5 Kasım 2015 Perşembe

Yaşlı başlı bir yazı

Etrafımdaki yaşlılar beni şaşırtıyor. Bu şaşkınlığımı kuşak çatışmasıyla filan açıklamaya girişecek değilim. Tuhaf alışkanlıkları, kemikleşmiş ifade kalıpları, hatta kimi zaman görgüsüzlük boyutuna sıçrayan yadırgatıcı davranışları var. Aslında ben yaşlı insanları seviyorum; bir gazetecinin deyimiyle onlar "ak saçlı delikanlılarımız"dır bizim. Bilgelikle tecrübeyi harmanlayarak yaşama canla başla sarılan delikanlılardan benim gibilerin öğrenecek çok şeyi var. Fakat bezgin ihtiyarlarda, onların söyleyişiyle, "kocamışlar"da keramet arayamam. Sait Faik bir öyküsünde "yalnızca namazlarını ve torunlarını düşünen ihtiyarlar"dan bahseder. Tıpkı kendi köşesinde olup bitenler haricindekilere yüz çevirenler gibi. Müzik dinlemezler, gazete okumazlar. Havadaki bir sineği kovar gibi ukdelerini, gerçekleşmemiş düşlerini elleriyle kovarken "Bizden geçti evladım." derler, pardon, ne geçti?... Renklere ambargo koyarlar; kırmızı yasak, yeşil yasak, mor yasak... Karaları bağlayıp otururlar. Düğün bayramda eğlenmek şöyle dursun, ağız dolusu gülmeyi suç sayarlar. Fazladan bir dakika yaşamaları onların kabahatiymiş gibi suskunlukta boğarlar zamanı. Elbette hastalıklar ve yılların katmerlenmiş dert yükü bir kamburdur sırtlarında ve sızlanışları sebepsiz değil. Fakat bir insanın ölüme kurulu bir çalar saat gibi pineklemesini aklım almıyor. 

Görgü perdesini yırtıp atan ihtiyarlara ne diyelim? "Zaten bir ayağım çukurda, sizinle ve kurallarınızla işim kalmadı artık ey dünyalılar" dercesine yerleri adeta tükürüğüyle kırbaçlayan ve akabinde gayet mağrur bir edayla camilere doluşanlar... Ya da bir şeyler yiyip içtikten sonra dilleriyle her şükrettikçe gastritli midelerine de gürültüyle şükrettirenler... Hayır, hayır, böyle yaşlanmak değil; büyümek ve olgunlaşmak farzdır bize.

65 yaş üstü yurttaşlara toplu taşım araçlarında ücretsiz ulaşım hakkı tanındığından beri Eskişehir'deki taşıtlarda kapasitelerinin çok üstünde bir yolcu kalabalığı var. Ve bu kalabalıkların çoğunluğunu bu yurttaşlar oluşturuyor. Eskişehir'deki öğrenci yoğunluğu da buna eklendiğinde tramvay ve otobüslerdeki tabloyu varın siz gözünüzde canlandırın. Fransız İhtilali'nin (bayraklı kadının ön safta yürüdüğü) o sembol tablosunu mu ararsınız, İstanbul'un fethini mi? Mecazi anlamda söylemiyorum, gerçekten "genci yaşlısı" her sabah cenge gidiyor! Etten duvarları kulaç atarak yaranlar, nezaketin her kılığını deneyip son çareyi şirretlikte bulanlar... O hengâmede koltuk kavgası, boş yer şamatası gırla. Böyle bir taht kavgasını Sultan Süleyman dahi görmemiştir! Nitekim bu tantanalara ne zaman şahit olsam, o kudretli hükümdarın "Saltanat dedikleri ancak cihan kavgasıdır" dizesi (ne ilgisi varsa?!) aklıma gelir ve gülümsetir beni.

Yer kavgası demişken, yıllar önce bir arkadaşımın taşıtlarda yaşlılara neden yer vermediğine ilişkin bir savunmasından söz edeyim. Özellikle yaşlı teyzeler için "Kurabiye canavarı onlar, kurabiye canavarı!... Ellerinde terlik çantalarıyla günden gelirler. Benim bütün gün pestilim çıkmış çalışırken, bir de onlara yer mi vereceğim?" dediğini dün gibi anımsarım. Haklı mı derseniz, kendince haklı görünüyor. Fakat kimin ev gezmesinden, kimin -sözgelimi- hastaneden yorgun geldiğini nasıl tespit edeceğiz? Kalbimizi temiz tutalım arkadaşlar. İster altın gününden gelsin, ister torununun yanından. Bizim enerjimizle onlarınki bir değil (95 yaşındaki yogi Kazım hariç). Varsın, biz fazladan yorulalım, vicdanımızı yormayalım. Uyur numaralarına, telefonumuzla ilgilenip dünyayı unutuyormuş ayaklarına yatmayalım. 

Bir de ibadetlerin boyunduruğuyla hareket alanlarının kısıtlanmasına hayıflanıyorum sevimli ihtiyarlarımızın. İbadet insanı arındırır ve kuş gibi hafifletmez mi? Nayır, nolamaz, bu diyarlarda ağır olan, molladan sayılıyor! Özellikle hacdan dönenlere "Sen hacısın şunu yap! Bunu giymek sana yakışmaz!" gibi toplumun dikte ettiği saçmasapan kanunlar silsilesi var. Bu noktada ben, Kütahya'nın saz ozanlarından Hisarlı Ahmet'in tavrını kendime kutup yıldızı belledim. Anlatılır ki, Hisarlı Ahmet, hacca gidip döndükten sonra da sazını çalmaya devam edince çevresindekiler onu kınamışlar sen hacca gittin, bırak artık sazı diye. Hisarlı Ahmet'in yanıtı epey kükreyişli: "Ben sazımla Allah'a sizlerden daha yakınım!"

İbadet ve kadere razı geliş, dini hükümler de, yaş ilerleyince dünyayla tüm alışverişi kesmek diye bir emir mi var da her şeyden elini eteğini çekmek kutsanıyor? Kaldı ki, kişinin inancının kalitesi ve gerçek kişiliğinin nabzı insanlar arasında, mücadelenin tam ortasında atıyor. Ve herkesin mücadele biçimi farklı. Hisarlı Ahmet de sazıyla belki bir sesi çıkmayının sesi, onun yarasının merhemi olmuştur, kim bilir?

Yaş almak güzeldir; fakat görgüsüz, nobran veya yılgın bir ihtiyara dönüşmeden olursa tabii. Yine de dile kolay, kapıda ölüm beklemekte. O eşiğe yaklaşmanın huzursuzluğunu, ilerleyen hastalıkların yıpratıcı törpüsünü asla yadsıyamam. Ancak herkes eninde sonunda bunu yaşayacak, kimsenin bu hususta ne eksiği ne fazlası var. O halde hüznüyle ama bir o kadar asaletiyle yaşanmalı bu süreç. Bu anlamda somut bir örnek görmek istenirse Yıldız Kenter'in baş rol aldığı "Hanım" filmini öneririm.

Bu yazının da sonuna geldik birlikte ey okuyucu; fakat ben, anlatıcı, biraz yoruldum. Şöyle bir köşeye geçip soluklanayım. (Yoksa yaşlanıyor muyum?) Seni de bu arada Türk şiirinin ölümsüz şövalyesi, hiç yaşlanmamış kaptan, Attila İlhan'la baş başa bırakayım.

ihtiyarlar balladı
onlara ün mü gelir bazı bir ses mi duyarlar
yumuşak bir kedere ufalır bakışları
idam mahkumlarıdır aslında ihtiyarlar
ölüme koşullanmış bütün davranışları
yorgun öksürükleri oturup kalkışları
       yaşayıp durmaktan gizlice utanırlar
       her gece artık gitmek vaktidir sanırlar
       geçmiş günlerinden bir destek aranırlar
uysal bir gülümseme tek sızlanışları
idam mahkûmlarıdır aslında ihtiyarlar
ölüme koşullanmış bütün davranışları

yolculuk sabaha mı yoksa akşam üstü mü
aylardan bu ay mı günlerden acaba ne gün
yılan gibi çöreklenmiş bu boğuk kördüğümü
çözebilirsen çöz çözememekten üzgün
kaç kere hesabını çıkarırlar bir ömrün
     şu yağmurlu güz dünyadaki son güzü mü
     bir daha yiyecek mi yediği şu üzümü
   ya uykuda giderse söylemeden son sözünü
ölmek var mı farkına varmadan öldüğünün
yılan gibi çöreklenmiş bu soğuk kördüğümü
çözmeye uğraşırlar çözememekten üzgün

bakılan her resim bütün bir ömrü saklar
ellerini kaldırsalar yıllar dökülüşür
birazdan yalıda sanki buluşacaklar
bir yerde saat çalsa o sevgili görünür
umut heykeli midir ay ışığı örtünür
       bir pencere açılsa unutulmuş şarkılar
       çocuk bahçelerinden nasıl yankılanırlar
       kalkan her vapurda giden bir yolcu var
gönderilen her mektup onları götürür
idam mahkumlarıdır aslında ihtiyarlar
sabahtan akşama hergün kaç kere ölür


NOT: Bu satırlar yazılırken şair Gülten Akın'ın aramızdan ayrıldığını öğrendim. Bu haberi özellikle burada bildirmeyi bir ödev sayıyorum; çünkü yaşamın son anına kadar düşünerek ve üreterek var olmanın en "incelikli" örneği vücut bulmuştur onda. Ruhu şad olsun. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder