Yıllar önce makine mühendisliği bölümünde ders verirken dönem sonu ödevi olarak öğrencilerden bugüne dek hiç tasarlanmamış bir aygıt tasarlamalarını istemiş ve "Başıma icat çıkarın arkadaşlar!" demiştim. Zannetmiştim ki, beni heyecanlandıran bu fikir onları da biraz olsun kıvılcımlandırır. Ne saflık! Derhal koptu ciyak ciyak itirazlar: "Biz mieendiz olacaz hocam, mucit değiliz", "Sıfırdan bir şey nasıl yapalım, bizim işimiz bu değil ki", vs. Ben de onlara benim hiçbir mühendislik birikimim olmamasına karşın aklımda yüzlerce hayal uçuştuğunu, örneğin motor gürültüsü çıkarmak yerine müzik çalan elektrik süpürgesini hep düşlediğimi söyledim. Onlardan beklentim büyük değildi; belirli sınırlar içerisinde yaratıcı bir fikrin sunumunu yapacaklardı yalnızca. Ancak bir türlü akıllarına yatmadı bu iş! "Vazgeçtim, final sınavı için çoktan seçmeli sorular hazırlıyorum arkadaşlar, öğrettiklerimi ezberleyin gelin" diye çark etseydim hepsi karın ağrılarından kurtulacaktı! Gel gör ki, serde idealizm var! Tutturdu deli bozuk hoca, icat da icat diye. Oysa onlara defalarca söylediğim fakat onların ısrarla kulak tıkadığı şuydu: "Siz, bu ülkedeki milyonlarca insan gibi, yepyeni bir şey ortaya koymaktan korkuyorsunuz, bulduğunuzla yetinmenin kolaycılığına alışmışsınız. Oysa bizim arayanlara ihtiyacımız var!"
Sunumlardaki tasarımlardan kayda değer bulduğum hiç olmadı: Ya şuradan buradan parça bölük kopyalanıp yapıştırılarak yamalı bohçaya dönmüş döküntü fikirler, ya da sınavda kopya fısıldayan kalem gibi ucuz öğrenci çakallıklarından ibaret zımbırtılar...
Hayal gücü denilen ve dürtmedikçe kımıldamayan şu hantal makineden geleceğin makine mühendisleri anlamaz mıydı? Bal gibi anlarlardı. O halde?...
Öğrencilerimde ve karşılaştığım insanlarda genellikle gözlemlediğim, enerjilerini çaldırmış olmalarıdır. Bu hırsız; eğitim sisteminin yaratıcılığı hızar gibi biçmesi, işsizlik endişesi, maddi olanaksızlıklar, psikolojik baskılar gibi aklımıza gelen gelmeyen her türlü ekonomik, sosyolojik, politik, kültürel etmen olabilir. Burada bilimsel analize girişmeye hiç niyetim yok. Benim derdim, sayfamın çerçevesi dahilinde bu hırsızı kibarca kapı dışarı etmek!
Einstein'ın yaşamöyküsüne pek çok insan aşinadır. Çok zayıf bir öğrenci oluşu, öğretmenlerinin ondan umudu kesmesi gibi aslında hayata eksilerle başlayan bir adam. Gıptayla bakılan pek çok deha gibi. Einstein'in aklımda kalan en önemli sözlerinden biri: "Hayal gücü, bilgiden daha önemlidir." Ya da John Lennon'ın o efsanevi şarkısı: Imagine (hayal et)! Böyle insanları farklı kılan işte bu; hayal kurmayı yaşamlarının merkezine oturtmaları. "İnsan düşünen hayvandır" derler; insan düşleyen hayvandır aynı zamanda. Ham hayalden bahsetmiyorum, bilinçli çabaya yakıt olanından bahsediyorum. Hani son dönemlerde pek revaçta olan "evrene gönderdim"ciler var ya, onlarınkinden değil. (İadeli taahhütlü mü gönderiyorsun arkadaş, hangi gezegenden kabul aldın; bir yol anlat hele!)
Uzaklardan değil; yakınımdan bir örnek size: Geçen yıl gittiğim bir kuaförün hikayesi beni çok etkilemişti. Kadın önceden ev hanımıymış; çalışmamak ve altın günlerinde dedikodudan başka bir şey üretmemek canına tak etmiş. Belediyenin açtığı kuaförlük kursunu başarıyla tamamlamış. Yakın çevresinin tüm kösteklemelerine rağmen dükkan açmış ve çalışmaya başlamış. Hikayesini dinlemeden önce titiz çalışmasından en aşağı 15 yıllık kuaför olduğuna hükmetmiştim; meğer 5 yıllık kuaförmüş. Bir de bana dükkanın köşesindeki saç mankenini gösterdi. Üstünde saç tasarımı deniyordu, ulusal çapta bir kuaförlük yarışmasına katılacaktı. Bunları anlatırken duyduğu heyecan görülmeye değerdi. Hayal kuran bir insanda şahit olunabilirdi ancak bu heyecan. (Yarışmayı kazanıp kazanmadığını öğrenemedim; zaten onun için esas olan yeni saç stilleri bulmaktı.)
Eğri oturmadan da doğru konuşabiliriz: Çoğumuzun yücelttiği meslek grupları var, sanki diğer mesleklerden insanlar işimizi görmüyormuş gibi. Örneğin doktorluk bunlardan biri. Ne var bunda diyebilirsiniz. Sorun şurada: Çocuklarımız doktor olmayı yürekten diliyorsa ve hayallerini bunun üzerine inşa ediyorsa ne güzel. Fakat onların isteği hilafına biz onları yönlendiriyorsak?... Tasarım yaparak geleceğini kurmak isteyen bir çocuk, ite kaka doktor olsa bile, ondan ancak hayallerinin gırtlağını sıkıp mezara gömmüş bir zoraki tabip çıkar! Bu doktor mu, yoksa az önce bahsettiğim hayallerinin peşindeki kuaför mü daha mutludur sizce?
Hayal gücü denilen ve dürtmedikçe kımıldamayan şu hantal makineden geleceğin makine mühendisleri anlamaz mıydı? Bal gibi anlarlardı. O halde?...
Öğrencilerimde ve karşılaştığım insanlarda genellikle gözlemlediğim, enerjilerini çaldırmış olmalarıdır. Bu hırsız; eğitim sisteminin yaratıcılığı hızar gibi biçmesi, işsizlik endişesi, maddi olanaksızlıklar, psikolojik baskılar gibi aklımıza gelen gelmeyen her türlü ekonomik, sosyolojik, politik, kültürel etmen olabilir. Burada bilimsel analize girişmeye hiç niyetim yok. Benim derdim, sayfamın çerçevesi dahilinde bu hırsızı kibarca kapı dışarı etmek!
Einstein'ın yaşamöyküsüne pek çok insan aşinadır. Çok zayıf bir öğrenci oluşu, öğretmenlerinin ondan umudu kesmesi gibi aslında hayata eksilerle başlayan bir adam. Gıptayla bakılan pek çok deha gibi. Einstein'in aklımda kalan en önemli sözlerinden biri: "Hayal gücü, bilgiden daha önemlidir." Ya da John Lennon'ın o efsanevi şarkısı: Imagine (hayal et)! Böyle insanları farklı kılan işte bu; hayal kurmayı yaşamlarının merkezine oturtmaları. "İnsan düşünen hayvandır" derler; insan düşleyen hayvandır aynı zamanda. Ham hayalden bahsetmiyorum, bilinçli çabaya yakıt olanından bahsediyorum. Hani son dönemlerde pek revaçta olan "evrene gönderdim"ciler var ya, onlarınkinden değil. (İadeli taahhütlü mü gönderiyorsun arkadaş, hangi gezegenden kabul aldın; bir yol anlat hele!)
Uzaklardan değil; yakınımdan bir örnek size: Geçen yıl gittiğim bir kuaförün hikayesi beni çok etkilemişti. Kadın önceden ev hanımıymış; çalışmamak ve altın günlerinde dedikodudan başka bir şey üretmemek canına tak etmiş. Belediyenin açtığı kuaförlük kursunu başarıyla tamamlamış. Yakın çevresinin tüm kösteklemelerine rağmen dükkan açmış ve çalışmaya başlamış. Hikayesini dinlemeden önce titiz çalışmasından en aşağı 15 yıllık kuaför olduğuna hükmetmiştim; meğer 5 yıllık kuaförmüş. Bir de bana dükkanın köşesindeki saç mankenini gösterdi. Üstünde saç tasarımı deniyordu, ulusal çapta bir kuaförlük yarışmasına katılacaktı. Bunları anlatırken duyduğu heyecan görülmeye değerdi. Hayal kuran bir insanda şahit olunabilirdi ancak bu heyecan. (Yarışmayı kazanıp kazanmadığını öğrenemedim; zaten onun için esas olan yeni saç stilleri bulmaktı.)
Eğri oturmadan da doğru konuşabiliriz: Çoğumuzun yücelttiği meslek grupları var, sanki diğer mesleklerden insanlar işimizi görmüyormuş gibi. Örneğin doktorluk bunlardan biri. Ne var bunda diyebilirsiniz. Sorun şurada: Çocuklarımız doktor olmayı yürekten diliyorsa ve hayallerini bunun üzerine inşa ediyorsa ne güzel. Fakat onların isteği hilafına biz onları yönlendiriyorsak?... Tasarım yaparak geleceğini kurmak isteyen bir çocuk, ite kaka doktor olsa bile, ondan ancak hayallerinin gırtlağını sıkıp mezara gömmüş bir zoraki tabip çıkar! Bu doktor mu, yoksa az önce bahsettiğim hayallerinin peşindeki kuaför mü daha mutludur sizce?
Yaratıcı düşünceye ve hayal gücüne önem veren kurumlar geleceğe yatırım yaptıklarının farkındalar. Özellikle eğitim kurumlarında. Yüksek lisans eğitimimde unutulmaz bir ders almıştım: Beyin temelli İngilizce öğretimi. Yabancı dil öğrenememe sorununun yanıtları yine beyinde gizli. Beyin sevmediği, üzerine düş kurmadığı bir işi savsaklıyor, yapmıyor! Yaptığında da sonuçlar ortada. Öğrenciler dökülüyor! Haz duygusunu tetiklemeden öğrenilemiyor, haz duygusunu yaratmanın yolu da, her öğrenciden kendi düşlerini ortaya koyacağı ona özgü işler çıkarmasını istemekten geçiyor. Yani testlerle, Arapça sûre ezberler gibi sayfalar dolusu kelime ezberleriyle bilgiler kısa süreli belleğe alınıyor belki; fakat heyecanlanarak ve düş kurarak öğrenilenlerin kalıcılığına asla erişemiyor. Somut ve basit bir örnek: Oyunlarla öğrenilenler. Üzerinden yıllar geçse de unutulmuyor.
Bir fıkra vardır: Helikopter kaza yapıyor, mezarlığa düşüyor. Helikopterde kaç kişinin bulunduğu bilinmiyor. Çaylak muhabir, haber yapma telaşıyla olay mahallinden bildiriyor: "Durum çok vahim sayın seyirciler! Aldığımız bilgilere göre burada yüzlerce ölü var ve kazdıkça çıkıyor, kazdıkça çıkıyor!..." Beyin de böyle garip bir dipsiz sanduka. Kazdıkça çıkıyor, kazdıkça çıkıyor! Unuttum dediklerimiz, doğru yere kazma vurulduğunda gizli bir yeraltı kaynağından su fışkırması gibi an gelip sıçrayıveriyor yüzümüze.
Bunu yine bizzat yaşadığım bir olayla örneklendireyim. Birkaç yıl önce bir psikodrama etkinliğinde içsel yolculuğa katıldım. Toplu hipnoz seansıydı. Telkinler herkes için aynı, ancak yaşananlar başka başka. İşin güzelliği de burada. Telkinde belirtilen yere kimi gitti, kimi gidemedi. Bendeki yansıması, çoktan hafızamın derinliklerine gömüldüğünü sandığım hoş bir hatıramla orada aniden karşılaşmamdı. Düşündükçe hâlâ şaşarım. Ben o olayı unutmuştum, nasıl su yüzüne çıktı der dururum.
Niye şaşıyorsam? İnternette yayılıp ağızlara sakız olan şu "beyin bedava" lakırdısına gülelim gülmesine de, gerçeklik payı da yok değil. Şakaklarımızın arasındaki kara kutu boş değil, kof kelle taşımıyoruz! İçimizdeki sonsuzluğa uzanan şehrin anahtarı, biz doğarken altın tepsi içinde sunulmuş. Anahtarı kullanmak için hayat yokuşlarını tırmanırken bir el atıp hayal gücünü biraz iteklemek gerek. O hayal gücü hızını bir aldı mı, insanı yarı yolda bırakmıyor.
Bu satırları yazan, hayal gücünün hayatını türlü renklere boyamasından asla ve kat'a pişman olmadı. Her ne kadar fani dünyanın sivri gerçekleri, yaralı bir Tibet öküzü gibi heybetli boynuzlarını böğrüne dürtüp onu tatlı rüyalarından zaman zaman uyandırsa da irkilterek, o vazgeçmedi hayallerinin atölyesinde çalışmaktan ve vazgeçmeyecek. Peki nasıl vakit geçiriyor atölyesinde? Merak edenler ikinci yazıdaki atölyeye buyursunlar.
Bunu yine bizzat yaşadığım bir olayla örneklendireyim. Birkaç yıl önce bir psikodrama etkinliğinde içsel yolculuğa katıldım. Toplu hipnoz seansıydı. Telkinler herkes için aynı, ancak yaşananlar başka başka. İşin güzelliği de burada. Telkinde belirtilen yere kimi gitti, kimi gidemedi. Bendeki yansıması, çoktan hafızamın derinliklerine gömüldüğünü sandığım hoş bir hatıramla orada aniden karşılaşmamdı. Düşündükçe hâlâ şaşarım. Ben o olayı unutmuştum, nasıl su yüzüne çıktı der dururum.
Niye şaşıyorsam? İnternette yayılıp ağızlara sakız olan şu "beyin bedava" lakırdısına gülelim gülmesine de, gerçeklik payı da yok değil. Şakaklarımızın arasındaki kara kutu boş değil, kof kelle taşımıyoruz! İçimizdeki sonsuzluğa uzanan şehrin anahtarı, biz doğarken altın tepsi içinde sunulmuş. Anahtarı kullanmak için hayat yokuşlarını tırmanırken bir el atıp hayal gücünü biraz iteklemek gerek. O hayal gücü hızını bir aldı mı, insanı yarı yolda bırakmıyor.
Bu satırları yazan, hayal gücünün hayatını türlü renklere boyamasından asla ve kat'a pişman olmadı. Her ne kadar fani dünyanın sivri gerçekleri, yaralı bir Tibet öküzü gibi heybetli boynuzlarını böğrüne dürtüp onu tatlı rüyalarından zaman zaman uyandırsa da irkilterek, o vazgeçmedi hayallerinin atölyesinde çalışmaktan ve vazgeçmeyecek. Peki nasıl vakit geçiriyor atölyesinde? Merak edenler ikinci yazıdaki atölyeye buyursunlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder