Geçenlerde ressam Mehmet Güleryüz'le yapılmış bir röportajı okumuştum. Söyleşide dikkatimi çeken, ressamın ebru ile ilgili bir düşüncesiydi. Ebrunun sanat değil bir teknik olduğunu belirtiyor ve son zamanlarda ebruya diğer görsel sanatlardan daha fazla ağırlık verilmesini eleştiriyordu. Ebrunun sanat mı, yoksa teknik mi olduğuna karar verecek kadar konuya hakim değilim. Ama sözlerde haklılık payı olduğunu az çok sezinleyebiliyorum. Neden derseniz...
On yıllardır fakat özellikle son 15 yılda toplumun damarlarına onun kanını koyultan, hareket alanını kısıtlayan bir sözümona muhafazakarlık aşısı zerk edildi. Bu muhafazakarlık; Cemil Meriç, Nurettin Topçu, Dücane Cündioğlu gibi muhafazakar addedilebilecek düşünürlerin yazıları ve sözleriyle yalın kılıç muhafaza ettiği tarih, ananevi miras, medeniyet gibi kavramların değerinden ve onların yarattığı estetikten haberdar bir muhafazakarlık değil ne yazık ki.
Bu "dostlar alışverişte görsün" tipi muhafazakarlık, yine ebrudan yola çıkarsak, ebru sergilerine bayılır. Burada bir sorun yok elbette. Sorunlu olan, ebruya ayılıp bayılırken resim ve heykele karşı korkunç kayıtsızlık, hatta çoğu zaman acımasızlık. Çünkü ebru risksiz; çıplaklık yok örneğin. Oysa resim ve heykelde insanın kendi bedeni ve ruhuyla hesaplaşması var. O yüzden tevekkeli değil birtakım "milli ve manevi hassasiyetler"de kümeleniverenlerin resim sergilerini basması.
Bu cici muhafazakarlık, şehirlerde daha fazla beton rantı için yapılan orman katliamlarından hiç rahatsızlık duymazken yol kenarlarına iliştirilen plastik ağaçlara -hele bir de yeşil ışıklandırmayla süslenirse- neşeyle el çırpar. İthal edilmiş pahalı egzotik bitkilerle oluşturulan bahçelere Adn cenneti muamelesi yapar; binbir çiçeği yeşertebilen bu verimli toprakların aslında buna hiç ihtiyacı olmadığını görmezden gelerek. "Tek parti döneminde camiler ahır yapıldı" diye asılsızca nara atanları avuçları patlayasıya alkışlar; oysa o dönemde tamir gören, restore edilen camilerin sayısından haberi yoktur. Camilere yapılan eklemeler, çıkarmalar, koruma adı altındaki tahribat, tek parti dönemindeki camiler tatavası kadar umurunda olmaz tarih bilincinden yoksun muhafazakarın. Ezanların makamsız, kulak tırmalayıcı çirkinlikte okunması, iftarın bir dakikalık gecikmeyle başlaması kadar ona batmaz.
Son yılların yükselişteki muhafazakarlığı ayrıca sanatın onu sanat kılan ilkesi olan "hesaplaşma"dan bucak bucak kaçıyor, yani sanatı sevmiyor. İstisnai entelektüeller de bu kaideyi bozamayacak kadar az sayıda. Kendisini muhafazakar olarak tanımlayan insanların çoğunluğu "gomonist işi" sert politik filmlere yüzünü ekşitir; yoksulluk, ezilmişlik kaderdir çünkü, hesaplaşılmaz. Nü tabloları, antik döneme ait insan heykellerini gördüğü an, nazik bir yerine çivi batmış gibi sıçar; zira tutku, şehvet, insan bedeni üzerine olan duygularını bastırmışken "tüm çıplaklığıyla" onlarla yeniden yüzleşmek işine gelmez. Tiyatro, özellikle 16. yüzyıl öncesine saplanıp kalmış, neo-Osmanlıcı, hamasi yönünü okşuyorsa makbuldür. Okunan gazete ve kitap sayısı zaten sınırlı; eğer yazarlık iddiasındaki kişi, kişisel gelişim masallarını din sosuyla tatlandırırsa ondan iyisi yok. Çünkü bu devrin muhafazakarı soru sormaz, soramaz. Kimileri, Allah çarpar korkusuyla soramaz. Kimilerini ise iktidar nimetleri çarpar.
"İki günü aynı olan zarardadır diye inanıyorsam, acaba ben, bugünümü dünden farklı kılacak ne okuyabilir, görebilir ve seyredebilirim?" arayışındaki muhafazakarlığı bu topraklar mumla arıyor. Buyurup buradan yakabileceğimiz muhafazakarlık ise Uğur Mumcu'nun deyişiyle "kârın muhafazasını" seviyor. Kodaman muhafazakarlar büyük kârını muhafazaya kafa yorarken, gariban muhafazakarlar kaderin (!) ona sunduğunu cengaverce muhafaza etmekle yetiniyor.
Son yılların yükselişteki muhafazakarlığı ayrıca sanatın onu sanat kılan ilkesi olan "hesaplaşma"dan bucak bucak kaçıyor, yani sanatı sevmiyor. İstisnai entelektüeller de bu kaideyi bozamayacak kadar az sayıda. Kendisini muhafazakar olarak tanımlayan insanların çoğunluğu "gomonist işi" sert politik filmlere yüzünü ekşitir; yoksulluk, ezilmişlik kaderdir çünkü, hesaplaşılmaz. Nü tabloları, antik döneme ait insan heykellerini gördüğü an, nazik bir yerine çivi batmış gibi sıçar; zira tutku, şehvet, insan bedeni üzerine olan duygularını bastırmışken "tüm çıplaklığıyla" onlarla yeniden yüzleşmek işine gelmez. Tiyatro, özellikle 16. yüzyıl öncesine saplanıp kalmış, neo-Osmanlıcı, hamasi yönünü okşuyorsa makbuldür. Okunan gazete ve kitap sayısı zaten sınırlı; eğer yazarlık iddiasındaki kişi, kişisel gelişim masallarını din sosuyla tatlandırırsa ondan iyisi yok. Çünkü bu devrin muhafazakarı soru sormaz, soramaz. Kimileri, Allah çarpar korkusuyla soramaz. Kimilerini ise iktidar nimetleri çarpar.
"İki günü aynı olan zarardadır diye inanıyorsam, acaba ben, bugünümü dünden farklı kılacak ne okuyabilir, görebilir ve seyredebilirim?" arayışındaki muhafazakarlığı bu topraklar mumla arıyor. Buyurup buradan yakabileceğimiz muhafazakarlık ise Uğur Mumcu'nun deyişiyle "kârın muhafazasını" seviyor. Kodaman muhafazakarlar büyük kârını muhafazaya kafa yorarken, gariban muhafazakarlar kaderin (!) ona sunduğunu cengaverce muhafaza etmekle yetiniyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder