Ankara... Rüküş ışıklarını takınmış, geceyi karşılıyordu hafta sonu gittiğimizde. Birkaç akrabalık ve arkadaşlık dışında Ankara'yla hiçbir mecburiyet bağım yok. Anıtkabir, ODTÜ'm ve bazı tarihi mekanlar müstesna, Ankara bana gidilesi hiçbir yer vaat etmiyor.
Şehrin hançeresi yırtılıp üstüne dev bir şantiye oturtulmuş; o yüzden boğuk ve dumanlıdır kış öksürmeleri. İş makinelerine göz ucundan bakıyorum; bozuntuya vermeden gümbürtüyle geviş getiriyorlar, toz püskürtüyorlar. Yığın yığın hafriyat malzemesinin yaladığı caddelerde zevksizlik abideleri boy atıyor. Bunları görmüşcesine Tanpınar ne güzel söylemiştir: "Zengin malzeme ile hamlesiz bir nizamın mahsulü olan bu binalar sadece bir kalıp, boş, manasız bir cümle gibi zekayı bir müddet yorduktan sonra "ben bir hiçim!" diye zaafını itiraf ediveriyor." Ankara'nın geldiği nokta da bu: Ülkenin her şeyini ifade edebilecekken hiçlik girdabında takvim eskitmek!
3. sınıf bir pavyon şarkıcısının ağzında yazık edilmiş bir türküdür Ankara, seymenlere yakışmayan! Kurtuluş Savaşı'nın izlerini bir madalya gibi onurla taşımaktan gocunup bayağı makyaj cambazlıklarıyla çarçabuk saklama telaşında. Ve ne yazık ki, medeniyetle ilk çekingen dansların yapıldığı Cumhuriyet Ankara'sı, Cumhuriyet'in Ankara'sı olarak da kalamadı. Zamanın ilerleyişini durdurmak ne mümkün; fakat Ankara bu kadar hızlı çökmemeliydi. Yıllar olgunlaştırmalıydı onu. Zarif bir Cumhuriyet şehri olmalıydı; geçkin bir deli saraylı değil. Artık Ankara, ciğer yiyen şaklabanların ve daltabanların siyaset gayyasında çamur yuvarladıkları bir koca kasabadır. Zira İlber hocanın üstüne basa basa söylediğı "kasabalılık"ın tüm kokmuş alametlerini boynuna dolayıp iftiharla taşıyandır. Kent değil, başkent hiç değildir. Alışveriş merkezlerini utanmaz arlanmaz birer tapınak haline getiren akbabaların platosudur...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder