22 Aralık 2017 Cuma

Oğuz Atay'la telefon görüşmesi

Oğuz Atay'ın Günlük'ünü okudum. Okuduktan sonra keşke sağ olsaydı da bir imza günü, söyleşi möyleşi denk getirip onu canlı canlı dinleme onuruna erişebilseydim diye düşündüm. Sonra bire bir sohbet etme hayali canlandı da gözümde... Yok yok, ben çıkamazdım karşısına. Cesaretim olmazdı sanırım. Veya Çavdar Tarlasında Çocuklar kitabındaki gibi onunla telefonda mı konuşurdum acaba?

"Bir kitabı okuyup bitirdiğiniz zaman, bunu yazan keşke çok yakın bir arkadaşım olsaydı da, canım her istediğinde onu telefonla arayıp konuşabilseydim diyorsanız, o kitap bence gerçekten iyidir. Ama öylesi pek bulunmuyor."

Oğuz Atay okudukça bende de bu his uyanıyor; gelgelelim her canım istediğinde ona telefon açamazdım. Onun muazzam birikimi ve dolayısıyla muazzam yalnızlığının karşısında günlük dertlerimle un ufak oluverirdim. Bir de rahatsız etmek istemezdim adamı. Onca işinin gücünün arasında ayıp yav... Diyelim, Yaradan'a sığınıp, bir cesaretle açtım telefonu. Birkaç hoşbeşten sonra konu nereye varacak? Onun birikiminin altında ezilmemek için etiketlerimi masaya sürsem? Laf arasında önemsiz bir ayrıntıdan bahseder gibi cümleyi öksürüğe boğdurarak: "Öhö, öhö bendeniz İngilizce öğretmeniyim, ayriyeten doktora tezi yazıyorum, naçizane..." filan derken Günlük'ündeki şu cümlesiyle sözümü kesse:

"Kimsenin doğru dürüst bir şey bilmediği bu ülkede belki ordan burdan bir şeyler makaslayarak eserler verselerdi, iyi kötü bir ansiklopedide iki üç satırla anılmaları işten bile değildi."

Vay anasını, sanki beni anlatıyor! Doğruya doğru arkadaş; sosyal bilimlerde laf salatasından öteye gitmiyor çalışmaların çoğu. Özgün kavramlar üretmiyoruz; Batının üretmiş olduklarını kim bilir kaç milyonuncu kez kendi ortamımızda sınıyoruz yalnızca. Ayrıca Atay yine insaflıymış yukarıdaki cümlesinde; tez danışmanlarının emir kulu, biz gariban araştırmacıların ansiklopedilerde anılma şansı bile yok. 

Anlaşılan, etiketlerden, makam mevkiden hayır yok bu sohbette. Evlilikten, çoluk çocuktan bahsetsen, Atay'ın karakterleri kafa bulandırıyor. "Aile saadeti", "Türk aile yapısı" gibi kemikleşmiş kavramlarla da bu sohbet yürümez; çünkü herkes oyun oynuyor onun kitaplarında. Birbirlerini aldatıyorlar. Mutsuzluklarının bir nedeni (belki sonucu?) evlilikleri. 

Kala kala elimde ne kaldı? Hah, edebiyat! Tabii ya, asıl edebiyat konuşulmalı onunla... Falancanın şu romanına bayılırım dediğimde, şırrrak!... Şu cümle patlar suratımda (yani kulağımda, telefonda konuşuyoruz ya):

"Türk Romanının sorunu kişiliktir. İnsanımızın kişilik kazanma savaşının önemini henüz kavramamış olmasıdır. Kendisiyle hesaplaşma diye bir kavramın varlığından habersiz oluşundandır. Bunun için romanımız düzmecedir. Diyalektik gibi gerçekten büyük kavramların gerisine sığınan cüceler ordusu oluşundandır."

Bunca tokatı yedikten sonra bana düşen ne olur? Kem küm edip sahte iyi dileklerle telefonu kapatmak değil mi? Yok yahu, ne telefonu, ne kapatması. Gerçek değil ki bu, unuttunuz mu? İyisi mi ben yatıp uyuyayım. Belki rüyamda Oğuz Atay'ı görürüm. Beğendiğim cümlelerinin altını çizmekten çok yazdıklarını daha iyi anlayabilmek için ne yapabileceğimi sorarım ona. Ama dur ya. Rüyadaki adamı yolundan çevirip hemen bu soru sorulmaz ki. Önce kendini tanıtırsın, seni ciddiye almasını sağlarsın. Peki nasıl olacak bu? Ben falan yerde çalışıyorum, filanca üzerine akademik çalışma yapıyorum, dersin. Medeni durum, çoluk çocuk, edebiyata olan ilginden bahsedersin... Offf, döndük mü yine başa...

10 Aralık 2017 Pazar

Sıradan insanın bir günlük destanı

"Her sabah olduğu gibi, saat beşte ana barakanın yanındaki demir putrele vurularak kalk işareti verildi" diye başlıyor Soljenitsin'in İvan Denisoviç'in Bir Günüİvan Denisoviç, kısa adıyla Şuhov, Stalin Rusya'sındaki acımasız bir çalışma kampında yaşam mücadelesi veren hükümlülerden biridir. Aslında ismi de yoktur onun diğer hükümlüler gibi; Ş-104'tür sadece. 104. işkolunda canı çıkasıya çalıştırılan Şuhov. Tıpkı Şuhov gibi yok hükmündeki hükümlüler işkenceye, dayağa, angaryaya, açlığa rağmen var olmaya çalışırken ne ironiktir ki kampta "İnsan altından da değerliydi. Parmaklıkların ötesine bir kelle eksik çıkarsa bunu kendi kellenle tamamlardın." 

Yalnızca yukarıdaki cümleden ibaret değil kitaptaki ironi. Hatta kitabın kendisi ironiktir. Çünkü ana karakter Şuhov, hiçbir olağanüstü özelliği, kudreti, eğitimi, yeteneği olmayan bir adamdır. Casusluk suçlamasıyla köyünden, çiftinden çubuğundan edilmiş bu adam, adeta hükümlüleri öğütmeye ve yok etmeye programlanmış bir kampta sağ kalabilmekte, gününü kurtarabilmektedir. Senin benim gibi zaafları olan, sıcağı görünce mayışan, karnı doyunca Tanrı'yı hatırlayan, güçlüden sakınan, ufak tefek tutarsızlıkları da olsa özünde iyi bir insancık... İşte bu zavallı insan, karnını doyurup yatağına uzandığında gemisini kurtaran kaptandır, günün kahramanıdır. Olağanüstü koşullarda olağan bir zaferdir onunki. Hiçbir destansı özelliği olmamasına karşın bir günlük destanını yazmıştır romanın sonunda. Senin benim gibi...

Bu arada kitabı okurken insanın içine işleyen soğuğu da not etmeden geçmemeli. İster şömine başında oku kitabı, ister ufo'nun üstüne otur; kâr etmez, illa üşürsün. Dile kolay, "ısınmanın tek yolunun çalışmak olduğu" bir kamptır anlatılan. Delik çizmeler, ıslak ellikler, önce terden vıcık vıcık olup sonra üzerlerinde soğuyan ve paçavraya dönmüş kıyafetlerle hükümlülerin çektiği yalnızca kamp yönetiminden değildir yani.

Soljenitsin'in otobiyografik özelliklere sahip romanı, onun yazarlık gücünü okurun iliğine kemiğine kadar hissettiriyor. Bunda çevirmen Mehmet Özgül'ün payını da unutmamalı. "Herifçioğlu", "köpoğlu", "eline çabuk" gibi günlük söyleyişin enfes kelimeleri sayesinde metin Türkçenin rengine bürünüyor, karakterler Türkçe soluk alıp veriyor.

Romandan tadımlık birkaç cümle: 
"Dualar da şikayet dilekçesi gibidir. Ya yerine ulaşmaz ya da ulaşsa bile red cevabıyla geriye çevrilir."

"Yüzü iyice çökmüştü fakat bu çökkünlükte, düşkün, sakat bir insanın zavallılığı yerine, aşınmış bir kayanın sertliği, esmerliği vardı. Çatlaklar, koyu lekeler içindeki iri elleri onun uzun yıllar süren kamp yaşantısı içinde az şey çekmediğini gösteriyordu. Adamın duruşu bile zorluklara karşı direnişini anlatmaya yeterdi."

"Şu mide denen şey hainin tekiydi, bir gün önceki tokluğunu hiç anımsamazdı ama gelecek günler için durmadan, durmadan isterdi."

26 Kasım 2017 Pazar

Bu kitabı okumayı ve okutmayı UnutMAYIN

Hayatımda ilk defa bir kitabın yalnızca ilk 30-35 sayfasını okuduktan sonra onunla ilgili acilen bir yazı kaleme alma ihtiyacını hissettim. Çünkü hemen her gün çatışma haberleri akıyor bültenlerden ve alışmış görünüyoruz bir şehit, iki şehit duymaya. Ya yaralılar? Yani gazilerimiz. Onlarla ilgili herhangi bir ayrıntı veriliyor mu? Ben hiç şahit olmadım. Hangi uzuvlarını kaybediyorlar, ne yaşıyorlar, ne tür travmalarla boğuşuyorlar; çoğumuzun umurunda değil.  İşte bu toplumsal duyarsızlığa adeta bir yanıt verilmiş UnutMAYIN kitabında. 

Bu kitabı hem okuyalım, hem okutalım. Büyük çoğunluğu PKK ile mücadelede yaralanmış gazilerimizin dokunaklı yaşamöykülerini onların dilinden okurken öğrenelim ki onların sorunlarının yanında bizim dert ettiklerimizi toplasak ağırlığı bir toz zerresi etmez. Yokluk, yoksulluk, perişanlık içinde yaşam sürmeleri yetmezmiş gibi uzuvlarını kaybetmiş olan, yine de "vatan sağ olsun"u dillerinden düşürmeyen bu tertemiz insanlara saygımızı gösterelim bu kitabı satın alarak. Üstelik kitabın yazarı da bir gazi. Bu kitabı okuyarak yazarın nezdinde tüm gazilere "Yaşadıklarınızın farkındayız. Yanınızdayız." mesajını verelim. "Bana mı gazi oldun!" deme cüretini gösteren aşağılık yaratıkların, toplumsal yaşamda onlara omuz silkip geçenlerin, politikacıların umursamazlığının gazilerimizde yarattığı psikolojik çöküntüye bir nebze olsun ilaç olalım. Çünkü onların tek istediği farkındalık ve saygı...

*Unutmayın - Koray Gürbüz - Kırmızı Kedi Yayınevi

26 Ağustos 2017 Cumartesi

Çılgın Türkler: Kıbrıs

Şu Çılgın Türkler kitabını duymuşsunuzdur. Bir ara fırtınalar estirmişti. Rahmetli Turgut Özakman, ölmeden mutlaka tamamlamalıyım dediği üçlemesi Şu Çılgın Türkler-Cumhuriyet I-II'yi, üstüne Çanakkale savaşını anlattığı Diriliş'i de yazdıktan sonra Allah ona biraz daha ömür bahşetti ve "Çılgın Türkler: Kıbrıs"ı da bitirebildi. Kıbrıs sorunuyla ilgili okumamışlara ilaç gibi gelebilecek bir kitabı bizlere armağan etti ve sonsuzluğa göçtü. 

Kitap, tıpkı başta belirttiğim eserler gibi bir belge-roman. 1570'teki Kıbrıs'ın fethinden başlayarak günümüze kadar Kıbrıs Türklerinin verdiği yaşam mücadelesi, 6 bölüm içerisinde sürükleyici bir biçimde anlatılıyor. Öyle soluk kesici bir ölüm kalım savaşı ki, insan Kıbrıslıların sabrına ve direnme gücüne hayran kalıyor. Rumlar enosis için akla gelebilecek her türlü yıldırma, işkence ve kıyıma başvururken Rauf Denktaş ve yoldaşlarının ilmek ilmek dokuyarak ördüğü Türk Mukavemet Teşkilatı, Türkiye ile omuz omuza Kıbrıslıların savaşımına önderlik ediyor. 

Anlayacağınız, Kıbrıs mücadelesi 1974'teki Kıbrıs Çıkarması'ndan ibaret değil. Elbette Türkiye'nin o tarihe kadar çeşitli girişimleri var ve Rumlar ve Yunanlılar ciddi anlamda çekiniyorlar da Türkiye'den. Ancak Kıbrıs Cumhurbaşkanlığına kasap olarak bilinen biri atanıp Yunanistan'daki cunta yönetimiyle enosis için anlaşmasına ve Kıbrıs Türklerini yok etme kararı almasına ramak kalınca Ecevit hiçbir dış baskıya boyun eğmeden -ama diplomasi yollarını da sonuna dek kullanarak- çıkarma emrini veriyor.

Yazara göre dünya tarihinde eşi görülmemiş bir savaş bu; zira kara-hava-deniz kuvvetlerinin eşgüdümlü hareketiyle savaşılıyor. Kanlı boğazlaşmalar bir yandan, teknik donanım eksikliği bir yandan, orman yangınları bir yandan, üstüne üstlük Kıbrıs'ın korkunç Temmuz sıcağında askeri bezdiren susuzluk... Fakat bunların hiçbiri Mehmetçiği yıldırmıyor, her soruna bir çözüm buluyorlar. Tabii sadece Mehmetçik savaşmıyor orada, Mücahitler (yurdunu savunan Kıbrıslı gönüllüler) de yılların mücadelesiyle çelikleşmiş beden ve ruhlarını sebil ediyor adeta. 

Özellikle Kıbrıs çıkarması bölümünü okurken bir ülke için güçlü bir ordunun ne kadar önemli olduğunu düşünmeden edemedim. Hele bu coğrafyada... Yazar, kitabı yazarken bunları düşündürmeyi amaçladı mı bilemiyorum ama bir dipnotta sanki buna bir mim koymuş: "Askerlik ölüme adanmış bir meslektir. Başka hiçbir mesleğe benzemez. Bu nedenledir ki savaş ateşinden geçmiş, tarihine saygılı, ciddi devletler, kadirbilir, vefalı ve sağlıklı milletler silahlı kuvvetlerine çok değer verirler." (15 Temmuz kalkışması bu anlamda ciddi bir ders. Şunun bunun kuklası olmuş, ordudan çok başıbozuk çetesine dönmüş bir yığınla değil çıkarma yapmak, kendi sokağımızı bile savunamayız.)

Dipnot demişken, Turgut Özakman'ın eserlerine aşina olanlar bilirler, kitapta çok fazla dipnot var. Çoğu zaman akışı sekteye uğratıyor. Fakat bu akışı bozmak pahasına dipnotlara göz atılmalı; çünkü ana metinden öğrenilenler kadar dipnotlardan da esaslı bilgiler edinmek mümkün. Dipnotlar aracılığıyla enosisçi Rumlardan, bazı Türk ve Yunan politikacılardan yer yer öfkesini de çıkarmış Özakman; fakat nötr bir tarih kitabıyla karşı karşıya değiliz, bunu da bilmek gerek. 

Çılgın Türkler: Kıbrıs, tüyleri diken diken eden, göz yaşartan Kıbrıs mücadelesini anlamak için iyi bir başlangıç. Bu duygulu, coşkulu eseri hem Kıbrıs hem Türkiye'nin Türkleri okumalı. Bugün hâlâ sorun çıkarılan Kıbrıs'ta olup bitenlerin tarihsel arka planını bilmek için ve bu yazının yazıldığı gün Büyük Taarruz'un yıl dönümüne denk gelmişken siz de okuyun, okutun... 

10 Temmuz 2017 Pazartesi

Muhafazakarlık ve sanat

Geçenlerde ressam Mehmet Güleryüz'le yapılmış bir röportajı okumuştum. Söyleşide dikkatimi çeken, ressamın ebru ile ilgili bir düşüncesiydi. Ebrunun sanat değil bir teknik olduğunu belirtiyor ve son zamanlarda ebruya diğer görsel sanatlardan daha fazla ağırlık verilmesini eleştiriyordu. Ebrunun sanat mı, yoksa teknik mi olduğuna karar verecek kadar konuya hakim değilim. Ama sözlerde haklılık payı olduğunu az çok sezinleyebiliyorum. Neden derseniz...

On yıllardır fakat özellikle son 15 yılda toplumun damarlarına onun kanını koyultan, hareket alanını kısıtlayan bir sözümona muhafazakarlık aşısı zerk edildi. Bu muhafazakarlık; Cemil Meriç, Nurettin Topçu, Dücane Cündioğlu gibi muhafazakar addedilebilecek düşünürlerin yazıları ve sözleriyle yalın kılıç muhafaza ettiği tarih, ananevi miras, medeniyet gibi kavramların değerinden ve onların yarattığı estetikten haberdar bir muhafazakarlık değil ne yazık ki. 

Bu "dostlar alışverişte görsün" tipi muhafazakarlık, yine ebrudan yola çıkarsak, ebru sergilerine bayılır. Burada bir sorun yok elbette. Sorunlu olan, ebruya ayılıp bayılırken resim ve heykele karşı korkunç kayıtsızlık, hatta çoğu zaman acımasızlık. Çünkü ebru risksiz; çıplaklık yok örneğin. Oysa resim ve heykelde insanın kendi bedeni ve ruhuyla hesaplaşması var. O yüzden tevekkeli değil birtakım "milli ve manevi hassasiyetler"de kümeleniverenlerin resim sergilerini basması. 

Bu cici muhafazakarlık, şehirlerde daha fazla beton rantı için yapılan orman katliamlarından hiç rahatsızlık duymazken yol kenarlarına iliştirilen plastik ağaçlara -hele bir de yeşil ışıklandırmayla süslenirse- neşeyle el çırpar. İthal edilmiş pahalı egzotik bitkilerle oluşturulan bahçelere Adn cenneti muamelesi yapar; binbir çiçeği yeşertebilen bu verimli toprakların aslında buna hiç ihtiyacı olmadığını görmezden gelerek. "Tek parti döneminde camiler ahır yapıldı" diye asılsızca nara atanları avuçları patlayasıya alkışlar; oysa o dönemde tamir gören, restore edilen camilerin sayısından haberi yoktur. Camilere yapılan eklemeler, çıkarmalar, koruma adı altındaki tahribat, tek parti dönemindeki camiler tatavası kadar umurunda olmaz tarih bilincinden yoksun muhafazakarın. Ezanların makamsız, kulak tırmalayıcı çirkinlikte okunması, iftarın bir dakikalık gecikmeyle başlaması kadar ona batmaz.

Son yılların yükselişteki muhafazakarlığı ayrıca sanatın onu sanat kılan ilkesi olan "hesaplaşma"dan bucak bucak kaçıyor, yani sanatı sevmiyor. İstisnai entelektüeller de bu kaideyi bozamayacak kadar az sayıda. Kendisini muhafazakar olarak tanımlayan insanların çoğunluğu "gomonist işi" sert politik filmlere yüzünü ekşitir; yoksulluk, ezilmişlik kaderdir çünkü, hesaplaşılmaz. Nü tabloları, antik döneme ait insan heykellerini gördüğü an, nazik bir yerine çivi batmış gibi sıçar; zira tutku, şehvet, insan bedeni üzerine olan duygularını bastırmışken "tüm çıplaklığıyla" onlarla yeniden yüzleşmek işine gelmez. Tiyatro, özellikle 16. yüzyıl öncesine saplanıp kalmış, neo-Osmanlıcı, hamasi yönünü okşuyorsa makbuldür. Okunan gazete ve kitap sayısı zaten sınırlı; eğer yazarlık iddiasındaki kişi, kişisel gelişim masallarını din sosuyla tatlandırırsa ondan iyisi yok. Çünkü bu devrin muhafazakarı soru sormaz, soramaz. Kimileri, Allah çarpar korkusuyla soramaz. Kimilerini ise iktidar nimetleri çarpar.

"İki günü aynı olan zarardadır diye inanıyorsam, acaba ben, bugünümü dünden farklı kılacak ne okuyabilir, görebilir ve seyredebilirim?" arayışındaki muhafazakarlığı bu topraklar mumla arıyor. Buyurup buradan yakabileceğimiz muhafazakarlık ise Uğur Mumcu'nun deyişiyle "kârın muhafazasını" seviyor. Kodaman muhafazakarlar büyük kârını muhafazaya kafa yorarken, gariban muhafazakarlar kaderin (!) ona sunduğunu cengaverce muhafaza etmekle yetiniyor.

8 Temmuz 2017 Cumartesi

Bir kuş öttü uzuuuun uzun...

Geçen Ramazan ayında Eskişehir'in en işlek caddelerinden birinde iftar saatine doğru koştururken, bir kuşun neşeyle cıvıldayışı, o telaşın dışına fırlatıverdi beni. Bir kuş, tek başına, öyle coşkuyla şarkısını söylüyordu ki, ister istemez şu cümleler döküldü dudaklarımdan: "Küçücük bir kuş koca bir caddenin havasını nasıl da değiştiriyor!"

Gürültüyü, kargaşayı, fırın kapılarında Ramazan pidesi kokularına ter kokularının karıştığı kuyrukların uğultusunu delerek, cansiperane ve hep tek tabanca şakıyan bir kuş... Burada başka bir arkadaş var mı diye bakınmayan, o kupkuru caddede konacak bir ağaç olup olmadığını umursamayan, yalnızca kendi şarkısının peşindeki kuşun ötüşü nasıl o anki yorgunluğumu bana unutturduysa...

Babamın sağlığına yeniden kavuşması da günlük yaşamın vıdı vıdılarından beni alıp o kuşun yanına götürdü. 

Babamın yaşamı da aslında o kuşun ısrarla yaptığı gibi kendi şarkısını söylemekten ibaret. Kimseye boyun eğmeden yaşamak, toprağının adamı olmak, üretmek... Sevilmek ama en çok da sayılmak... Bunlar onu dirençli kıldı. Çok buhranlı geçebilecek bir tedavi sürecini yakınmadan geçirebilmek ve sonunda ağır bir ameliyatı atlatabilmek biraz da topraktan aldığı güçle mümkün oldu sanki. 

Ne ilginç bir rastlantıdır ki, bu yazının yazıldığı vakit kuşluk vakti ve yine kuşlar cıvıldıyor. 

19 Haziran 2017 Pazartesi

1 yıl oldu bir minik İnci tanesi yeryüzüne düşeli

İçimdeki istiridyede
Besleyip büyütüp
Doğumuyla gönendiğim,
Varlığıyla kıvandığım,
Biricik kızım
İncime...
Dolunay, bebek yüzünü okşamış
Gece, saçlarını taramış 
Kelebekler, kaşının ipeğini dokurken
Kirpiği onlara upuzun selam durmuş 

Gözleri uzak siyah yıldızmış
Annesine bakarken ışıldarmış
Sözcüklere henüz alışmamış dudakları 
Bir gülümsemeyle bin neşeyi cıvıldarmış

Tanrı, o sessiz şair, ruhuna üflemiş dizelerini
Yazmış yazısını, çizmiş yolunu kızımın
Annesi ninnilerle avuttuğunu sanadursun
İnci, rüya denizlerine çoktan yelken açmış...

12 Haziran 2017 Pazartesi

Alternatif Ramazan soruları

Şunu da gördüm ya, ölsem de gam yemem:

Bu soru karşısında insanımızın yaratıcılığına şapka çıkarıyor... Daha doğrusu, takke çıkarıyor ve ben de kendi alternatif sorularımı işbu sayfada üretiyorum. Hatta buradan yetkililere bir çağrıda bulunuyorum: "Nerede o eski Ramazanlar?" diye hayıflanacaklarına, "en tuhaf soru" yarışması hazırlasınlar; hem biz Ramazanımızı keyiflenerek geçirelim, hem yarışanlar yaratıcılıklarını konuştursunlar.

İşte benim gül yüzlü ve de gül kokulu hocalarıma deli saçması sorularım:

1. "Tek tek basaraktan / bade süzerekten..." türküsünü Allah'ın tekliğine vurgu yaparak söylemek caiz midir?

2. Askerlik hatıramı anlatırken abartı katayım diye bolca palavra sıktım. Orucumu sakatlar mı diye şüphedeyim. Öbür yandan da diğer oruç tutan arkadaşlara palavralarımla hoşça vakit geçirdim, açlıklarını unutturdum. Onların sevaplarından bana da düşer mi?

3. "Bir İngiliz, bir Fransız, bir Türk" diye başlayan fıkralar günah mıdır? Günahsa, işin içine "bir de Arap" katarsak günahını hafifletmiş olur muyuz? 

4. Kuran-ı Kerim okurken özellikle infak (malın artanını paylaşma) ile ilgili ayetlerde aklıma Karl Marx geliyor hocam. Bu işte bir yanlışlık var mı?

5. Sakız çiğnemekten çok, esas o sakızı patlatmak oruca halel getirir mi?

6. Yemek tarifi programını izlerken yapılan yemekleri yediğimi hayal ettim ve yutkundum. Kefaret orucu tutmam gerekir mi?

7. Esnerken ağzıma bolca hava girdi. Havada oksijen var. Oksijen suda da var. Su içmiş gibi olur muyum?

8. Namaz öğreten seccadeye alternatif olarak "namaz kılarken selfie çeken seccade" tasarlıyorum. Dinen sakıncası var mıdır?

9. Umreye 579. kez gitmeyi planlıyorum; fakat bu sefer parayı denkleştiremedim. Dilenerek uçak paramı tamamlasam ibadetim kabul olur mu?

10. Kıyafetim yakışmış mı hocam?

9 Haziran 2017 Cuma

Rıfat Ilgaz'ın memleketinden Rıfat Ilgaz'ı kovmak

Kastamonu Cide'den bir haber geldi. Bir meslek yüksek okulunun tabelasından Rıfat Ilgaz'ın adını sileceklermiş. Çok merak ediyorum; durup durduk yerde Rıfat Ilgaz'ın hatırası nerenize battı? Canı sıkılanın, kafası kaşınanın, orucu başına vuranın sileceği ilk isimler yazarlar, şairler, gazeteciler olmak zorunda mı bu ülkede? İngiltere'de "ben Shakespeare'i beğenmiyorum" deyip hangi yönetici onun adını söküp atabilir? Avusturya'da Zweig, Fransa'da Balzac, Şili'de Neruda, Rusya'da Çehov'u yok sayabilir misiniz, hatırasına saygısızlık edebilir misiniz? 

Belli ki bunu aklına getirebilenler, Rıfat Ilgaz'ın insan sıcaklığıyla sarmalanmış şiirlerinden bir kere bile nasiplenmemiştir. "Sarı Yazma"sından, "Karartma Geceleri"nden haberi yoktur. Mizah öykülerine hiç denk gelmemiş, hele Hababam Sınıfı romanının kenarından bile geçmemiştir. (Yeşilçam yapımı Hababam Sınıfı filmlerinden bahsetmiyorum. O filmler Rıfat Ilgaz'ın eserine sadık kalınarak yapılmamış, Rıfat Ilgaz'ın asıl vermek istediği mesaj yok edilmiş ve bu da usta yazarı yaralamıştır. Son dönemde yapılan yoz Hababam Sınıfı filmlerine zaten değinmeye gerek yok)

Protokol müptelası profesörler (!) işi gücü bırakıp buna karar vermişler ha? Gerekçe olarak neyin altına imza attılar acaba? Kesin "görülen lüzum üzerine"dir! Sonra "tepki üzerine" vazgeçmişler. 

Şimdi bu tabelacı zatların durumuna cuk oturan bir Rıfat Ilgaz şiiri buradan üzerlerine düşsün! Rıfat Ilgaz'ın üzerine de rahmet yağsın...

26 Mayıs 2017 Cuma

Sakura gibi olmak

Ne zamandır sakura üzerine düşünüp duruyorum. Japonların kutsal kiraz çiçekleri, malum. Çiçeklerin açtıktan çok kısa bir süre sonra dalından düşmesi "Her nefs ölümü tadacaktır" ayetinin Japoncası ve renk dilinde pembesi sanki. "Her ölüm erken ölümdür" ne de olsa, en güzel zamanlarımızı yaşadığımızı duyumsarken bir de bakmışız; toprağa karışmışız. Tıpkı bir sakura gibi.

Bende de sakura hali mi vardır nedir? Dedim ya, nicedir düşünüyorum. Bazen gülümserken gözümden süzülen yaş mı, siyah saçlarım arasına düşen aklar mı, nedir bana sakura olmayı anımsatan?

Evladıma sarılırken yakınımda ve uzağımda bedeni ve ruhu örselenmiş sayısız çocuğu düşünerek üzülmektir. 

Aşkı tam buldum derken aslında çoktan kaybetmiş olduğumun farkına varmaktır.

Eğitim vermenin gürül gürül coşkusuyla tüm sınıfı avcumun içine aldığımı sandığım bir anda arka sırada oturan bir öğrencinin pencereden dışarı bakarak dalıp gitmesinden mahzun olmaktır.

İşim var, şükürler olsun diyecekken haksız yere işinden atılan, ekmeğinden edilen, güvencesiz bırakılan milyonlarca insanı düşünüp şükretmeye utanmaktır.  

Başkalarının dertlerini kendiminkiyle kıyaslayıp rahatlamayı zül saymaktır. O hastalık, o borç, o bilmem ne bela ne ise "bana uğramadı Allahtan" diyerek kuş gibi hafiflemeye tenezzül etmek vicdanımı sızlatır. 

Güzel bir eylemde bulunurken, eylemimin bunca çirkinlik içinde devede kulak olduğunu düşünüp hayıflanmaktır. 

Benim için can verenlere hayır dua ederken bile "Neden o fidanlar?" sorusuyla kendi yaşama hakkımı sorgulamaktır.

Dünün pişmanlığı ve yarının endişesi değil; benim bu sakura hallerim âna özgü. Duyguların yoğun dalgaları arasında gelişigüzel salınan incecik bir tülsü çizgi, alıp verilen nefeste başkaca bir titreşim, gözdeki ışığın bir an sönmesi kadar küçük, fakat gözlerimi içime çevirdiğimde gayet net görebileceğim anlar bunlar. Beni insan kılan, beni Sevgi kılan, beni sakura kılan.

Adım Sevgi. Soyadımın bir önemi yok, insanlık okyanusunun herhangi bir damlasıyım işte. Varsın sakura olsun soyadım. Diyalektik mi, yin yang mi, adı ne konursa konsun; o son düşüş vakti gelene kadar bir sakura olarak düşüp tekrar açmaya, düşüp tekrar açmaya, düşüp tekrar açmaya devam edeceğim. 

24 Nisan 2017 Pazartesi

Türkan ve Sıdıka

Türkiye'nin en güzel kadını kimdir sizce? Nihat Genç'in sekiz yıl önce duyduğum bir cümlesinden sonra bu soruya yanıtım kesin olarak değişmişti. Ne demişti Nihat Genç? "Türkan Saylan Türkiye'nin en güzel kadınıdır." İnanmıyorsanız "cüzzam" yazıp google görsellerde bir arayıverin. Karşınıza çıkan seçeneklerin başında geliyor "Türkan Saylan".

Nihat Genç, Türkan Saylan katledildikten sonra sarf etmişti bu ölümsüz cümleyi... Türkan Saylan kanserden mi ölmüştü sahi? Yoksa evine Ergenekon zırvalarıyla polisler daldıktan sonra mı ölümüne giden yol kısalmıştı? Baskın yapıldığında Türkan hoca ağır hastaydı; fakat onu hasta yatağında taciz edenler onu ölüme ittiler, dolayısıyla onu katlettiler. Yani Türkiye'nin en güzel kadınına vefa borcunu böyle ödemiş oldu devlet. 

Yıllar sonra bana bunları anımsatan, geçenlerde okuduğum bir kitap oldu: Ayşe Kulin'in Türkan: Tek ve Tek Başına adlı yapıtı. Bu kitabı okumazdan önce Türkan Saylan'a sevgim, bilgimle sınırlıydı. Türkan hocanın bu topraklardaki cüzzam ve cehaletle nasıl çetin bir savaşıma girdiğini biliyordum. Daha doğrusu bildiğimi sanıyormuşum. Kulin'in kitabını okuduktan sonra sevgim hayranlığa dönüştü ve öğrendiklerim beni derinden sarstı.

Kitapta Saylan'ın yetiştiği aile ortamı, gençliği, öğrenciliği, hekimliği, anneliği, evlilikleri, hayalleri ve hayal kırıklıkları, cüzzamlılara ilişkin gözleminin hekimliğinde dönüm noktası oluşturması, cüzzamlıları tedavi etmek için herkese karşı -bürokrasiden ailesine kadar- verdiği amansız savaşım, eşek sırtında kırsal yerlere gidip yaptığı cüzzam taramaları, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği'ni (ÇYDD) kurması ve ömrünün son günlerinde evine yapılan baskın var. 

Kitap bir solukta okunuyor. Okurun Türkan hocanın emeklerine şahit olmasına çok etkili ve yalın bir anlatım eşlik ediyor ve yaşamöyküsü göz yaşartıcı bir bitişle sonlanıyor. Ancak gönül isterdi ki, ÇYDD'nin kuruluşu ve binlerce kız çocuğun yaşamını nasıl değiştirdiği de Türkan hocanın cüzzama karşı açtığı savaşla aynı oranda yer bulsaydı romanda. Sonlara doğru araya birkaç anı serpiştirilmiş gibi duruyor. Oysa Türkan hoca, hekimler dahil herkesin tiksindiği, yaratık muamelesi yaptığı, tecrit ettiği, köşe bucak kaçtığı cüzzamlılara sevgiyle dokunduğu gibi kim bilir kaç kızın yaşamına dokundu ve onları sözgelimi kuma olarak satılmaktan kurtardı? Böylesi örnekler cüzzamlılar kadar bahsedilmeyi hak ediyor.

***

Türkan: Tek ve Tek Başına kitabını okuduktan sonra yıllar önce okuduğum başka bir kitabı daha anımsadım: Dağ Çiçeklerim. Yazarı Sıdıka Avar'ın adını muhtemelen Türkan Saylan'dan daha az işittiniz. Cumhuriyet kurulduktan çok kısa bir süre sonra öğretmenliğe başlamış, genç Cumhuriyet'in fedakâr öğretmeni Sıdıka Avar'ın anılarından oluşan kitap da tıpkı Türkan Saylan gibi yüreği yurt ve insanlık sevgisiyle dolu bir idealistin dağ bayır gezerek Elazığ, Tunceli ve Bingöl'ün yoksul kızlarını nasıl yaşama kattığını ortaya koyuyor. 

Sıdıka Avar; bazen yayan, bazen at sırtında, bazen de kamyonla kız çocuklarını kasabalardan ve köylerden toplayarak onları önce bitten pireden arındırıp tertemiz giydiriyor. Sonra onlara okuma yazma, biçki-dikiş, görgü öğretiyor, öğretmenlik eğitimi veriyor. Oraya atanmış diğer görevliler o çocuklara "dağ ayısı" adını takarak hiç acımadan itip kakarken Sıdıka öğretmen "dağ çiçeklerim" diyor, sevgiyle eğitiyor hepsini. Sıdıka öğretmenin mücadelesi yalnızca çocukların eğitimiyle de sınırlı değil! Hem yöredeki cehaletle, hem tepeden inme, halden anlamaz bürokrasiyle didişe didişe, dağlarda kendi aydınlık yolunu açıyor. Açıyor açmasına da... Yine tıpkı Türkan Saylan'a yapıldığı gibi sudan gerekçelerle adeta cezalandırılıyor ve daha etkisiz bir görev yerine gönderiliyor. Ardından çocuklar "Avar ana"ları için ağlaşıyor, "Avar! Avar!" diye haykırıyor, maniler düzüyorlar:

Su gelir acı acı
Avar başımın tacı
Kimse bana acımaz
Avar yine sen acı

***

Türkan ve Sıdıka'nın hüzünlü öyküsü üzerine düşündükten sonra şuna kanaat getirdim: Türkan Saylan'a yalnızca hekim ve Sıdıka Avar'a yalnızca öğretmen demek onların yüce insanlığını karşılamaya yetmiyor. Hele hastanelerde lütfedip kimsenin suratına bakmayan ama özel muayenehanelerinde hastaları kapıda karşılayan "hekim"leri ve okullarda öğrencilerini iyi eğitmeyen, onlara hakaret eden, şiddet uygulayan ama özel ders için el ovuşturan "öğretmen"lere tanıklık ettikten sonra!...

Başka bir kültürde yaşasaydık ikisi de büyük olasılıkla azize ilan edilirdi ve isimleri okullara, hastanelere, caddelere, bulvarlara verilirdi. Bizim ülkemizde verilmemiş; ne gam! Yüreğimize kazılı isimleri! Onlar bu ülkeyi cennet kılmak için canlarını ortaya koyduktan sonra, onların cennette en güzel makamlarla şereflendirileceklerinden de inanan bir insan olarak benim kuşkum yok. 

Son olarak şunu sorgulamadan geçemeyeceğim. Biz bu kahramanların mirasını ne kadar yaşatabildik? Yıllar geçtikçe hastalıklarla tedavide ve okullaşma oranlarında yükseliş olduğu doğru; gelgelelim şu “çocuk gelinler” tabiriyle hafifletilen dini nikâh kılıflı pedofili rakamları beni çok ürkütüyor. Türkan ve Sıdıka gibi yurtseverlerin yolu kapatılmasaydı belki çoktan temizlenmişti bu yara.

İki güzel insandan ve onları ölümsüzleştiren iki yapıttan bahsetmişken yine onların sesiyle bitsin bu yazı. İlki Türkan Saylan’ı özetleyen satırlar:
"Bir doktorun tek arzusu, hastasını sağlığına kavuşturmak, yaşamını uzatmaktır. Ben bundan fazlasını yaptım; hastalarıma yaşam şartlarını da hazırladım, onlara iş ve aş buldum, çocuklarına kanat gerdim. Minnettarım tüm hayatımı vakfettiğim cüzzamlılarıma, çünkü onların çocukları sayesindedir ki, memleketimin binlerce başka çocuğuna da uzanabildim. Yoksul olmaları, çaresiz olmaları koşuluyla, hiç ayrım yapmadan, Türk, Kürt, Süryani, vs. demeden, kırsalın evlere hapsedilmiş kızlarına kapıları araladım, ışık tuttum yollarına. Beni hırpaladılar, yerden yere vurdular, ne gâvurluğum kaldı, ne Kürtçülüğüm, ne komünistliğim. Şu son aramayla da darbeci yerine kondum. Umurumda bile olmadı. Çünkü ben, gâvur, Kürtçü, komünist veya darbeci değilim. Ben sadece yüreği insan sevgisiyle dolu bir hekimim. Ülkemi, insan haklarına ve hukuka saygılı, demokrasiye inanan hükümetlerin idare etmesini isteyen bir vatanseverim. Hayatım boyunca tek isteğim iyi ve dürüst bir insan olmaktı. İyi dürüst insanlarla birlikte yaşamaktı."

İkincisi, Sıdıka öğretmenin çocuklarına, dağ çiçeklerine vedası:  
"Ey Mastarların, Hazarların, Gölcüklerin, Muratların ülkesi Elazığ, ey bağlarında tat, dağlarında buzlu sular kaynayan yeşil Uluovaların evlatları, ey Tunceli ve Bingöl'ün göklerle yarışan çetin dağları, boynunu binbir haşeratın kemirdiği boynu bükük ormanları, ey dar zümrüt vadilerin çileli yiğit çobanları ve mert insanları, hepinize gönül dolusu selam, sevgi ve saygılar...

Ey saadetinize sevinç, dertlerinize gözyaşı kattığım vefalı kızlarım, biçare bacılarım!

Uğrunuza serdiğim 20 senenin kahırları, dertleri, cefaları ananızın ak sütü gibi helal olsun!

Kalbimde sizin için burcu burcu tüten saadet ve bereket dilekleri köyünüze, kömünüze Allah’ın rahmeti gibi yağsın ve mesut olun...”

28 Mart 2017 Salı

Mini masal: Geri dönüşüm

Geri dönüşüme bayılan biriyim. Kâğıt, cam, plastik hak ettiği muameleyi görmeli, yani geri dönüşüm tesislerinde ağırlanmalı. İşte böyle "geri dönüşümün faziletleri" gibi düşüncelerle gökyüzünü seyre dalmışken bir gece, birkaç yıldızın tek başlarına parlayıp söndüğüne şahit oldum. Zaten hava kirli, puslu ve eskisi gibi pırıl pırıl yıldızlı geceler yok; kalan yıldızlar da mahzun ve yalnız. Yenice yeşeren anne şefkatimden olsa gerek, dayanamadım; gözümün gördüğü, elimin eriştiği yıldızları asılı oldukları gök katmanından topladım. Hepsi dünya kadar kir, toz ve is sırtlanmıştı. Üfledim, silkeledim, parlattım, hatta bitleri var mı diye tepelerini dikkatle inceledim. Üşümüşlerdi de. Yine dayanamadım; hepsini koynumda ısıttım. Haydi son bir kıyak çekeyim, yapmışken iyiliği tam yapayım dedim, tuttum şarkı söyledim onlara: Gökyüzünde yalnız gezen yıldızlaaar, yeryüzünde sizin kadaaar... Uyuyakalmışım. Yıldızların içimdeki tatlı serinliği beni uykunun kollarına bırakmış. 

Güzel bir uykunun ortasında kızımın geceyi darmadağın eden ağlayışıyla uyandım. Kızım acıkmıştı. Hemen emzirdim. Bu arada koynumdaki yıldızları unutmuşum; onlarla yeniden uykuya daldım. Sabah kalktığımda kızımın keyifli gülüşünde alışılagelenden farklı bir ışıltı vardı. Ağzında iki yıldız parlıyordu, bembeyaz! Çıkarmak istedim; çıkaramadım. Zamkla yapışmışlar adeta! Gökteki makamlarını terk edip kızımın damağına azimle tutunmuş iki minik yıldız! Demek ki gece emzirdiğimde İncimin ağzına sütümle beraber yıldızlar akmış. O ikisi de yerinden memnun kalmış. Hemen koynumu yokladım. Dişe dönüşenlerin dışında kalan birkaç yıldız kıpırtısızca, uslu uslu bekleşiyordu. Onları ömrüm boyunca oraya hapsedemezdim. Saçıma takamazdım; çünkü ağaran saçlarımın arasında yitip gidecek, yıldız olmanın hakkını veremeyeceklerdi. Toprağa gömemezdim. Çöpe hiç atamazdım. 

Bir geceliğine de olsa onların sessiz varlığına alışmıştım galiba. Ayrılık zor gelecekti; ama onları yerinden yurdundan eden bendim. Yıllarca yeryüzüne onları sürgün etmeye zaten hakkım yoktu. Kalan yıldızları teker teker koynumdan çıkardım, öptüm ve gündüz vakti göğe üfledim. Onları nerelerden topladığımı tam çıkaramadığım için yerlerine kendi bildikleri gibi geri dönsünler istedim.
...

O günden bu yana onlardan haber alamadım. Özlüyorum misafirlerimi. Gökyüzünde artık hiç yıldız konaklamadığı için ben de İnci'nin minik ağzındaki pırıltılardan sebepleniyorum. İncimi her emzirdikçe kuşkuya da düşmüyor değilim hani; acaba hâlâ koynumda (ve belki sütümde) gizlenmiş bir yıldızcık kaldı mı? Dişe dönüşeceği ve neşeyle ışık saçacağı günü iple çeken...

"Doktor Jivago"dan birkaç satır

"Hayatta yanlış yapmamış, doğru yoldan ayrılmamış insanlardan hiç hoşlanmam. Erdem cansızdır. Bir değeri de yoktur. Hayat, erdemli insanlara güzelliklerini göstermekten çekinir."

"Felsefi eserleri pek tutmam. Bence felsefe hayata ve sanata azar azar eklenmeli. Araya karıştırılmamalı.  Bir insanın oturup sadece felsefeyle uğraşması, durmadan turşu yemesi gibi garip bir hal."

"-Mademki birbirinize bu kadar düşkündünüz, evlendikten sonra ne oldu da ayrıldınız?
- İşte cevaplandırması güç bir soru. Ama bir cevap verebilmek için elimden geleni yapacağım. Ayrıca senin gibi, Rusya'da olup bitenleri o kadar iyi anlayan, insanların başlarına gelenleri yakından izleyen, ailelerin, sözgelişi senin ve benim gibi ailelerin neden yıkıldığını çok iyi bilen birine bunu anlatmak çok güç olacak. Bunda sevmek ya da sevmemek, aynı karakterde olup olmamak önemli rol oynamıyor. Kurulu düzenli her şey, bütün toplumla birlikte yıkılıp gitti. Bütün toplum hayatı mahvoldu. Her türlü alışkanlıklarımız, gelenekler, kurulu aile düzeni bir anda kayboldu. Geriye sadece çırılçıplak kalmış titreyen bir insan ruhu ve insan vücudunun çıplak, acı kuvveti kaldı. Bu kuvvet zaten hep yalnız, çıplaktı. Hep üşüyordu. Isınmak için kendisi kadar yalnız ve soğuk olan en yakın komşusuna yetişmeye çalışıyordu. Sen ve ben hayatın başlangıcında üstlerine giyecek hiçbir şeyleri bulunmayan iki insana benziyoruz... Hayatın sonundayız, yine üzerimize giyecek bir şeyimiz yok. Evsiz barksız. Biz, o zamanla bizim zamanımız arasında geçen binlerce yıl süresince yaratılmış ölçüsüz büyüklükten arta kalan son varlıklarız. Artık gelmemek üzere kaybolup giden o hayallerin hatırasına saygı duyarak sevişiyor, ağlıyor ve birbirimize sarılıyoruz."

"Onlar birbirlerini ihtiyaç duyduklarından, âşıkların tasvir edildiği gibi 'birbirleri için yanıp tutuştuklarından' sevmemişlerdi. Onlar; çevrelerindeki her şey, gökyüzü, ağaçlar, ayaklarının altındaki toprak sevişmelerini istediği için sevmişlerdi. Belki de yaşadıkları dünya, içinde dolaştıkları ev, sokakta rastladıkları yabancılar onların aşkından, kendilerinin olduğundan daha memnundular.
   Evet, işte onları birbirine yaklaştıran, birbirine bağlayan şey bu olmuştu! En mutlu ve bahtiyar oldukları günlerde bile neyin en güzel, en heyecan verici olduğunu asla unutmamışlardı. Hayatta ve yaşamaya duydukları sevgi kendilerinin dünyaya ait olduklarını, onun bir parçasını teşkil ettiklerini bilmelerinden doğan bir duyguydu."

"Seninle hayale kapılmadan, dürüst bir şekilde konuşmak isterim. Fakat başka çaremiz kalmadı değil mi? Sen nasıl istersen öyle söyle ama ölüm kapımızı çalıyor galiba. Günlerimiz sayılı artık. Hiç olmazsa bu günleri kendimize göre faydalı bir şekilde geçirmeye bakalım. Hayata veda ederek içimize çekilelim. Birbirimizden ayrılmadan önce son defa yine beraber olalım. Sevdiğimiz her şeye, hoşlandığımız yaşama tarzına, vicdanımızın öğrettiği şeylere, ümitlerimize ve nihayet birbirimize veda ederiz. Doğu Okyanusunun adı kadar sakin, sessizlik dolu gecelerde konuştuğumuz kelimeleri bir kere daha tekrarlarız. Hayatımın son günlerinde savaşta karşıma çıkışın boşuna değildir benim siyah, yasak meleğim.
       O gece okul öğrencisiyken, otel odasında kahverengi önlügünle de şimdiki kadar güzel ve çekiciydin.
      Daha sonra, çok zaman sonra içime ektiğin tohumların verdiği parçayı anlamlandırmaya çalıştım. Önlüğünün içinde benim için erişilmez bir hayalken odanın gölgeleri içinden çıkıp karşıma dikildin. Cahil, toy bir delikanlıydım. Yine de bu incecik, narin kızın dünyanın en güzel kadınlarından biri olduğunu anladım. Sana bütün varlığımla yaklaştım. Sende her şeye, herkese etki yapan elektrikli bir hava vardı. O anda sana parmağımın ucuyla dokunsam bütün odayı aydınlatan bir kıvılcım saçacağına emindim. Bu kıvılcım beni ya oracıkta öldürecek ya da bütün hayatım boyunca bana acı çektirecek mıknatıslı bir akımla doldururdu. Ağlayacak kertelere geldim. İçim kan ağlıyordu. Bir çocuk olduğum için kendime, küçücük bir kız olduğun için de sana acıyordum. Hayretler içinde kalan varlığım, 'Sevmek, elektrikle dolmak bu kadar acı verici bir şeyse, kadın olmak kim bilir ne kadar acıdır?' diye soruyordu."

22 Mart 2017 Çarşamba

Haşırt Dı Bilekbord

Oyuncu Zafer Algöz'ü tiyatro sahnesinde seyretme fırsatım hiç olmadı. Herhangi bir söyleşisini de okumamıştım. Yalnızca birkaç sinema filmi ve diziden oyunculuğunu takdir etmiştim. Meğer ne tatlı bir anlatıcı imiş! Bunu Haşırt Dı Bilekbord adlı kitabından öğrendim. 

Kitap, oyuncunun kısa kısa, bitirim delikanlı ağzıyla anlattığı hatıralardan oluşuyor. Çoğunu kendisi yaşamış, bazılarını da başkasından aktarmış. O kadar çok hayran olduğumuz insan var ki kitapta, anılar doyumluk değil tadımlık kalıyor. Ağız sulandıran birkaç ayrıntı ve isim vereyim de özendireyim okumaya: 
Sadri Alışık'ın Ajda Pekkan'a çektği ince ayar, 
Koca Timur'un sahnedeki esirlerine ayran üstüne ayran içirmesi, 
Nur Subaşı'nın (hani şu Şirinler çizgi filminin başında duyduğumuz "İyi bir çocuk olursanız siz de Şirinler'i görebilirsiniz" diyen davudi sesin sahibi) işkembecide racon kesmesi,
Zırtçılar (kahvelerde palavradan hikaye anlatanlar), 
Ağır Roman filmi çekilirken Romanların çekimlere dahil olması, 
Carlos Santana'nın İstanbul'daki konserinde ağırladığı boyacı çocuklar,
Kemal Sunal, Cem Yılmaz, Müşfik Kenter, Zeki Müren, Fatma Girik'le dolu nice komik ve kimi zaman hüzünlü yaşanmışlıklar...

Rahat ve hızlı okunan bir kitap. Hele gırtlağımıza kadar kaba siyasete boğulduğumuz şu günlerde bir soluk alma, gülme ve eski güzel günlere iç çekme molası.

Kitabın tuhaf ismini merak ediyorsanız... Öztürk Serengil'in olduğu bölümde gerekli açıklama yapılmış efendim. Ben burada "spoiler" vermeyeyim şimdi.

13 Mart 2017 Pazartesi

Besteli şiirler - 5: Gülten Akın

Cemrelerin kolunda ilkbahar geldi!... Uyanışın, kıpırdanışın, silkelenişin, karlar boyunca yürüyüp tökezledikten sonra kuyruğu yeniden dik tutmanın mevsimi. Kışın kuru ayazının ardından rüzgarın çiçekçe kokulandığı zaman dilimi. 

Yağmurlarla kendini duyuran ilkbahar, Eskişehir'de de dün gece aralıksız mesaideydi. Ben de onun bu çabasına hürmeten, bir buket Gülten Akın şiiri ve bu şiiri zarifçe kavramış müzikal aranjmanı gönderiyorum.

Yağmurlu günlere yakışan şiir ve Suavi'nin sesinden yağışı:


23 Şubat 2017 Perşembe

Üç memleket, üç yangın ve bol köpüklü Türk kahvesi

İtalya.
Giordano Bruno, evrenin ikamet ettiğimiz dünyadan ibaret olmadığını, başka gezegenlerin de varlığını işaret etti. Engizisyon Mahkemesi'nin kararınca diri diri yakıldı.

Almanya.
Meclis binası olan Reichtag yakıldı. Hitler, yangını bahane ederek ülkeyi anahtar teslim aldı; güle oynaya diktatörlüğe kavuştu.

Türkiye.
Sivas'a şiir okumak, türkü söylemek ve semah dönmek için gidenlerin bazıları diri diri yakıldı, bazıları yangında dumanla boğuldu.

Bir yangın daha eklendi bu listeye: Yalnızca birkaç gün önce, yüzlerce sanat insanını yetiştirmiş Müjdat Gezen Sanat Merkezi'ni yakarak yok etmeye çalıştılar. Tıpkı Bruno'yu yakınca evrenin yasalarını örtbas edeceğine inananlar gibi. Tıpkı Nazi hükümranlığının sonsuza dek süreceğini umanlar gibi. Tıpkı türkü diyen dilleri, şiir yazan elleri ateşte boğunca türkülerin ve şiirlerin sesinin kısılacağını zannedenler gibi.

Yobazlık ve faşizmin yöntemleri de, muradı da tarih boyunca değişmedi: Yok etmek. Yine yangınla, gözdağıyla, baskıyla bir saltanata kafa sallamamız bekleniyormuş...muş...

İşte tam bugünlerde bol köpüklü bir Türk KAHVESİ yudumluyormuş ya da bol KAKAOLU bir pasta tadıyormuşcasına "kahverengiden yana olmak görevdir" ülkenin yangın yerine dönmemesi için. Ataol Behramoğlu'nun Sivas yangınına atfen yazdığı "Yaşamak görevdir yangın yeri"nde dizesine ek olarak...

24 Ocak 2017 Salı

Kalpçi ve "Bilinçaltının Gücü"

Genç bir adamı şunu söylerken duydum: "Kalpçiyiz biz abi. Kalp tamircisi". Saat tamircisi gibi kalp tamircisinin var olduğunu düşünsenize. Tıpkı saat tamircisinde olduğu gibi çeşit çeşit kalplerin orada boy gösterdiğini. Sevgiliniz mi terk etti, patronunuz mu fırçaladı, borç verdiniz ve üzerine mi yatıldı? Verin kalbinizi kalp tamircisine. Siz dükkanda başka kalpleri incelerken o sizinkinin kırıklarını onarsın. Hatta bir süreliğine başkalarının kalplerini kiralayın ve onunla gezin. Yakın çevrenizdekilerin kalpleri de olabilir, ünlü kişilerinki de. Örnek aldığınız dahilerin de kalbini sizinkinden boşalan yere geçici bir süre takabilirsiniz, nefret ettiğiniz insanların kalbiyle de dolaşabilirsiniz birkaç saatliğine. 

Kalp tamircisi genci bana duyuran ve bütün bunları yazdıran okuduğum bir kitabın bana gösterdiği rüya aslında. (Ne hikmetse yeni bir kitaba her başladığımda onun içeriğini çağrıştıran bir rüya görürüm). Bilinçaltının Gücü* adlı bir kitap var elimde. Baştan söyleyeyim, bilinçaltı gücünün her zorluğun üstesinden gelmeye yeteceği fikrinin kabulü ile bu kitabı okumak gerekiyor. Buna inanmayanlar için kitap bir masaldan öteye geçmez. Yani bilinçaltı ile değişmeye ve iyileşmeye inanmıyorsanız bu kitabı elinize almayın. Ben de birkaç yıl önceki ben olsaydım bir-iki sayfa okuduktan sonra bırakırdım. Gelin görün ki, bilinçaltının gücüyle hasta olup şimdi yine onun gücüyle sağlığıma kavuşma mücadelesi verdiğim için kitaptan bahsetme gereği duyuyorum.

Hastalıkların, mutsuzluğun, yoksulluğun ve yoksunluğun kendi düşüncelerimizin bir sonucu olduğunu ilan ediyor kitap. "Ne düşünüyorsak oyuz". Ve aradığımız çare yine o düşüncede, zihin denen "karanlık oda"da. Yazar sağlık, mutluluk ve huzur için bilinçaltına nasıl hitap etmemiz gerektiğini anlatıyor. Bedeni aşama aşama gevşettikten sonra kararlı ve sevecen telkin cümlelerini kendimize fısıldamak, yaşamak istediğimiz mutluluğu gözümüzde canlandırmak ve isteğimiz her neyse o dakika gerçekleşmişcesine şükran duygusuyla bilinçaltına düzenli biçimde ve yılmadan emir vermek olarak özetlenebilir bilinçaltıyla iletişim. Ayrıca bilinçaltımı hep suçlamış bir insan olarak yazarın bilinçaltıyla ilgili bazı ifadeleri hoşuma gitti: "Bilinçaltınız masumdur", "Bilinçaltınız vücudunuzun inşaatçısıdır, "Bilinçaltınız sizinle tartışmaz. Bilincinizin emirlerini kabul eder", vb.

Kitapta küçük vakaların yanı sıra ünlü ve başarılı insanların bilinçaltıyla nasıl etkileşim halinde oldukları anlatılıyor. Benim de aklıma hemen Atatürk ve onun önce kendini, sonra etrafındaki herkesi imkansız denen şeylere nasıl inandırdığı geldi. Örneğin gencecik bir askerken ileride devlet kuracağını ve bu devletin başına geçip arkadaşlarını hangi görevlere atayacağını arkadaşlarına anlattığı zaman onlar dalga geçtiyse de, o gayet ciddiydi! Zihinde canlandırma tekniğini başarıyla uygulamıştı kimseye aldırmadan. Nutuk'u incelediğinizde de "sarsılmaz inanç" gibi doğrudan bilinçaltına nüfuz eden yüzlerce sözcük görürsünüz. "Zafer, zafer benimdir diyebilenindir!" gibi cümleler sıklıkla yer alır konuşmalarında. Kendi bilinçaltını oluşturmakla kalmayıp bir ulusun da bilinçaltına zafer ve özgüven tohumları ekmenin en seçkin örneği budur işte.

Demiştim ya, eski ben bu kitabı asla okumaya yanaşmazdı. Eskiden olsaydı, kitabın durmaksızın aynı şeyi tekrar ediyor olması bana "Bu kitap okura geri zekalı muamelesi yapıyor!" dedirtirdi. Oysa kitap, bahsettiği bilinçaltıyla iletişim yöntemine paralel biçimde yazılmış diye düşünüyorum. Yani hep aynı şeyi yineliyor! İsteklerimizin gerçekleşmesi için bilinçaltına emir verirken bizim de yapmamız gerektiği gibi. Bir kere iki kere değil; belki yüz, belki bin kere. Kararlılıkla ve coşkuyla. Bıktırıcı görünmesin; alışınca bırakamıyor insan. 

Bir de kitapta yirmi bölüm var, başlıklara baktığınızda her biri farklı içeriğe sahipmiş gibi görünüyor, ama anlatılan aynı. Alttan alta yazar şu mesajı mı veriyor acaba: İnsanlar farklı zorluklarla karşılaşıyor gibi görünse de, sorun aynı: Bilinçaltına yanlış emirler vermek. Çözüm de aynı: Bilinçaltına doğru emirler vermek.

Kitapta ünlü yazar Robert Louis Stevenson'ın rüyalarında öykü yazıp para kazandığı satırları okurken iç geçirmedim değil... Malum, ben de bu yazıyı bir rüyadan aldığım ilhamla yazdığımı belirtmiştim. Şimdilik bilinçaltıma yazarlıkla ilgili bir emir tebliğ etmesem de, durun bakalım. Siz şu manidar karikatürü incelerken ben de bilinçaltıma sorayım. Her ne kadar o, rüya ülkemde uçmakla, tırmanmakla, soyut şekillerle, garip bestelerle, güftelerle meşgul olsa da...

*Bilinçaltının Gücü, Joseph Murphy, Koridor Yayıncılık

Zaman meyhanesinde aşksız bir şarap gibi bir kadın

Geçenlerde "Zaman Meyhanesi" şarkısına denk gelince sözlerini kim yazdı acaba diye düşündüm. Söz yazarını öğrenince "Tabii ya başka kim olabilirdi ki!" dedim ister istemez. Çılgın kadın Aysel Gürel'in dizeleri...

ben billur kahkahalar 
çizerim zamana
bir yudum mutluluğa 
içtiğim anlarda 

sevinçler alır beni 
bölerler sonsuza 
ben zaman meyhanesi 
diyorum şu hayata

ne sevda yıkar 

ne hasret sarsar
ben tortulanmış 
aşksız bir şarap gibiyim 

boş saatlerin 
hasat mevsimi 
yırtar geceyi 
bir ok sesidir yüreğim 

gün doğar taşar kalbim
dolunca zamandan 
dinlerim kadehinden 
sırrını her şeyin

çılgınlaşır gönül
en küçük bir hazdan
yalnızlık ufalır da 
ben sanki devleşirim

Şarkısını dinlemeden geçmeyin:

2 Ocak 2017 Pazartesi

Besteli şiirler - 4: Nazım Hikmet


Nazım Hikmet'in bestelenmiş onlarca şiiri var; fakat Hiroşima'da ölen çocuklara yazdığı şiir bugünler için daha anlamlı... İki farklı bestesini dinleyeceksiniz: Zülfü Livaneli'nin ezgisi daha çok bilinir ve nedense Ruhi Su'nunki biraz yabana atılmıştır. Oysa Ruhi Su, Zülfü Livaneli gibi sayısız müzisyeni beslemiş gür bir ırmaktır...