5 Ocak 2016 Salı

Hayal gücü atölyesi - 2 (uygulamalı)

Bir önceki yazıda hantal bir makineye benzettiğim hayal gücü çalışır hale geldi mi tutabilene aşk olsun. O yazımda verdiğim vaazın uygulamalarını gösteremezsem hiçbir inandırıcılığım kalmaz. Uygulamalar, hepimizin evinde bulabileceği basit malzemeler yardımıyla gerçekleştirilmektedir... Ne malzemesi Allah aşkına, asıl malzeme beynimiz! Bunun dışında sayıp dökeceklerim onun atıl bırakılmış kudretini tetikleyici olabilir en fazla!

Hayal insanı olunmalı sevgili okur. Hayalperest diyemiyorum, çünkü hayalperestlik polyannacılıkla, ayakları suya ermemekle çokça karıştırılıyor. Ayrıca burada paylaşacaklarımı herkesle paylaşmıyorum; zira bir iki kez denediysem de "he canım he" diye dudak bükenlerle karşılaştım. "Her ademe sırrın verme" demişler, ben sana her ademe vermediğim bir sırrımı ifşa ediyorum. Lütfen kıymetini bil. 

Öncelikle bu yolculukta, vesveseden azade bir kalp döndürmeli düşsel tekerleği. Kutsal bir amaca, bir yaratıcının varlığına veya neye, kime kayıtsız şartsız gönül bağladıysak ona inanır gibi. İslam düşünürlerinin çok sevdiğim bir ifadesi vardır: "şeksiz şüphesiz iman etmek". Tıpkı rüzgarda sallanan kar beyazı çamaşırlar gibi kuşku ve kuruntunun lekesinden arınık bir inanışla hayallerinin rüzgarına bırakmak kendini... Düşlenen, beklenen neyse ve kimse ona kavuşulacağı günü yaşamış gibi yaşayarak! Bu bağlamda Kubilay Aktaş'ın "Hayalin Mucizesi" kitabını salık verebilirim. Duan kabul olmuş gibi yaşa der yazar. Burada şöyle bir saçmalığa alet olmak istemem: "Ben milyoner olmak istiyorum, oturup piyangodan para çıktığını mı hayal edeceğim?" Hayır, hayır. Talih oyunlarıyla, "armut piş, ağzıma düş" diyen tembellerle işim yok. Emek verilen, hak edilen hayallerin hakkını vermektir bu yazının muradı. Kuracağımız hayallerin de bir namusu olmalı. 

Küçümsemek yok, kötülemek yok. Hayallerimizi hafife almak kendimizi hafife almaktır. Başkalarından değil ama kendimizden beklentilerimizi yüksek tutalım. Örneğin ben elim kalem tutalı beri yazıyorum. İlkokulu bitirdikten sonra başladı günlük tutma maceram ve o gün bugündür devam ediyor. Her günlük tutanın bilinçaltında günlüğünün birileri tarafından okunması hayali yatarmış. Bu düşümü inkar edemem. Hiçbir kitabım yok, yayımlanmış bir öyküm yok (günün birinde yayımlanmayacak diye bir durum da yok); ancak burada yazdığım günceyi tanıdığım tanımadığım insanlar okuyor. Şimdi benim yazarlık hayalim kısmen de olsa gerçekleşmedi mi? Ve bu, hayal edip de başardıklarımdan sadece küçük bir örnek.

"İnsan âlemde hayal ettiği müddetçe yaşar" diye buyurmuş Yahya Kemal. Geleceğe dönük hayallerimin yanı sıra günlük hayatımdakilerin haddi hesabı yok. Yani hayal ettiğim müddetçe bir güne onlarca hayat sığdırıyorum. Haberlerin ardından hava durumunu beklemek gibi rutine kaydırılan bir hayat, elindeki nimetlerin kıymetini bilmemektir bana göre. Sözgelimi, çok buhranlı zamanlarımda dışarıda yürüdüğüm zaman üzerimdeki sıkıntının dışına çıkıp kendime şu telkini veririm: "Şimdi, her zamanki gibi umursamadan yanından geçip gittiğin şu ağacı, gözleri aydınlığa yeni açılmış bir kör, yıllarca mağara karanlığında yaşamış bir münzevi ya da ana rahminden henüz çıkmış bir bebek gözüyle gör ve bugüne dek fark etmediğin bir özelliğini keşfet!" (Laf aramızda bu teknik benim eserimdir, kimseden öğrenmedim.) Bu basit düşsel ve düşünsel uğraştan kazanımlarım öyle çok ki... Birincisi, kasvetime yabancılaşıyorum ve ondan sıyrılıyorum. Kısa sürelik bile olsa kâr kârdır! İkincisi, aylarca belki yıllarca farkına varamadığım güzelliklerle, inceliklerle doluyorum. O ânın ölümsüz bir fotoğrafını çekmiş oluyorum zihnimde. Ve en önemlisi, "bakmak" değil; "görmek" nimetini elle tutulur hale getiriyorum. Günlük yaşamda bakmak bizi körleştiriyor, bakarkör yapıyor. Bakarkörlük, nankörlüktür de. Elimizdeki, çevremizdeki, sevdiğimiz insanlardaki nimetlere hem bakarkörlük, hem nankörlük. O ağacı görür iken, "gözlerim" diyorum, "benim ne güzel gözlerim var!" Fiziksel güzelliği kastetmediğimi biliyorsunuz artık; görmenin ve görüş açısının güzelliği! Bir de bunu birkaç kafa dengi arkadaşınızla yaptığınızı düşünsenize! Farklı "görme"ler, çeşit çeşit "görüş"ler...

Yemek yerken de kısa düşsel gezintilerim oluyor. Ağız tadıyla yemek yiyor olmanın farkındalığı zaten lezzeti katlıyor; bir de şunları düşündüğümde değmeyin keyfime: Zeytine çok düşkün bir insan değilim. Ancak ağzıma bir zeytin attığımda kendimi hemen 1000 yıllık ulu bir zeytin ağacının gölgesinde hayal ediyorum. Sanki zeytinin hasadını ben yapmışım ve o bilge ağacın altında otururken ürünümün keyfini çıkarıyorum. Hele üstüne zeytinyağı ve kekik de serptiysem, o an gerçekten kalbim Ege'de kaldı diyebilirim şarkıdaki gibi. Ya da peynir... Koklamadan olmaz. Peynirin kokusu beni yemyeşil bir otlağa götürüyor. Sermişim yaygımı, yanımda bazlamam, belki birkaç da koyunum vardır otlattığım... Şunu sorabilirsiniz haklı olarak, çay içerken Rize'de çay toplayıp, portakal yerken Antalya'da gezip, kahve yudumlarken Yemen'e mi uğruyorsun diye? Hayal gücünün sınırı yoktur ki! Portakal kabuğunun kokusunu her içime çektiğimde Finike'ye uçacağım diye bir kural yok. Bir yere uçmaya gerek de yok. Salt o ânın duru güzelliği yetiyor kendimden geçmeme. Şunu da eklemeliyim; kendimden geçme hâlim, belki saniyelerle ölçülebilecek kadar kısa ancak süresinin kısalığından umulmayacak doyuruculukta bir hoşnutluk getiriyor. Yani gözlerimi kapatıp, bulunduğum ortamı unutup yapmıyorum bunu. Artık otomatikleşti benim için. Kimseye çaktırmadan biniyorum hayallerimin uçan halısına! 

Yemek yemek başlı başına zevktir pek çok insan için. Ben de sofradaki nimetleri, hayal gücümle koklayıp onlara dokunduğumda aldığım tadı katlıyorum. Ya günlük hayatın çok da zevkli olmayan anlarında ne yapıyorum, mesela ev işi yaparken? Bu noktada vazgeçilmez bir yardımcım var: Dinlemek! Örneğin ütü yapmak çoğumuz için külfet. Önceleri film izleyeyim diyordum, televizyonu sevmediğim için. Güzel bir film koyuyordum; fakat ütü yaparken görüntüleri kaçırıyordum veya film alt yazılıysa yazıları okuyamıyordum. Şimdi bulduğum çözüm: İnternet üzerinden radyo tiyatrosu dinlemek. Video paylaşım sitelerinde sayısız radyo tiyatrosu var. Ütü yaparken surat asıp oflayıp puflayacağıma, dağ gibi çamaşır birikti diye kendi homurtumu dinleyeceğime Müşfik Kenter'in eşsiz sesinden Shakespeare dinliyorum. Tiyatrodaki olay akışına kendimi kaptırırken farkına varmadan işimin hafiflediğini görüyorum. Ya da müzik dinlemek... Temizlik yaparken, çalışırken, yoldayken, yazarken, yalnız başıma vakit geçirirken... Hep seyir halindeyim. Bir dansın seyrinde veya bir yolculuğun. 

Gerçeküstü ve muzip hayaller de olmazsa olmazımdır. Özellikle teknolojiyle ilişkimde. Alışveriş merkezlerinde otomatik açılan kapılar dile gelse ve gazinoda konuklarını karşılayan bir piyanist-şantörün abartılı tonuyla şöyle seslense: "Aman efendim, kimler gelmiş..." Arabaların park sensörleri bip-bip-biiip diye ötmek yerine şöyle şakısalar ne güldürürdü: "Gel abi gel, topla gel, topla gel, hoooop!". Ya da takıntı sensörleri olsaydı ev eşyalarımızda da bizi dürtselerdi keşke. Evden çıkmadan önce ocağı ikiden fazla kontrol ettiğimizi algılayan hassas ocak, üçüncüsünde bize tatlı tatlı söylenseydi: "Gözün arkada kalmasın şekerim, her şey kontrol altında, hadi git artık..." Bu ocağın değişik versiyonlarını hayal edin: Şirret bir kocakarı, işveli bir hatun, despot bir adam, mızıklanan bir çocuk... Bunların gerçekleşmesini ister miyim, elbette hayır! Yanımızda yöremizde geveze eşyalarla yaşamak epey kafa şişirir. Almayayım, kalsın. Ama gülümseme kısmını geri vermeyeyim. 

Bir hastane öyküsü vardır. Hastane odasında iki yatalak hasta yatar. Birinin yatağı pencere kenarında, ötekininki duvar kenarında. Pencere kenarında yatan hasta, diğerine sürekli camdan gördüğü manzarayı anlatır: "Burada adeta cennetten bir köşe çocuk parkı var. Çocuklar neşe içinde oyun oynuyor. Kimisi annesinin elinden tutuyor, kimisi arkadaşlarıyla koşturuyor. Ağaçlar, çiçekler, kuşlar, kediler, köpekler de bu yaşama sevincine ortak..." Bunları dinleyen duvar kenarındaki hasta kıskançlıktan çıldırmak üzeredir. Ona ne güzel manzaralı yatak verdiler, beni duvar kenarına mahkum ettiler diye. Derken pencere kenarındaki hastanın durumu ağırlaşır ve hayatını kaybeder. Diğer hasta, pencere kenarına geçip manzaranın tadını çıkaracağı için sevinçlidir. Hastane görevlileri, onun cam kenarında yatma isteğini gerçekleştirirler. Gelgelelim yatağına yatırdıklarında hasta büyük bir şokla sarsılır: Ölen hastanın öve öve bitiremediği yemyeşil park mark yoktur ortada! Pencere, kapkara bir duvara bakmaktadır!

Bu küçük öykü bana gözümüzü dış koşullara değil, içe çevirmemiz gerektiğini hep anımsatır. Hayal kurmayı küçümseyenlerin, hayalleri balona benzetip kıçındaki kötümserlik iğnesiyle onları patlatanların inadına hayal kurmak gerek! Her insanın geçtiği sınav farklı; çilesiz bir dünya yolculuğu yok. Lütfen aklınızda tutun: Nazi toplama kamplarında hayatta kalabilen az sayıdaki tutsağın hepsi inanmış insanlardı. Bir ideolojiye, dine, gelecek güzel günlere inandılar ve işkenceden, hastalıktan ve şiddetli açlıktan birer kemik yığınına dönmüş vücutlarını bunların düşüyle ayakta tutabildiler. Geleceği kuranlar da hayal kuran insanlardır. "Ey Ali! Duanın içine hayali kat!" diyen Hz. Muhammed, silah arkadaşlarına "bugünün insanı" mı, yoksa "yarının insanı" mı olmak istediklerini soran Atatürk, "Bir hayalim var" diye seslenen Martin Luther King... Hayal gücü hem bugünün kurtarıcısı, hem yarının yollarının yapıcısı... Banu'nun şarkısında ne güzeldir o hayaller: "Bir tutam hayal / Bir tutam mavi / Ömrümden sana biriktirdiğim ... Bir parça hüzün / Bir parça umut / Yıldızlardan sana çalabildiğim ... Bir parça ekmek / Bir parça zeytin / Yeryüzünden sana sunabildiğim / Al sazımı ver sözünü / Senin olsun yar mavi gökyüzü...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder