktan sonra son noktayı "sehl-i mümteni" ile koyarlar ve Yunus Emre'den şu örneği verirlerdi: "Ete kemiğe büründüm / Yunus diye göründüm". Neymiş, bu sözler çok sade görünürmüş; ancak kimsenin aklına gelemeyecek bir derinlikteymiş. Doğrudur, eyvallah! Benim itirazım şunlaradır: 

1) Sehl-i mümteni çok kapsayıcı bir söz sanatı gibi görünüyor; örneğin teşbih (benzetme, metafor) gibi sınırları belli değildir, muğlaktır bana kalırsa. Hatta öznelliğin kıyılarında gezinmektedir; yani bir yorumcuya sehl-i mümteni görünen, bir diğerine "hadi canım sen de!" dedirtebilir. Tartışmaya çok açıktır. 

2) Sehl-i mümteni üzerine senelerdir Yunus Emre'nin yukarıda alıntıladığım dizeleri örnek olarak sunulur. Başka? Sehl-i mümteninin Türk edebiyatındaki bütün yükünü bir tek garip Yunus mu sırtlanıyor? Edebiyat öğretmenlerimiz ve kaynaklarımız kendini yenilemeli!

3) Son olarak, sehl-i mümteniyi ayrıca bir söz sanatı olarak sınıflandırmak bana gülünç geliyor! Edebiyatın kendisi sehl-i mümteni değildir de nedir? Şöyle bir varsayımım var buna ilişkin: Yalın, ancak insanı etkileyen, vuran, sarsan bir şey varsa ve edebiyatçılar bunu hiçbir söz sanatına indirgeyemiyorsa, burada sehl-i mümteni kurtarıcı olarak devreye giriyor galiba. Hınzırca olacak ama sehl-i mümteni edebiyatçıların köşeye sıkıştığının resmidir!

Bu notları da düştükten sonra dönelim Aşık Veysel'imize... Aşık Veysel de sehl-i mümteniyi sızdırır inceden inceye. Türkülerinde barındırdığı sehl-i mümteniye ek olarak, Aşık Veysel'i neden Yunus Emre'ye benzettiğime dönersem, bu noktada Tanpınar bana tercüman olacaktır. Tanpınar, Beş Şehir'de Yunus Emre'den bahsederken eşsiz tespitlerde bulunmuştur: "Taptuk Emre'nin müridinde Mevlana'nın zenginliği yoktur. Onun şiiri bir çekirdek gibi kurudur. Sanki bu köylü derviş yazmaz, içinde kaynaşan şeyleri sert bir ağaca oyar. Böyle olduğu için de olabildiğine kendisi, uyandığı toprak ve etrafındaki cemaattir. Fakat Oğuz Türkçesinin tecrübesizliğine rağmen o ne sağlam yürüyüştür ve ne keskin hayallerle konuşur? İnsanın, Yunus'un şiirine kelimeler eşyanın kendisi olarak gelirler, diyeceği geliyor."

Aşık Veysel de köylüdür. Türküleri sade ancak özlüdür: En iyi bilinen örnek: "Uzun ince bir yoldayım / Gidiyorum gündüz gece" Şimdi buradaki dervişane söyleyiş, adeta Yunus gibi, bu topraklardaki milyonlarca insanın yüreğine "oyulmamış" mıdır? Yine Tanpınarca ünlersek: "O ne sağlam yürüyüştür!" Evet, Aşık Veysel'in gece gündüz yürüyüşü ne sağlammış ki, bitmiyor. Yüzyıllar boyunca da süreceğe benziyor. Hayatın kaçınılmaz başlangıcı ve sonu karşısında çaresiz kalan her faninin dudakları bu dizeleri söylemeye mahkum: "İki kapılı bir handa / Gidiyorum gündüz gece" 

Bağlama hocam "Ah be Veysel bir de gözün göreydi, kim bilir daha ne besteler döktürecektin?" demişti bir derste. Aslında bu söz, Aşık Veysel'i eksik tanımaktan kaynaklanıyor; çünkü Veysel'in anlattığına göre kör olduğu için oyalansın diye bağlama eline tutuşturulmuştur. Kör olduğundan ötürü askere de gidememiştir ve buna içi çok yandığından kendini iyice sazına vermiştir delikanlı Veysel. Yani gözünün görmemesidir Veysel'i "Aşık Veysel" yapan. Görseydi; askere gider, çiftiyle çubuğuyla yetinen biri olurdu belki de...


Ben gidersem sazım sen kal dünyada

Gizli sırlarımı aşikar etme

(Fotoğraf: Ara Güler)

Aşık Veysel'in ince zeka örneğiyle dolu sayısız öyküsü vardır. Bunlardan birini paylaşayım, ardından kadim dost bağlamaya yüzümüzü çevirelim yeniden. Yukarıda türkülere emek verenler listesinde ismini zikrettiğim Ruhi Su (opera eğitimi almış bir bas-baritondur; ancak yolunu türkülerden yana çizmiştir) Aşık Veysel'i ziyarete gider. Onun karşısında saz çalar, türküler söyler. Aşık Veysel'in yorumu şu olur: "Dağlarda kır çiçekleri olur, onu alır şehre getirirsen, güzel saksılarda yetiştirirsin. Belki daha güzel bir çiçek olur; ama o eski kokusunu bulamazsın." Kırıp dökmeden eleştirmenin soyluluğu ve inceliği bu olsa gerek.

Benim bağlamayla muhabbetim nasıl diye sorarsanız... Bağlama bana uzaktan göz eden bir nazlı dosttur. Ben ona yaklaştıkça kaçar, yaklaştıkça kaçar. Aslında bende de var hata. Bîvefayım ona karşı; sırlarından bîhaberim. Nasreddin Hoca bir gün almış sazı eline, sol elinin parmaklarını nota perdelerinde hiç gezdirmeden, bir yere sabitlemiş, hababam vururmuş tellere. Tıngırdayan ses, hep aynı ses! Sormuşlar, "Hocam neden böyle çalarsın? Neden senin parmakların diğer saz çalanlar gibi perdeler arasında gidip gelmiyor?" Hoca: "Onlar çalacağı yeri arayıp dursunlar, ben yerimi buldum!" Ben de Nasreddin Hoca misali, birkaç türkümü bulmuşum, şimdilik onlarla avunuyorum. Gelecekte bağlama bana biraz daha yaklaşır mı, yoksa ben onu bir kuytuda gafil avlar da kendime çeker miyim, bilmiyorum.

Bu yazı, bağlamaya yakışır şekilde sonlanmalı! O halde gelsin Özay Gönlüm'den "Bağlamamın Düğümü". Hem bağlamaya, hem de ay yüzlü, keman kaşlı, eli kınalı yavukluya sevimli bir güzelleme. Bunca kan ve gözyaşının ortasında bizi bir arada tutabilecek, elimizde kalan son sığınaklarımızdan bir türkü...



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder