29 Ocak 2016 Cuma

Robin Hood Müslüman mıydı?

Bu başlıklar çok satar, böylesi tartışmalar hararetlidir: Robin Hood gizli Müslüman mıydı? Ağaları beyleri protesto eden Köroğlu Protestan olmasın?! İkisi de haksız kazanç sahiplerinden alıp fakire dağıtıyordu, kim daha fazla Müslüman? Demirel mason muydu? Hitler sünnetli miydi?

İkinci Dünya Savaşı sırasında bir ara Mihverlerle yakınlaşan Türkiye'de yükselen Hitler yanaşmalığı yıllarında halk arasında birtakım tevatür yayılırmış: Hitler sünnetliymiş! Şimdi bu gülünç gelse de, herkesi kendimize benzetme arzumuzu ne güzel özetler. Seneler geçse de öz aynı; yalnızca kabuk değişiyor.

Çoğunluğun isteği her daim aynı paslı kapıya yığılıyor: Benim dışımdakiler benim gibi olsun, "biz" olacaksak bu mutlaka "haklı ben" halkasının etrafında kümelenmeli. Benden olsun, bizden olsun, bana ve bize benzesin. Benzerse ne âlâ, ancak o zaman o kişi ve onun görüşleri doğrudur. 

Bu "bizist" kalabalıklar içinde hakikat arayıcılarının yalnızlığı galiba en göze çarpan hakikat! Hakikat arayıcıları asla bulucu değildir; çünkü hakikat, bulundukça tekrar bir sır perdesinin ardına gizleniveren kıvrak bir hatun kişi gibidir. "Hah yakaladım onu" derken sımsıkı kavradığını sandığında, hoop, o çoktan karanlıklara süzülmüş ve yine seni bambaşka sorularla ve arayışlarla baş başa bırakıp gitmiş. 

O halde vaz mı geçelim aramaktan? Asla. Güzel olan da belki bu; bitmeyen bir yenilenme ve yeniden doğma süreci. Bertrand Russell, bir makalesinde sevdiği bir zihinsel egzersizden bahseder: Kendi görüşü ile ona ters bir düşünceyi hayalinde çarpıştırır, hatta karşıt görüşü kendi fikrinden vazgeçirecek derecede güçlü bir şekilde savunur. Kendi düşüncesinin fetişizmine kapılıp eksiklerine körleşmekten bu şekilde korumuş oluyor zihnini. Ben de bunu karınca kararınca uygulamaya çalışırım. Fakat uygularken hâlâ düştüğüm bir tuzak vardır: Böyle güçlü bir karşı sav karşısında görüşümü nasıl savunacağım kaygısı. Bu nedenle, ağzı iyi lâf yaparak kendisini daima haklı gösterenlere hâlâ gizliden gizliye hayranlık duyarım nasıl da punduna getirip milleti ikna etti diye! Oysa sorun ikna sorunu olmamalı, sorun; daha doğru, daha iyi ve daha güzel olan nedir arayışı. Cemil Meriç, münakaşaları "mağlubun muzaffer olduğu tek yarış" olarak görür ve ekler: "Yanıldığını kabul etmek, yeni bir hakikatin fethiyle zenginleşmektir." Beni ikna eden kişi, iknasıyla beni zenginleştirdiyse ve bir yanlıştan döndürdüyse ona elbette müteşekkir olmalıyım hakikat yolculuğumda; onun dışındakiler laf salatası ve gargara...

Yakın çevremde de şunu çokça yaşıyorum: Sevdiklerim bazı durumlarda onlara kayıtsız şartsız arka çıkmamı istiyorlar benden. Karşıdaki ne derse desin, onlarınkine zıtsa, ben de vakit kaybetmeden o bizist hiziplere doluşanlara katılıp kulaklarımı tıkamalıyım ve o koroda gür sesle bağırmalıyım ki karşıt sesler rahatlıkla boğulup gitsin. İyi de, birbirimizin hınk deyicisi olmaktan ibaret olacaksa var oluşumuz, DNA'mıza varıncaya dek niye farklı yaratıldık ki?

Pek bilimsel takılan akademik ortamlarda dahi ne söylendiğine değil; savların hangi ağızdan çıktığına bakılıyor. Doktora sürecimde sıklıkla yaşadığım durumlardan yalnızca bir örnek: Dil eğitiminin baba teorisyenlerinden birinin kuramlarını okuduktan sonra kendimce şöyle bir sonuca varmıştım: Bu arkadaş, kuramında sosyal çevreye çok vurgu yapıyor; Sovyet Rusya dönemi ideolojisinin etkisinde kalmış olabilir. Bunu da akademik bir toplantıda çeşni olsun diye dile getirmiştim. Dudak bükmeler geldi hemen. Aylar sonra bu teorisyen ile ilgili hacimli bir kitaba hızlıca göz gezdirmiştim. Kitabın sonunu yazar nasıl bağlamıştır dersiniz: "Düşünürümüz, Sovyet Rusya ideolojisinden etkilenmişe benzemektedir." O toplantıdan önce kitaptan haberim olup "Ben değil, bu kitabın yazarı söylüyor bunları" deseydim alkış toplayacaktım; işkembeden sallayan değil, çok araştıran olarak görünecektim.

Bu yalnız yolculuğumda kendi dertlerim haricindekilere kulak tıkamadım; aksine ülkemin sorunlarına da ta ortaokul yıllarında kafayı takmaya başlamıştım. Söylenmekten fazlasını yapmalıydım, tek başına olmak yetmezdi, örgütlü mücadelenin içinde olmalıydım. Toplantılarına katıldığım parti, dernek, oluşum, vesaireden kısa sürede soğuyup uzaklaşmam benim hatam da olabilir, bilemiyorum. Ancak görünen köy de kılavuz istemiyor hani. Hangi dünya görüşünden olursa olsun, her ortamda aynı ilkokul şarkısı terennüm ediliyor: "Önümüze gelene bir tekme!"

Büyük heveslerle katıldığım bir felsefe derneği vardı. Diledim ki, hem felsefenin eksik olduğu hayatımda bir dönüşüm başlatırım, hem bendeki dönüşüm belki başkalarına da sirayet eder, yaşamımızı bir nebze olsun felsefeyle ışıklandırırız. Kulübün koşullarından biri, ücret karşılığında verilen derslere eksiksiz katılmaktı; başım üstüneydi. Derslere katıldım; ancak umduğumu bulamadım. Felsefe demek tartışma demekti benim gözümde, oysa orada yalnızca anlatıcı (hatta kimi zaman metin okuyucusu) ve dinleyiciler vardı. Soru sorulduysa dahi basit düzeyde kaldı ve ben yine bana dokunulmadığını hissettim. Sırf acele etmeyeyim, yargısız infaz yapmayayım diye uzunca bir süre derslere katıldım; fakat malum sonu beklemekle vakit öldürdüğümü biliyordum. Bir gün hocanın yanına gittim ve bundan böyle derslere katılmak istemediğimi, dersleri doyurucu bulmadığımı bildirdim. O an hocadan istediğim tepki tamı tamına şuydu: "Neden dersleri doyurucu bulmadın?" sorusunu sorması. Meğer hoca o noktadan çok uzaktaymış; hiç aksatmadan derslere katıldığım halde nasıl olup da dersleri beğenmediğimin şokundaydı. Ama ilginçtir, hoca tenezzül edip de neyi beğenmediğimi sormadı bile. Ya şaşkınlıktan sormayı akıl edemedi, ya da söyleyeceklerimi duymaya yanaşmadı. Taraftarlarının, felsefe kulübünün ne harika olduğundan sürekli dem vurmalarına alışmış bir hoca ne yapsın ki benim gibi ayrık otunu?

Bugüne dek oy verdiğim partilerin de hiçbiri iktidar yüzü görmedi; bu gidişle ömrümün sonuna kadar iktidar olduklarını göremeyeceğim sanırım. Son seçimlerde oy verdiğim parti %1 oy dahi alamadı! Peki ne yaptı bu parti? Kolları sıvayıp "kendilerini zenginleştiren" tartışmalara, iç hesaplaşmalara, bedel ödeyişlere girişti mi? Ne gezer! Fakat parti bültenleri incelendiğinde birbirlerine cicili bicili "muhalefet şerh"leri mi bindirmezler, kahvaltılı toplantılar mı yapmazlar, aman efendim, analizler mi döktürmezler... 

Yine onların gazetesinde şanlı bir kongre yaptıklarının haberi vardı. Efendim, kongrenin yapıldığı salondaki garsonlar bile şaşırmışmış: "Biz ömrümüzde bu denli saygılı, kavgasız gürültüsüz geçen bir kongreye şahit olmadık!" diyesiymiş. Hele iktidar denen kanlı tahta bir karış uzanası mesafede olsunlar; görürüm ben onların saygısını, görgüsünü! Ütopik iktidar hülyalarına barbut atarken elbette her üye asalet timsali kesilecek, elbette akmayan rant çeşmelerinin köşe başlarını zarif asistler eşliğinde gülerek birbirlerine ikram edecekler.

Sahi, parti marti demişken, neden aynı siyasal parti bunca kemikleşmiş yolsuzluk, kanıksanmış ahlaksızlık, akıl almaz boyutta hukuksuz yargılamalar, iç savaş halini alan terör, ekonomik darboğaza rağmen gittikçe azmanlaşan bir iktidar erkini yıllardır elinde tutabiliyor? Daha da açık konuşayım; neden hep aynı kişiye, çelikleşmiş bir hayran güruhu tapınma derecesine varacak kadar bağlılık hissediyor? Toplumun her katmanından insan, ona güle oynaya oy veriyor nedenleri farklılaşsa da. Ancak benim vardığım hakikatlerden biri şu: Bu adam bir hikaye anlatıyor! Öbür figürler masal üfürürken bu adam kendi hikayesini örüyor. Bazen salya sümük düzeyine indiriyor duygu sömürüsünü, bazen efeleniyor, bazen de '90'ların "Ben sizin babanızım / Ben ne dersem o olur" şarkısındaki gibi isteyene de istemeyene de babalık taslıyor. Amigosuna da, diş gıcırdatana da "Ben buyum kardeşim, işinize gelirse!" diyor kısacası. Sen demokratik bul bulma, onun öyle bir tasası yok. O kendi hikayesinin kahramanı olmayı sürdürürken insanlar onda kendisini buluyor. Tıpkı Amerikan rüyası gibi: İstersen sen de yapabilirsin! Bak ben yoksulluğu, yasakları, (film-fırıldak icabı da olsa) hapis cezasını, cümle düşmanları yara yara geldim ve devletin tepesine kuruldum. Benim için olamaz dediler; ama ben oldum ve sevenlerimi de oldurdum!

İşte bu "bay başkan"ın tamamen karşısında durmam, yukarıda bahsettiklerime körleşmemi gerektirmez; benim için hakikate körleşmektir bu. Bu adam, hikayesini kurgulamış; belagatiyle köpürtüyor da köpürtüyor. Onun hikayesinde envayi çeşit sos mevcut: sansasyon, dram, polemik... Ya diğer partiler, dernekler, kuruluşlar, sendikalar? Siz hangi hikayeyi kurguladınız? Daha doğrusu, insanları sürükleyebileceğiniz bir hikayeniz var mı? Yoksa, anlatacaklarınız benim için Robin Hood'un Müslümanlığı iddiası kadar zırva olacaktır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder