Alışveriş merkezleri üzerine durup düşündünüz mü hiç? Yerden biter gibi ne zamandan beri türedi bunlar? Ve sayıları son yıllarda neden bu kadar hızla artar oldu? Hayatımızı işgal eden bu çok katlı-çok çalımlı yapıların, şehirleri bizlere dar eden varlığına memnuniyetle boynumuzu uzatmaktayız. Fakat benim fena halde boğazımı sıkıyor bu yerler, nefes alamıyorum ve bir süre sonra başım dönüyor oralarda. Bunu çevremdekilere aktardığımda değişik tepkiler alıyorum; ancak benim gibi eski kafalı (!) birkaç dost da meğer benden farksızmış. Hay yaşayın, yalnız değilmişim. AVM'lerin beni hem fiziksel hem ruhsal anlamda yormasını, oraların yoğun ışıklandırma düzenine, havasızlığına ve kalabalıklığına bağlamıştım. Bahsettiğim dostlarımla sohbetlerim sayesinde bende yeni farkındalıklar oluştu. İster adına komplo teorisi deyin, ister gerçeklik: AVM'lerde o dükkan senin, bu dükkan benim koşturan insanların üzerinde yoğun bir alma/tüketme/harcama enerjisi varmış ve bu kötü, kirli enerji bizim gibi savurganlığa meyli olmayanları yoruyormuş. Kulağa mantıklı geliyor.
AVM yorgunluğunun üzerime kara bulut gibi çökmesinin bir diğer nedeni de, ağır telkin bombardımanına maruz bırakılmam sanırım. Subliminal telkinler üzerine okuyasıya dek etkilerinin pek farkında değildim. Yeni yeni uyansam da kendi hesabıma seviniyorum; zira biraz daha kendimi ve sevdiklerimi koruma şansım var artık. Örneğin, AVM'lerdeki dükkanlarda çalan müzikler genelde temposu yüksek, yerli-yabancı pop müzikler ve tempolu müziklerin satın almayı tetiklediğini duymayan kalmadı. Benim keşfettiğim asıl ilginç nokta şu: Mağazalarda herhangi bir radyo kanalı ya da müzik kaydı çalınmıyor. Sözgelimi A mağazasına girdiğiniz zaman şarkı aralarında spiker devreye giriyor ve tıpkı radyo yayını gibi o mağazaya has duyurular yapıyor: "A mağazalarında alışveriş keyfinin tadını çıkarın. Falanca ürünlerde şu kadar indirim, filanca ürünlerde..." veya "Mağazamız Adana şubesinden satış sorumlumuz Ayşe hanımın doğum gününü kutlar..." Belli ki bu yayınlar kurumlara özel ağ bağlantıları, yani intranet gibi, ülkenin dört bir yanında yalnızca o mağazanın şubelerine özel canlı yayın yapıyor. Ne var bunda, diyebilirsiniz. Şu var (Yine ister komplo teorisi deyin, ister gerçeklik): Bu yayınlardaki müziklere işitsel telkin yerleştirilmediğinden nasıl emin olabiliriz? Ben yerleştirildiğinden eminim. Kulaklarımız duysun duymasın, fısıltı halinde dahi olsa bilinçaltımız onları "aldım, kabul ettim" şeklinde beynimizin kıvrımları arasına yerleştiriyor ve davranışlarımızı o doğrultuda biçimlendiriyor. Hatta bu telkinleri duyduğum da olmuştur: Bir mağazada çalan parçada: "Al al al al al al..." diye adeta sonsuza akıp giden emirler silsilesi vardı. Ama öylesine ustalıkla yerleştirilmiş ki parçanın içine, duymak için gerçekten dikkat kesilmek gerekiyor. İlk başta kendimi sorgulamıştım bile: "İyice sıyırdın" diye, ancak hayır, tekrar tekrar dinleyince yanılmadığımı anladım.
Ne hazindir aslında... Sözünün üstüne söz ettirmeyen, ricaya gelemeyen, herkese kafa tutan sayısız insan bu sinsi telkinlerin esiri olmuştur. AVM'lerde delicesine pılı pırtı didikleyen insanların manzarası bana çok acınası geliyor. Bir de girilen mağazalara göre statü artıyor. Vay canına. Taksit taksit de olsa, kıyısından köşesinden lükse ve ihtişama "yanaşmak" tam bir küçük burjuva tutkusu... Yanaşma burjuva!
Gorki, küçük burjuvayı tanımlarken "Her küçük burjuvanın temel özelliği kendisinin bir tek, "eşsiz" olduğuna inanmasıdır" demiş. Ah be Gorkim, sen istemeyerek de olsa reklamcıların metinlerinin altyapısını hazırlamışsın sanki. Baksana ünlü bir makyaj markasının sloganına: "Çünkü ben buna değerim". "Bir şeyi kırk kere söylersen olur" sözüne güler geçerdim; meğer bir hakikati işaret ediyormuş. Bu cümlenin reklamlarda bilinçaltına defalarca işlendiğini biliyoruz: Çünkü ben buna değerim. Çünkü ben buna değerim. Çünkü ben buna değerim. Çünkü ben buna değerim. Çünkü ben buna değerim... Bir süre sonra "Evet ya, ben buna değerim" diyoruz. Çok mu basit? İşte bu kadar basit! Çünkü bilinçaltımızın çalışma prensibi de böyle basit. Düğün hazırlıklarında da denmiyor mu: "Ömründe bir kere yaşanacak!", "Gelinlik bir kere giyilecek!", "Eşyalar bir kere alınacak!". Bunlardan hareketle başlanıyor yaygaraya: "Ben eşsizim, düğünüm de eşsiz olmalı, o yüzden benim istediğim şatafatlı mekanlar tutulacak, pahalı eşyalar alınacak." Sırf bu zavallı nedenden ötürü kavga eden, birbirini hırpalayan, hatta son anda evlenmekten cayan o kadar çok çift tanıdım ve duydum ki!...
Bu duruma karşı seçeneğimiz yok mu? Tam tersi bir kutba mı savrulalım; yani kınayanların kınamasına aldırmayan Melâmetilere mi karışalım, "bir lokma bir hırka" düsturunca mı yaşayalım? Doğrusu buna benim itirazım yok, fakat az tüketmekten kendime bir dervişlik makamı bahşedecek değilim! Ben derviş de değilim, benim gibi düşünenler de değil. Nefsimiz durmaksızın sesleniyor en işveli sesiyle (ki galip geldiği de oluyor!). Toplum da bizi yontmuş bir kere; ama neyse ki farkındalıklarımızı törpüleyememiş.
Ben şu noktadayım: Ben tekim, sen de teksin ve eşsizsin. Parmak izinle, ayak izinle, ısırdığın elmadaki diş izinle, sevdiklerinin kalbindeki izinle, gök kubbede baki kalan sedanla senden başka sen yok, dünyaya gelmedi ve gelmeyecek (Yani Gorki'ye katılmıyorum). Ama bunun hakkını vermen için bir marka değerine ihtiyacın yok, senin öz değerini yansıtacak yolları tutman gerek. Senin farklılığına, tekliğine ve "insan"lığına kanıt; kıyafetindeki etiket, bindiğin araba, elinde tuttuğun telefon değil; adından söz edildiğinde insanların bunu nasıl tonladığı! Tatlı tatlı mı çınlıyor kulakların, yoksa siren sesi gibi mi? İyilik ve güzelliğin kokusunu bırakır mısın gittiğin yere? Darda kalmışlara elinden geldiğince yardım mı edersin, yoksa dolabına bir takım elbise daha mı eklersin? Hiçbir şey yapamasan da bağışların en güzeli, gülümseyişinden mahrum bırakır mısın çevrendekileri?
Aşık Daimi ne hikmetli söylemiş: "Kainatın aynasıyım / Mademki ben bir insanım / Hakkın varlık deryasıyım / Mademki ben bir insanım". İşte sen, kainatın aynasısın ey insan! Galaksideki yıldızlardan fazla hücre sığdırılmış içine. Dünya kabuksa sen çekirdeksin, içinde milyonlarca yeni çekirdeğin tohumunu taşıyan çekirdek... Sen, insan! Dünyanın çekirdeği, yaratılmışların en şereflisi, Hakkın varlık deryası! Şimdi yavaşça yere bırak o doldurduğun alışveriş sepetini!
Ben şu noktadayım: Ben tekim, sen de teksin ve eşsizsin. Parmak izinle, ayak izinle, ısırdığın elmadaki diş izinle, sevdiklerinin kalbindeki izinle, gök kubbede baki kalan sedanla senden başka sen yok, dünyaya gelmedi ve gelmeyecek (Yani Gorki'ye katılmıyorum). Ama bunun hakkını vermen için bir marka değerine ihtiyacın yok, senin öz değerini yansıtacak yolları tutman gerek. Senin farklılığına, tekliğine ve "insan"lığına kanıt; kıyafetindeki etiket, bindiğin araba, elinde tuttuğun telefon değil; adından söz edildiğinde insanların bunu nasıl tonladığı! Tatlı tatlı mı çınlıyor kulakların, yoksa siren sesi gibi mi? İyilik ve güzelliğin kokusunu bırakır mısın gittiğin yere? Darda kalmışlara elinden geldiğince yardım mı edersin, yoksa dolabına bir takım elbise daha mı eklersin? Hiçbir şey yapamasan da bağışların en güzeli, gülümseyişinden mahrum bırakır mısın çevrendekileri?
Aşık Daimi ne hikmetli söylemiş: "Kainatın aynasıyım / Mademki ben bir insanım / Hakkın varlık deryasıyım / Mademki ben bir insanım". İşte sen, kainatın aynasısın ey insan! Galaksideki yıldızlardan fazla hücre sığdırılmış içine. Dünya kabuksa sen çekirdeksin, içinde milyonlarca yeni çekirdeğin tohumunu taşıyan çekirdek... Sen, insan! Dünyanın çekirdeği, yaratılmışların en şereflisi, Hakkın varlık deryası! Şimdi yavaşça yere bırak o doldurduğun alışveriş sepetini!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder