Oğuz Atay'ın Günlük'ünü okudum. Okuduktan sonra keşke sağ olsaydı da bir imza günü, söyleşi möyleşi denk getirip onu canlı canlı dinleme onuruna erişebilseydim diye düşündüm. Sonra bire bir sohbet etme hayali canlandı da gözümde... Yok yok, ben çıkamazdım karşısına. Cesaretim olmazdı sanırım. Veya Çavdar Tarlasında Çocuklar kitabındaki gibi onunla telefonda mı konuşurdum acaba?
"Bir kitabı okuyup bitirdiğiniz zaman, bunu yazan keşke çok yakın bir arkadaşım olsaydı da, canım her istediğinde onu telefonla arayıp konuşabilseydim diyorsanız, o kitap bence gerçekten iyidir. Ama öylesi pek bulunmuyor."
Oğuz Atay okudukça bende de bu his uyanıyor; gelgelelim her canım istediğinde ona telefon açamazdım. Onun muazzam birikimi ve dolayısıyla muazzam yalnızlığının karşısında günlük dertlerimle un ufak oluverirdim. Bir de rahatsız etmek istemezdim adamı. Onca işinin gücünün arasında ayıp yav... Diyelim, Yaradan'a sığınıp, bir cesaretle açtım telefonu. Birkaç hoşbeşten sonra konu nereye varacak? Onun birikiminin altında ezilmemek için etiketlerimi masaya sürsem? Laf arasında önemsiz bir ayrıntıdan bahseder gibi cümleyi öksürüğe boğdurarak: "Öhö, öhö bendeniz İngilizce öğretmeniyim, ayriyeten doktora tezi yazıyorum, naçizane..." filan derken Günlük'ündeki şu cümlesiyle sözümü kesse:
"Kimsenin doğru dürüst bir şey bilmediği bu ülkede belki ordan burdan bir şeyler makaslayarak eserler verselerdi, iyi kötü bir ansiklopedide iki üç satırla anılmaları işten bile değildi."
Vay anasını, sanki beni anlatıyor! Doğruya doğru arkadaş; sosyal bilimlerde laf salatasından öteye gitmiyor çalışmaların çoğu. Özgün kavramlar üretmiyoruz; Batının üretmiş olduklarını kim bilir kaç milyonuncu kez kendi ortamımızda sınıyoruz yalnızca. Ayrıca Atay yine insaflıymış yukarıdaki cümlesinde; tez danışmanlarının emir kulu, biz gariban araştırmacıların ansiklopedilerde anılma şansı bile yok.
Anlaşılan, etiketlerden, makam mevkiden hayır yok bu sohbette. Evlilikten, çoluk çocuktan bahsetsen, Atay'ın karakterleri kafa bulandırıyor. "Aile saadeti", "Türk aile yapısı" gibi kemikleşmiş kavramlarla da bu sohbet yürümez; çünkü herkes oyun oynuyor onun kitaplarında. Birbirlerini aldatıyorlar. Mutsuzluklarının bir nedeni (belki sonucu?) evlilikleri.
Kala kala elimde ne kaldı? Hah, edebiyat! Tabii ya, asıl edebiyat konuşulmalı onunla... Falancanın şu romanına bayılırım dediğimde, şırrrak!... Şu cümle patlar suratımda (yani kulağımda, telefonda konuşuyoruz ya):
"Türk Romanının sorunu kişiliktir. İnsanımızın kişilik kazanma savaşının önemini henüz kavramamış olmasıdır. Kendisiyle hesaplaşma diye bir kavramın varlığından habersiz oluşundandır. Bunun için romanımız düzmecedir. Diyalektik gibi gerçekten büyük kavramların gerisine sığınan cüceler ordusu oluşundandır."
Bunca tokatı yedikten sonra bana düşen ne olur? Kem küm edip sahte iyi dileklerle telefonu kapatmak değil mi? Yok yahu, ne telefonu, ne kapatması. Gerçek değil ki bu, unuttunuz mu? İyisi mi ben yatıp uyuyayım. Belki rüyamda Oğuz Atay'ı görürüm. Beğendiğim cümlelerinin altını çizmekten çok yazdıklarını daha iyi anlayabilmek için ne yapabileceğimi sorarım ona. Ama dur ya. Rüyadaki adamı yolundan çevirip hemen bu soru sorulmaz ki. Önce kendini tanıtırsın, seni ciddiye almasını sağlarsın. Peki nasıl olacak bu? Ben falan yerde çalışıyorum, filanca üzerine akademik çalışma yapıyorum, dersin. Medeni durum, çoluk çocuk, edebiyata olan ilginden bahsedersin... Offf, döndük mü yine başa...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder