29 Ocak 2016 Cuma

Robin Hood Müslüman mıydı?

Bu başlıklar çok satar, böylesi tartışmalar hararetlidir: Robin Hood gizli Müslüman mıydı? Ağaları beyleri protesto eden Köroğlu Protestan olmasın?! İkisi de haksız kazanç sahiplerinden alıp fakire dağıtıyordu, kim daha fazla Müslüman? Demirel mason muydu? Hitler sünnetli miydi?

İkinci Dünya Savaşı sırasında bir ara Mihverlerle yakınlaşan Türkiye'de yükselen Hitler yanaşmalığı yıllarında halk arasında birtakım tevatür yayılırmış: Hitler sünnetliymiş! Şimdi bu gülünç gelse de, herkesi kendimize benzetme arzumuzu ne güzel özetler. Seneler geçse de öz aynı; yalnızca kabuk değişiyor.

Çoğunluğun isteği her daim aynı paslı kapıya yığılıyor: Benim dışımdakiler benim gibi olsun, "biz" olacaksak bu mutlaka "haklı ben" halkasının etrafında kümelenmeli. Benden olsun, bizden olsun, bana ve bize benzesin. Benzerse ne âlâ, ancak o zaman o kişi ve onun görüşleri doğrudur. 

Bu "bizist" kalabalıklar içinde hakikat arayıcılarının yalnızlığı galiba en göze çarpan hakikat! Hakikat arayıcıları asla bulucu değildir; çünkü hakikat, bulundukça tekrar bir sır perdesinin ardına gizleniveren kıvrak bir hatun kişi gibidir. "Hah yakaladım onu" derken sımsıkı kavradığını sandığında, hoop, o çoktan karanlıklara süzülmüş ve yine seni bambaşka sorularla ve arayışlarla baş başa bırakıp gitmiş. 

O halde vaz mı geçelim aramaktan? Asla. Güzel olan da belki bu; bitmeyen bir yenilenme ve yeniden doğma süreci. Bertrand Russell, bir makalesinde sevdiği bir zihinsel egzersizden bahseder: Kendi görüşü ile ona ters bir düşünceyi hayalinde çarpıştırır, hatta karşıt görüşü kendi fikrinden vazgeçirecek derecede güçlü bir şekilde savunur. Kendi düşüncesinin fetişizmine kapılıp eksiklerine körleşmekten bu şekilde korumuş oluyor zihnini. Ben de bunu karınca kararınca uygulamaya çalışırım. Fakat uygularken hâlâ düştüğüm bir tuzak vardır: Böyle güçlü bir karşı sav karşısında görüşümü nasıl savunacağım kaygısı. Bu nedenle, ağzı iyi lâf yaparak kendisini daima haklı gösterenlere hâlâ gizliden gizliye hayranlık duyarım nasıl da punduna getirip milleti ikna etti diye! Oysa sorun ikna sorunu olmamalı, sorun; daha doğru, daha iyi ve daha güzel olan nedir arayışı. Cemil Meriç, münakaşaları "mağlubun muzaffer olduğu tek yarış" olarak görür ve ekler: "Yanıldığını kabul etmek, yeni bir hakikatin fethiyle zenginleşmektir." Beni ikna eden kişi, iknasıyla beni zenginleştirdiyse ve bir yanlıştan döndürdüyse ona elbette müteşekkir olmalıyım hakikat yolculuğumda; onun dışındakiler laf salatası ve gargara...

Yakın çevremde de şunu çokça yaşıyorum: Sevdiklerim bazı durumlarda onlara kayıtsız şartsız arka çıkmamı istiyorlar benden. Karşıdaki ne derse desin, onlarınkine zıtsa, ben de vakit kaybetmeden o bizist hiziplere doluşanlara katılıp kulaklarımı tıkamalıyım ve o koroda gür sesle bağırmalıyım ki karşıt sesler rahatlıkla boğulup gitsin. İyi de, birbirimizin hınk deyicisi olmaktan ibaret olacaksa var oluşumuz, DNA'mıza varıncaya dek niye farklı yaratıldık ki?

Pek bilimsel takılan akademik ortamlarda dahi ne söylendiğine değil; savların hangi ağızdan çıktığına bakılıyor. Doktora sürecimde sıklıkla yaşadığım durumlardan yalnızca bir örnek: Dil eğitiminin baba teorisyenlerinden birinin kuramlarını okuduktan sonra kendimce şöyle bir sonuca varmıştım: Bu arkadaş, kuramında sosyal çevreye çok vurgu yapıyor; Sovyet Rusya dönemi ideolojisinin etkisinde kalmış olabilir. Bunu da akademik bir toplantıda çeşni olsun diye dile getirmiştim. Dudak bükmeler geldi hemen. Aylar sonra bu teorisyen ile ilgili hacimli bir kitaba hızlıca göz gezdirmiştim. Kitabın sonunu yazar nasıl bağlamıştır dersiniz: "Düşünürümüz, Sovyet Rusya ideolojisinden etkilenmişe benzemektedir." O toplantıdan önce kitaptan haberim olup "Ben değil, bu kitabın yazarı söylüyor bunları" deseydim alkış toplayacaktım; işkembeden sallayan değil, çok araştıran olarak görünecektim.

Bu yalnız yolculuğumda kendi dertlerim haricindekilere kulak tıkamadım; aksine ülkemin sorunlarına da ta ortaokul yıllarında kafayı takmaya başlamıştım. Söylenmekten fazlasını yapmalıydım, tek başına olmak yetmezdi, örgütlü mücadelenin içinde olmalıydım. Toplantılarına katıldığım parti, dernek, oluşum, vesaireden kısa sürede soğuyup uzaklaşmam benim hatam da olabilir, bilemiyorum. Ancak görünen köy de kılavuz istemiyor hani. Hangi dünya görüşünden olursa olsun, her ortamda aynı ilkokul şarkısı terennüm ediliyor: "Önümüze gelene bir tekme!"

Büyük heveslerle katıldığım bir felsefe derneği vardı. Diledim ki, hem felsefenin eksik olduğu hayatımda bir dönüşüm başlatırım, hem bendeki dönüşüm belki başkalarına da sirayet eder, yaşamımızı bir nebze olsun felsefeyle ışıklandırırız. Kulübün koşullarından biri, ücret karşılığında verilen derslere eksiksiz katılmaktı; başım üstüneydi. Derslere katıldım; ancak umduğumu bulamadım. Felsefe demek tartışma demekti benim gözümde, oysa orada yalnızca anlatıcı (hatta kimi zaman metin okuyucusu) ve dinleyiciler vardı. Soru sorulduysa dahi basit düzeyde kaldı ve ben yine bana dokunulmadığını hissettim. Sırf acele etmeyeyim, yargısız infaz yapmayayım diye uzunca bir süre derslere katıldım; fakat malum sonu beklemekle vakit öldürdüğümü biliyordum. Bir gün hocanın yanına gittim ve bundan böyle derslere katılmak istemediğimi, dersleri doyurucu bulmadığımı bildirdim. O an hocadan istediğim tepki tamı tamına şuydu: "Neden dersleri doyurucu bulmadın?" sorusunu sorması. Meğer hoca o noktadan çok uzaktaymış; hiç aksatmadan derslere katıldığım halde nasıl olup da dersleri beğenmediğimin şokundaydı. Ama ilginçtir, hoca tenezzül edip de neyi beğenmediğimi sormadı bile. Ya şaşkınlıktan sormayı akıl edemedi, ya da söyleyeceklerimi duymaya yanaşmadı. Taraftarlarının, felsefe kulübünün ne harika olduğundan sürekli dem vurmalarına alışmış bir hoca ne yapsın ki benim gibi ayrık otunu?

Bugüne dek oy verdiğim partilerin de hiçbiri iktidar yüzü görmedi; bu gidişle ömrümün sonuna kadar iktidar olduklarını göremeyeceğim sanırım. Son seçimlerde oy verdiğim parti %1 oy dahi alamadı! Peki ne yaptı bu parti? Kolları sıvayıp "kendilerini zenginleştiren" tartışmalara, iç hesaplaşmalara, bedel ödeyişlere girişti mi? Ne gezer! Fakat parti bültenleri incelendiğinde birbirlerine cicili bicili "muhalefet şerh"leri mi bindirmezler, kahvaltılı toplantılar mı yapmazlar, aman efendim, analizler mi döktürmezler... 

Yine onların gazetesinde şanlı bir kongre yaptıklarının haberi vardı. Efendim, kongrenin yapıldığı salondaki garsonlar bile şaşırmışmış: "Biz ömrümüzde bu denli saygılı, kavgasız gürültüsüz geçen bir kongreye şahit olmadık!" diyesiymiş. Hele iktidar denen kanlı tahta bir karış uzanası mesafede olsunlar; görürüm ben onların saygısını, görgüsünü! Ütopik iktidar hülyalarına barbut atarken elbette her üye asalet timsali kesilecek, elbette akmayan rant çeşmelerinin köşe başlarını zarif asistler eşliğinde gülerek birbirlerine ikram edecekler.

Sahi, parti marti demişken, neden aynı siyasal parti bunca kemikleşmiş yolsuzluk, kanıksanmış ahlaksızlık, akıl almaz boyutta hukuksuz yargılamalar, iç savaş halini alan terör, ekonomik darboğaza rağmen gittikçe azmanlaşan bir iktidar erkini yıllardır elinde tutabiliyor? Daha da açık konuşayım; neden hep aynı kişiye, çelikleşmiş bir hayran güruhu tapınma derecesine varacak kadar bağlılık hissediyor? Toplumun her katmanından insan, ona güle oynaya oy veriyor nedenleri farklılaşsa da. Ancak benim vardığım hakikatlerden biri şu: Bu adam bir hikaye anlatıyor! Öbür figürler masal üfürürken bu adam kendi hikayesini örüyor. Bazen salya sümük düzeyine indiriyor duygu sömürüsünü, bazen efeleniyor, bazen de '90'ların "Ben sizin babanızım / Ben ne dersem o olur" şarkısındaki gibi isteyene de istemeyene de babalık taslıyor. Amigosuna da, diş gıcırdatana da "Ben buyum kardeşim, işinize gelirse!" diyor kısacası. Sen demokratik bul bulma, onun öyle bir tasası yok. O kendi hikayesinin kahramanı olmayı sürdürürken insanlar onda kendisini buluyor. Tıpkı Amerikan rüyası gibi: İstersen sen de yapabilirsin! Bak ben yoksulluğu, yasakları, (film-fırıldak icabı da olsa) hapis cezasını, cümle düşmanları yara yara geldim ve devletin tepesine kuruldum. Benim için olamaz dediler; ama ben oldum ve sevenlerimi de oldurdum!

İşte bu "bay başkan"ın tamamen karşısında durmam, yukarıda bahsettiklerime körleşmemi gerektirmez; benim için hakikate körleşmektir bu. Bu adam, hikayesini kurgulamış; belagatiyle köpürtüyor da köpürtüyor. Onun hikayesinde envayi çeşit sos mevcut: sansasyon, dram, polemik... Ya diğer partiler, dernekler, kuruluşlar, sendikalar? Siz hangi hikayeyi kurguladınız? Daha doğrusu, insanları sürükleyebileceğiniz bir hikayeniz var mı? Yoksa, anlatacaklarınız benim için Robin Hood'un Müslümanlığı iddiası kadar zırva olacaktır.

Ali Şeriati ile 1 dakika

... yalnız yaşama, bir Rus yazarın ifadesiyle "kendinde yaşama" sanatıdır. Alışkanlıkları, tesellileri; eğlencelere, tanışıklıklara, başkalarına güvenmelere, övgülere, teşekkürlere, başkalarıyla içli dışlı olmalara, yardımlaşmalara esir olmaktan kurtulup özgürleşmek. Bazıları kendi başlarına bir hiçtirler; ancak başkaları sayesinde "ben"dirler. Yalnızlıktan korkarlar. Çünkü yalnızken kendi anlamsızlıklarını ve işe yaramazlıklarını fark ederler. Değerli olduklarını hissetmek ve kendi hiçliklerini unutmak için daima başkalarında, toplum içinde ve kalabalığın arasında kaybolmaya çalışırlar. Onlar birer bitki ve ottur. Bir şey olabilmek, yaşayabilmek ve görünebilmek için birbirlerine sokulmak zorundadırlar. Tabiata rağmen sert taşın bağrından çıkan ve tek başına ayakta duran "yalnız kamış" gibi olamazlar.

"İslam Nedir Muhammed Kimdir?" kitabından

Beni Hz. Muhammed'e daha da yaklaştıran Ali Şeriati'nin anısına saygıyla...

25 Ocak 2016 Pazartesi

Boşuna mı tutturuyoruz şiir de şiir diye

Ölüyorum tanrım
Bu da oldu işte.

Her ölüm erken ölümdür 
Biliyorum tanrım.

Ama, ayrıca, aldığın şu hayat
Fena değildir..

Üstü kalsın..
Cemal Süreya

Baudelaire'in kendime şiar edindiğim bir sözü vardır: "Ekmeksiz susuz bir gün geçirebilirim; ama şiirsiz asla!" Bir şairden bunu duymak çok da sürpriz değil; fakat mesele bunu insanımızın da yaşayabilmesi. Şiir okuyanla okumayanın incelikte eş olmadığının bir örneğini görür gibi oldum aşağıdaki videoda. Hem çok güldüm, hem de şu soru geldi aklıma: Bu görüntülerdeki imam, Cemal Süreya'nın yukarıdaki ölümsüz şiirinden, özellikle "Her ölüm erken ölümdür" dizesinden haberdar olsaydı kahvehanede konuşur gibi rahat rahat bu gafı yapabilir miydi?... 

24 Ocak 2016 Pazar

Siyah beyaz

Geçen hafta hastalandım ve gece simsiyah çöktü başıma. Gece zaten siyahtır deyip beni bir daha hasta etmeyin; herkesin yaşadığı gece farklı, rengi de farklı. Hastayken yaşadığım karmaşanın rengi katran karası siyahtı: Gözlerimi yumsam siyah, açsam yine siyah. 

Yaptırmam gereken bir aşım vardı, onu yaptırmıştım. Ondan mıdır, yoksa Eskişehir'in adamın kafatasını çatlatan ayazında şapkasız, beresiz çıkmamdan mıdır bilmiyorum. O asitli ayaz bir çatlak bulur da bünyeye sızıverir korkusuyla, Eskişehir'in tedbirli vatandaşları dışarı çıkmadan önce vücutlarında açıkta kalan her deliği tıkarlar mutlaka. Ben de güya o tedbirligillerden biriydim; ama geçen hafta baş açık, yeldir yeldir çıkasım tuttu nasıl olsa fazla oyalanmayacağım diye. 

Galiba ikinci olasılık beni yatağa bağladı. Aşı yapılan kolumun sızı diliyle söylenip duran acısı bir yandan, kafamın külçe külçe ağırlığı öbür yandan! Binlerce düşüncenin, duygunun, düşün, evhamın, okunan tomar tomar sayfaların, yorumlanan metinlerin kaynaştığı beynimin ağırlığı meğer kuş tüyünden nazikmiş boynumun üzerinde! Hastayken, o kuş tüyünün yerine dev bir çelik kasa geldi oturdu toplu iğne başına. Öyle bir ağırlık ve baş dönmesi ki; oturtmuyor, yatırmıyor, kaldırmıyor. Acı, kımıldandığım anda fırıncı küreği gibi kafama iniveriyor. Hababam Sınıfı filminde Külyutmaz lakaplı bir öğretmen vardı. Sınavlarda öğrencilerine kopya çektirmemek için sıraların üstüne çıkar bağırırdı: "Sağa bakmak yok! Sola bakmak yok!" Tıpkı Külyutmaz'ın yasakları gibi sağa sola dönmekten men edilmiştim. 

Organlarıma şiş geçiren sancılar... Titremeler... Kulaklarımın zonk zonk atışı... Hiç değilse teker teker gelseydiniz bre! Kulaklarımın uğultusunu gürültüye boğdurmak için yüksek sesle kitap okudum bir ara. Umut fakirin ekmeği; belki ayarsız sesime gıcık olurum, konsantrasyonumu oraya veririm, beden acıyı unutur diye uyanıklık yapmaya niyetlendim. Çok kurnazım ya! Kitaptan yorulunca kulaklarım daha fena zonkladı... Ve gecenin karasını iyice bulamaca çeviren bulanık, karmakarışık kabuslar... O karanlıktan kan ter içinde sabaha uzanmak elbette zor; ama tek yaşanılası tarafı şu: Onca siyahlığın ardından sabaha şükranla erişip de pencereden bakınca, hasta ziyaretine gelmiş gibi sevindiren karın uçsuz bucaksız beyazlığını görmek...

23 Ocak 2016 Cumartesi

Doğa paylaşmayı sever



O gün gelsin neşemiz tazelensin de gör
Dünyayı hele sen bir barış olsun da gör
Seyreyle gülü bülbülü
Çifter çifter aylar gökyüzünde
Her gece ayın on dördü

Kuşlar geçecek damların üstünden 
Kuşlar konacak dallara
Kanat seslerini duyup uyanırlarsa
Gene kuşlarla uyusun çocuklar
Olanı biteni anlatma.

Hiç görmediğim şey bu
Kurdun gözü yılmış sürüden
Elmanın yarısı soğuk yarısı sıcak
Ağulu bitkilere dolanmış salkım
Güneşten yağmur boşanacak

Yetsin demir çağının beyliği
Yeni bir gün başlıyor demek
Yeryüzünde korkusuz yaşamak
İki milyar kişiye bir dünya
İki milyar kişiye iki milyar ekmek
...
Melih Cevdet Anday'ın "Olsun da Gör" adlı şiirinden
(Fotoğraflar Kütahya Dumlupınar Üniversitesi yemekhanesinde çekilmiştir.)

16 Ocak 2016 Cumartesi

Okurun şairiyle göz göze geldiği an

Sevdiğim bir yazar, kızıyla İstanbul Kitap Fuarı'nda çektirdiği bir fotoğrafı sosyal medyada paylaşmıştı. Fotoğrafa bakarken arkada bir kitabevinin standındaki şu dizelerle göz göze geldim:

Seni görme korkum var
seni görme ihtiyacım
seni görme umudum
seni görme huzursuzluğum

Dizelerin sahibinin kim olduğuna kısa bir süre kafa yorduktan sonra beleş akıl hocası Google varken ne diye yorulayım deyip dizelerin sahibini bulmaya koyuldum. Ve böylece Uruguaylı şair Mario Benedetti ile tanışmış oldum. Yukarıdaki alıntı aşağıdaki şiirdendir:


Tam Tersi

Bu dizeler göz göz dizelerdir. Bir göz kaygıyla bakar, diğer göz umutla, öteki göz gülümseyerek, beriki göz bulutlu ve kuşkulu... Başlangıçtaki dört satırla şans eseri böyle göz göze geldik işte. Sonrası ömür boyu sürecek bir dostluk... 

Duygular, tutkular, hasretler, beklentiler sakınmaksızın soyunup dökünüyor şairin yalın dizelerinde. İspanyolca bilmediğim için aslından okuma şansım olmadı; fakat çevirmenin hakkını teslim etmek gerek. Ehil olmayanın çuvalladığı şiir çevirilerinin o bildik teneke tangırtısını duymadım dizelerin ritminde. Şiirlerini çevirdiği Benedetti'yi aratmayacak şekilde çevirmen de tatlı tatlı sohbet ediyor okurla. Bayıldım:


Bülent Kale

Benedetti sürgündeki 12 yılını ülkesine ve eşine özlemle geçirmiş. Uzun süre telefonda sesini bile duyamamış sevdiği kadının, yalnızca mektuplaşmışlar. Bu şairler, bu güzel insanlar şu berbat dünyanın bütün gam yükünü Atlas misali sırtlanmak zorundalar! Onlar bu gam yükünü güç bela taşırken yüreklerinden kâğıda damlayanların izini sürmek de okurlara düşmüş... 

Yalnızlıklar
Meraklısı için: Mario Benedetti, Aşk Kadınlar ve Hayat, çev: Bülent Kale, Ayrıntı Yayınları

12 Ocak 2016 Salı

Yaprak döker bir yanımız...


Komşum İstanbul'a çekti gitti, aylardır yok. Bana da çiçeklerini bıraktı arada bir onlara göz kulak olmam için. Merdiven boşluğunun ıssızlığından başka ne gün ışığı, ne temiz hava... Çiçekçikler, temel ihtiyaç maddelerinden mahrum şekilde sessiz sedasız solu soluvermişti bana ilk emanet edildiklerinde.

Düzenli olarak, yeterli miktarda sulamama ve onlarla kısa sohbetler etmeme rağmen kurumaları beni huzursuz etmişti. Hem bir canlının ölümüne tanıklık etmek, hem de emanete tam sahip çıkamama telaşına kapılmaktan dolayı. Gerçi komşum beni telefonda rahatlatmıştı ama... Aradan biraz zaman geçti. Fotoğraftaki gibi yeniden yeşile, filize döndüler yüzlerini.

Bu yeşile ruhum susamış. Biz Allah'tan umudu kesiyoruz kimi zaman; fakat O bizden umudu kesmiyor olmalı ki, nefesimiz boğazımızdan akmaya devam ediyor. Ben de şu sıralar, o çiçeklerdeki gibi, yeşerecek tarafımı arıyorum. Bir filiz zaten var içimde; o kendi dünyasında büyümeye devam ediyor. Ancak benim iç toprağım yine kurudu, yine dallarım gazelle doldu. Gece gündüz demeden ansızın kopuveren, derinlerdeki fırtınalar?!... O fırtınalarda "bir cana bir başa" kalmışlık duygusu... Oysa çalışmalarımı yetiştirmem için en çok ihtiyacım olan şey tek başınalıktır şimdi. Üstüne üstlük rahatsızlığımın kedinin fareyle oynadığı gibi kendini hatırlatması da kış içinde kış. Yapmak istediklerimin kabaran taşkın denizinin yanında yaptıklarımın sığlığı canımı yakıyor. 

Yediği dayaktan ağlayıp zırlasa da, akan sümüklerini koluyla silerek son bir hışımla kavgaya atılan çocuk gibi habire kendi sırtımı sıvazlıyorum: "Bu da geçer ya Hû!" Mizahın gıdıklamalarıyla zamanı unut, başkalarının dertleriyle yoğrul - sevinçleriyle gönen, en sıradan şarkıları birer marşa çevirip gözünü ufuklara dik... Hiçbir şey yapamazsan düş kur, değil mi ya, ozanın dediği üzere: "Beni dar camlarda değil / Bir bulutun seyrinde düşün". Dar camlarda, dar merdiven aralıklarında saksılara hapsedilsek bile bize sessizce yeşermek ve ışığın seyrine düşmek yaraşır...

7 Ocak 2016 Perşembe

Hayal gücü atölyesi - 1 (teorik)

Yıllar önce makine mühendisliği bölümünde ders verirken dönem sonu ödevi olarak öğrencilerden bugüne dek hiç tasarlanmamış bir aygıt tasarlamalarını istemiş ve "Başıma icat çıkarın arkadaşlar!" demiştim. Zannetmiştim ki, beni heyecanlandıran bu fikir onları da biraz olsun kıvılcımlandırır. Ne saflık! Derhal koptu ciyak ciyak itirazlar: "Biz mieendiz olacaz hocam, mucit değiliz", "Sıfırdan bir şey nasıl yapalım, bizim işimiz bu değil ki", vs. Ben de onlara benim hiçbir mühendislik birikimim olmamasına karşın aklımda yüzlerce hayal uçuştuğunu, örneğin motor gürültüsü çıkarmak yerine müzik çalan elektrik süpürgesini hep düşlediğimi söyledim. Onlardan beklentim büyük değildi; belirli sınırlar içerisinde yaratıcı bir fikrin sunumunu yapacaklardı yalnızca. Ancak bir türlü akıllarına yatmadı bu iş! "Vazgeçtim, final sınavı için çoktan seçmeli sorular hazırlıyorum arkadaşlar, öğrettiklerimi ezberleyin gelin" diye çark etseydim hepsi karın ağrılarından kurtulacaktı! Gel gör ki, serde idealizm var! Tutturdu deli bozuk hoca, icat da icat diye. Oysa onlara defalarca söylediğim fakat onların ısrarla kulak tıkadığı şuydu: "Siz, bu ülkedeki milyonlarca insan gibi, yepyeni bir şey ortaya koymaktan korkuyorsunuz, bulduğunuzla yetinmenin kolaycılığına alışmışsınız. Oysa bizim arayanlara ihtiyacımız var!"

Sunumlardaki tasarımlardan kayda değer bulduğum hiç olmadı: Ya şuradan buradan parça bölük kopyalanıp yapıştırılarak yamalı bohçaya dönmüş döküntü fikirler, ya da sınavda kopya fısıldayan kalem gibi ucuz öğrenci çakallıklarından ibaret zımbırtılar... 

Hayal gücü denilen ve dürtmedikçe kımıldamayan şu hantal makineden geleceğin makine mühendisleri anlamaz mıydı? Bal gibi anlarlardı. O halde?...


Öğrencilerimde ve karşılaştığım insanlarda genellikle gözlemlediğim, enerjilerini çaldırmış olmalarıdır. Bu hırsız; eğitim sisteminin yaratıcılığı hızar gibi biçmesi, işsizlik endişesi, maddi olanaksızlıklar, psikolojik baskılar gibi aklımıza gelen gelmeyen her türlü ekonomik, sosyolojik, politik, kültürel etmen olabilir. Burada bilimsel analize girişmeye hiç niyetim yok. Benim derdim, sayfamın çerçevesi dahilinde bu hırsızı kibarca kapı dışarı etmek!


Einstein'ın yaşamöyküsüne pek çok insan aşinadır. Çok zayıf bir öğrenci oluşu, öğretmenlerinin ondan umudu kesmesi gibi aslında hayata eksilerle başlayan bir adam. Gıptayla bakılan pek çok deha gibi. Einstein'in aklımda kalan en önemli sözlerinden biri: "Hayal gücü, bilgiden daha önemlidir." Ya da John Lennon'ın o efsanevi şarkısı: Imagine (hayal et)! Böyle insanları farklı kılan işte bu; hayal kurmayı yaşamlarının merkezine oturtmaları. "İnsan düşünen hayvandır" derler; 
insan düşleyen hayvandır aynı zamanda. Ham hayalden bahsetmiyorum, bilinçli çabaya yakıt olanından bahsediyorum. Hani son dönemlerde pek revaçta olan "evrene gönderdim"ciler var ya, onlarınkinden değil. (İadeli taahhütlü mü gönderiyorsun arkadaş, hangi gezegenden kabul aldın; bir yol anlat hele!)

Uzaklardan değil; yakınımdan bir örnek size: Geçen yıl gittiğim bir kuaförün hikayesi beni çok etkilemişti. Kadın önceden ev hanımıymış; çalışmamak ve altın günlerinde dedikodudan başka bir şey üretmemek canına tak etmiş. Belediyenin açtığı kuaförlük kursunu başarıyla tamamlamış. Yakın çevresinin tüm kösteklemelerine rağmen dükkan açmış ve çalışmaya başlamış. Hikayesini dinlemeden önce titiz çalışmasından en aşağı 15 yıllık kuaför olduğuna hükmetmiştim; meğer 5 yıllık kuaförmüş. Bir de bana dükkanın köşesindeki saç mankenini gösterdi. Üstünde saç tasarımı deniyordu, ulusal çapta bir kuaförlük yarışmasına katılacaktı. Bunları anlatırken duyduğu heyecan görülmeye değerdi. Hayal kuran bir insanda şahit olunabilirdi ancak bu heyecan. (Yarışmayı kazanıp kazanmadığını öğrenemedim; zaten onun için esas olan yeni saç stilleri bulmaktı.)


Eğri oturmadan da doğru konuşabiliriz: Çoğumuzun yücelttiği meslek grupları var, sanki diğer mesleklerden insanlar işimizi görmüyormuş gibi. Örneğin doktorluk bunlardan biri. Ne var bunda diyebilirsiniz. Sorun şurada: Çocuklarımız doktor olmayı yürekten diliyorsa ve hayallerini bunun üzerine inşa ediyorsa ne güzel. Fakat onların isteği hilafına biz onları yönlendiriyorsak?... Tasarım yaparak geleceğini kurmak isteyen bir çocuk, ite kaka doktor olsa bile, ondan ancak hayallerinin gırtlağını sıkıp mezara gömmüş bir zoraki tabip çıkar! Bu doktor mu, yoksa az önce bahsettiğim hayallerinin peşindeki kuaför mü daha mutludur sizce? 


Yaratıcı düşünceye ve hayal gücüne önem veren kurumlar geleceğe yatırım yaptıklarının farkındalar. Özellikle eğitim kurumlarında. Yüksek lisans eğitimimde unutulmaz bir ders almıştım: Beyin temelli İngilizce öğretimi. Yabancı dil öğrenememe sorununun yanıtları yine beyinde gizli. Beyin sevmediği, üzerine düş kurmadığı bir işi savsaklıyor, yapmıyor! Yaptığında da sonuçlar ortada. Öğrenciler dökülüyor! Haz duygusunu tetiklemeden öğrenilemiyor, haz duygusunu yaratmanın yolu da, her öğrenciden kendi düşlerini ortaya koyacağı ona özgü işler çıkarmasını istemekten geçiyor. Yani testlerle, Arapça sûre ezberler gibi sayfalar dolusu kelime ezberleriyle bilgiler kısa süreli belleğe alınıyor belki; fakat heyecanlanarak ve düş kurarak öğrenilenlerin kalıcılığına asla erişemiyor. Somut ve basit bir örnek: Oyunlarla öğrenilenler. Üzerinden yıllar geçse de unutulmuyor.

Bir fıkra vardır: Helikopter kaza yapıyor, mezarlığa düşüyor. Helikopterde kaç kişinin bulunduğu bilinmiyor. Çaylak muhabir, haber yapma telaşıyla olay mahallinden bildiriyor: "Durum çok vahim sayın seyirciler! Aldığımız bilgilere göre burada yüzlerce ölü var ve kazdıkça çıkıyor, kazdıkça çıkıyor!..." Beyin de böyle garip bir dipsiz sanduka. Kazdıkça çıkıyor, kazdıkça çıkıyor! Unuttum dediklerimiz, doğru yere kazma vurulduğunda gizli bir yeraltı kaynağından su fışkırması gibi an gelip sıçrayıveriyor yüzümüze. 

Bunu yine bizzat yaşadığım bir olayla örneklendireyim. Birkaç yıl önce bir psikodrama etkinliğinde içsel yolculuğa katıldım. Toplu hipnoz seansıydı. Telkinler herkes için aynı, ancak yaşananlar başka başka. İşin güzelliği de burada. Telkinde belirtilen yere kimi gitti, kimi gidemedi. Bendeki yansıması, çoktan hafızamın derinliklerine gömüldüğünü sandığım hoş bir hatıramla orada aniden karşılaşmamdı. Düşündükçe hâlâ şaşarım. Ben o olayı unutmuştum, nasıl su yüzüne çıktı der dururum.

Niye şaşıyorsam? İnternette yayılıp ağızlara sakız olan şu "beyin bedava" lakırdısına gülelim gülmesine de, gerçeklik payı da yok değil. Şakaklarımızın arasındaki kara kutu boş değil, kof kelle taşımıyoruz! İçimizdeki sonsuzluğa uzanan şehrin anahtarıbiz doğarken altın tepsi içinde sunulmuş. Anahtarı kullanmak için hayat yokuşlarını tırmanırken bir el atıp hayal gücünü biraz iteklemek gerek. O hayal gücü hızını bir aldı mı, insanı yarı yolda bırakmıyor. 

Bu satırları yazan, hayal gücünün hayatını türlü renklere boyamasından asla ve kat'a pişman olmadı. Her ne kadar fani dünyanın sivri gerçekleri, yaralı bir Tibet öküzü gibi heybetli boynuzlarını böğrüne dürtüp onu tatlı rüyalarından zaman zaman uyandırsa da irkilterek, o vazgeçmedi hayallerinin atölyesinde çalışmaktan ve vazgeçmeyecek. Peki nasıl vakit geçiriyor atölyesinde? Merak edenler ikinci yazıdaki atölyeye buyursunlar.

5 Ocak 2016 Salı

Hayal gücü atölyesi - 2 (uygulamalı)

Bir önceki yazıda hantal bir makineye benzettiğim hayal gücü çalışır hale geldi mi tutabilene aşk olsun. O yazımda verdiğim vaazın uygulamalarını gösteremezsem hiçbir inandırıcılığım kalmaz. Uygulamalar, hepimizin evinde bulabileceği basit malzemeler yardımıyla gerçekleştirilmektedir... Ne malzemesi Allah aşkına, asıl malzeme beynimiz! Bunun dışında sayıp dökeceklerim onun atıl bırakılmış kudretini tetikleyici olabilir en fazla!

Hayal insanı olunmalı sevgili okur. Hayalperest diyemiyorum, çünkü hayalperestlik polyannacılıkla, ayakları suya ermemekle çokça karıştırılıyor. Ayrıca burada paylaşacaklarımı herkesle paylaşmıyorum; zira bir iki kez denediysem de "he canım he" diye dudak bükenlerle karşılaştım. "Her ademe sırrın verme" demişler, ben sana her ademe vermediğim bir sırrımı ifşa ediyorum. Lütfen kıymetini bil. 

Öncelikle bu yolculukta, vesveseden azade bir kalp döndürmeli düşsel tekerleği. Kutsal bir amaca, bir yaratıcının varlığına veya neye, kime kayıtsız şartsız gönül bağladıysak ona inanır gibi. İslam düşünürlerinin çok sevdiğim bir ifadesi vardır: "şeksiz şüphesiz iman etmek". Tıpkı rüzgarda sallanan kar beyazı çamaşırlar gibi kuşku ve kuruntunun lekesinden arınık bir inanışla hayallerinin rüzgarına bırakmak kendini... Düşlenen, beklenen neyse ve kimse ona kavuşulacağı günü yaşamış gibi yaşayarak! Bu bağlamda Kubilay Aktaş'ın "Hayalin Mucizesi" kitabını salık verebilirim. Duan kabul olmuş gibi yaşa der yazar. Burada şöyle bir saçmalığa alet olmak istemem: "Ben milyoner olmak istiyorum, oturup piyangodan para çıktığını mı hayal edeceğim?" Hayır, hayır. Talih oyunlarıyla, "armut piş, ağzıma düş" diyen tembellerle işim yok. Emek verilen, hak edilen hayallerin hakkını vermektir bu yazının muradı. Kuracağımız hayallerin de bir namusu olmalı. 

Küçümsemek yok, kötülemek yok. Hayallerimizi hafife almak kendimizi hafife almaktır. Başkalarından değil ama kendimizden beklentilerimizi yüksek tutalım. Örneğin ben elim kalem tutalı beri yazıyorum. İlkokulu bitirdikten sonra başladı günlük tutma maceram ve o gün bugündür devam ediyor. Her günlük tutanın bilinçaltında günlüğünün birileri tarafından okunması hayali yatarmış. Bu düşümü inkar edemem. Hiçbir kitabım yok, yayımlanmış bir öyküm yok (günün birinde yayımlanmayacak diye bir durum da yok); ancak burada yazdığım günceyi tanıdığım tanımadığım insanlar okuyor. Şimdi benim yazarlık hayalim kısmen de olsa gerçekleşmedi mi? Ve bu, hayal edip de başardıklarımdan sadece küçük bir örnek.

"İnsan âlemde hayal ettiği müddetçe yaşar" diye buyurmuş Yahya Kemal. Geleceğe dönük hayallerimin yanı sıra günlük hayatımdakilerin haddi hesabı yok. Yani hayal ettiğim müddetçe bir güne onlarca hayat sığdırıyorum. Haberlerin ardından hava durumunu beklemek gibi rutine kaydırılan bir hayat, elindeki nimetlerin kıymetini bilmemektir bana göre. Sözgelimi, çok buhranlı zamanlarımda dışarıda yürüdüğüm zaman üzerimdeki sıkıntının dışına çıkıp kendime şu telkini veririm: "Şimdi, her zamanki gibi umursamadan yanından geçip gittiğin şu ağacı, gözleri aydınlığa yeni açılmış bir kör, yıllarca mağara karanlığında yaşamış bir münzevi ya da ana rahminden henüz çıkmış bir bebek gözüyle gör ve bugüne dek fark etmediğin bir özelliğini keşfet!" (Laf aramızda bu teknik benim eserimdir, kimseden öğrenmedim.) Bu basit düşsel ve düşünsel uğraştan kazanımlarım öyle çok ki... Birincisi, kasvetime yabancılaşıyorum ve ondan sıyrılıyorum. Kısa sürelik bile olsa kâr kârdır! İkincisi, aylarca belki yıllarca farkına varamadığım güzelliklerle, inceliklerle doluyorum. O ânın ölümsüz bir fotoğrafını çekmiş oluyorum zihnimde. Ve en önemlisi, "bakmak" değil; "görmek" nimetini elle tutulur hale getiriyorum. Günlük yaşamda bakmak bizi körleştiriyor, bakarkör yapıyor. Bakarkörlük, nankörlüktür de. Elimizdeki, çevremizdeki, sevdiğimiz insanlardaki nimetlere hem bakarkörlük, hem nankörlük. O ağacı görür iken, "gözlerim" diyorum, "benim ne güzel gözlerim var!" Fiziksel güzelliği kastetmediğimi biliyorsunuz artık; görmenin ve görüş açısının güzelliği! Bir de bunu birkaç kafa dengi arkadaşınızla yaptığınızı düşünsenize! Farklı "görme"ler, çeşit çeşit "görüş"ler...

Yemek yerken de kısa düşsel gezintilerim oluyor. Ağız tadıyla yemek yiyor olmanın farkındalığı zaten lezzeti katlıyor; bir de şunları düşündüğümde değmeyin keyfime: Zeytine çok düşkün bir insan değilim. Ancak ağzıma bir zeytin attığımda kendimi hemen 1000 yıllık ulu bir zeytin ağacının gölgesinde hayal ediyorum. Sanki zeytinin hasadını ben yapmışım ve o bilge ağacın altında otururken ürünümün keyfini çıkarıyorum. Hele üstüne zeytinyağı ve kekik de serptiysem, o an gerçekten kalbim Ege'de kaldı diyebilirim şarkıdaki gibi. Ya da peynir... Koklamadan olmaz. Peynirin kokusu beni yemyeşil bir otlağa götürüyor. Sermişim yaygımı, yanımda bazlamam, belki birkaç da koyunum vardır otlattığım... Şunu sorabilirsiniz haklı olarak, çay içerken Rize'de çay toplayıp, portakal yerken Antalya'da gezip, kahve yudumlarken Yemen'e mi uğruyorsun diye? Hayal gücünün sınırı yoktur ki! Portakal kabuğunun kokusunu her içime çektiğimde Finike'ye uçacağım diye bir kural yok. Bir yere uçmaya gerek de yok. Salt o ânın duru güzelliği yetiyor kendimden geçmeme. Şunu da eklemeliyim; kendimden geçme hâlim, belki saniyelerle ölçülebilecek kadar kısa ancak süresinin kısalığından umulmayacak doyuruculukta bir hoşnutluk getiriyor. Yani gözlerimi kapatıp, bulunduğum ortamı unutup yapmıyorum bunu. Artık otomatikleşti benim için. Kimseye çaktırmadan biniyorum hayallerimin uçan halısına! 

Yemek yemek başlı başına zevktir pek çok insan için. Ben de sofradaki nimetleri, hayal gücümle koklayıp onlara dokunduğumda aldığım tadı katlıyorum. Ya günlük hayatın çok da zevkli olmayan anlarında ne yapıyorum, mesela ev işi yaparken? Bu noktada vazgeçilmez bir yardımcım var: Dinlemek! Örneğin ütü yapmak çoğumuz için külfet. Önceleri film izleyeyim diyordum, televizyonu sevmediğim için. Güzel bir film koyuyordum; fakat ütü yaparken görüntüleri kaçırıyordum veya film alt yazılıysa yazıları okuyamıyordum. Şimdi bulduğum çözüm: İnternet üzerinden radyo tiyatrosu dinlemek. Video paylaşım sitelerinde sayısız radyo tiyatrosu var. Ütü yaparken surat asıp oflayıp puflayacağıma, dağ gibi çamaşır birikti diye kendi homurtumu dinleyeceğime Müşfik Kenter'in eşsiz sesinden Shakespeare dinliyorum. Tiyatrodaki olay akışına kendimi kaptırırken farkına varmadan işimin hafiflediğini görüyorum. Ya da müzik dinlemek... Temizlik yaparken, çalışırken, yoldayken, yazarken, yalnız başıma vakit geçirirken... Hep seyir halindeyim. Bir dansın seyrinde veya bir yolculuğun. 

Gerçeküstü ve muzip hayaller de olmazsa olmazımdır. Özellikle teknolojiyle ilişkimde. Alışveriş merkezlerinde otomatik açılan kapılar dile gelse ve gazinoda konuklarını karşılayan bir piyanist-şantörün abartılı tonuyla şöyle seslense: "Aman efendim, kimler gelmiş..." Arabaların park sensörleri bip-bip-biiip diye ötmek yerine şöyle şakısalar ne güldürürdü: "Gel abi gel, topla gel, topla gel, hoooop!". Ya da takıntı sensörleri olsaydı ev eşyalarımızda da bizi dürtselerdi keşke. Evden çıkmadan önce ocağı ikiden fazla kontrol ettiğimizi algılayan hassas ocak, üçüncüsünde bize tatlı tatlı söylenseydi: "Gözün arkada kalmasın şekerim, her şey kontrol altında, hadi git artık..." Bu ocağın değişik versiyonlarını hayal edin: Şirret bir kocakarı, işveli bir hatun, despot bir adam, mızıklanan bir çocuk... Bunların gerçekleşmesini ister miyim, elbette hayır! Yanımızda yöremizde geveze eşyalarla yaşamak epey kafa şişirir. Almayayım, kalsın. Ama gülümseme kısmını geri vermeyeyim. 

Bir hastane öyküsü vardır. Hastane odasında iki yatalak hasta yatar. Birinin yatağı pencere kenarında, ötekininki duvar kenarında. Pencere kenarında yatan hasta, diğerine sürekli camdan gördüğü manzarayı anlatır: "Burada adeta cennetten bir köşe çocuk parkı var. Çocuklar neşe içinde oyun oynuyor. Kimisi annesinin elinden tutuyor, kimisi arkadaşlarıyla koşturuyor. Ağaçlar, çiçekler, kuşlar, kediler, köpekler de bu yaşama sevincine ortak..." Bunları dinleyen duvar kenarındaki hasta kıskançlıktan çıldırmak üzeredir. Ona ne güzel manzaralı yatak verdiler, beni duvar kenarına mahkum ettiler diye. Derken pencere kenarındaki hastanın durumu ağırlaşır ve hayatını kaybeder. Diğer hasta, pencere kenarına geçip manzaranın tadını çıkaracağı için sevinçlidir. Hastane görevlileri, onun cam kenarında yatma isteğini gerçekleştirirler. Gelgelelim yatağına yatırdıklarında hasta büyük bir şokla sarsılır: Ölen hastanın öve öve bitiremediği yemyeşil park mark yoktur ortada! Pencere, kapkara bir duvara bakmaktadır!

Bu küçük öykü bana gözümüzü dış koşullara değil, içe çevirmemiz gerektiğini hep anımsatır. Hayal kurmayı küçümseyenlerin, hayalleri balona benzetip kıçındaki kötümserlik iğnesiyle onları patlatanların inadına hayal kurmak gerek! Her insanın geçtiği sınav farklı; çilesiz bir dünya yolculuğu yok. Lütfen aklınızda tutun: Nazi toplama kamplarında hayatta kalabilen az sayıdaki tutsağın hepsi inanmış insanlardı. Bir ideolojiye, dine, gelecek güzel günlere inandılar ve işkenceden, hastalıktan ve şiddetli açlıktan birer kemik yığınına dönmüş vücutlarını bunların düşüyle ayakta tutabildiler. Geleceği kuranlar da hayal kuran insanlardır. "Ey Ali! Duanın içine hayali kat!" diyen Hz. Muhammed, silah arkadaşlarına "bugünün insanı" mı, yoksa "yarının insanı" mı olmak istediklerini soran Atatürk, "Bir hayalim var" diye seslenen Martin Luther King... Hayal gücü hem bugünün kurtarıcısı, hem yarının yollarının yapıcısı... Banu'nun şarkısında ne güzeldir o hayaller: "Bir tutam hayal / Bir tutam mavi / Ömrümden sana biriktirdiğim ... Bir parça hüzün / Bir parça umut / Yıldızlardan sana çalabildiğim ... Bir parça ekmek / Bir parça zeytin / Yeryüzünden sana sunabildiğim / Al sazımı ver sözünü / Senin olsun yar mavi gökyüzü...

2 Ocak 2016 Cumartesi

Yazar bozuntusunun kafasını duvarlara vurduğu an

Mavi Sürgün

Bu sayfanın alışkanlığıydı; kitaplardan yapılan kısa alıntıları "Falancayla 1 dakika" başlığı altında sunmak. Ta ki Halikarnas Balıkçısı'nın "Mavi Sürgün"ünde yukarıdaki gibi cümlelere rastlayıncaya kadar... Böyle satırları okudukça, yazdıklarımın çul çaput halinden utanıyorum sevgili okur. Hatta cesaretimi toplayıp Proust'a, Zweig'a, Oğuz Atay'a, Yaşar Kemal'e tekrar bulaşırsam pılı pırtıyı toplayıp dükkanı kapatmam lazım! O yüzden yazar bozuntusuyum ben. (Bunu kendime hakaret anlamında söylemiyorum; hem niye kendime hakaret edeyim, aklımı mı kaçırdım?) Göğsümde bir çiçek gibi gezdirebileceğim en değerli sıfatlarımdan biri budur artık. Çünkü "yazar" değilim; değilsem "yazıcı" mıyım diye düşündüm. Bazı yazarlar dudak büktükleri başka yazarlar için bu ismi uygun görür ya, ama "printer"ın Türkçesi olarak bana cazip gelmedi. Özdemir İnce de, mesela, çok bilmiş köşe yazarlarına "köşemen" adını takar! Ama burası gazete köşesi değil; yazılarım köşe yazısı hiç değil. "Blogger" da pek ecnebi, pek yeniyetme özentisi kokuyor. Özcesi, bulup bulabileceğim en güzeli ve özeli buydu: Yazar bozuntusu! Birikimini bozdurup bozdurup buralarda saçıyor.

Gelelim şu acayip başlığa: İtalya'daki tarlakuşunu camdan bir kafese tıkıp burnumun dibine koyan, ona yapılan işkenceyi yüksek çözünürlükte görüntüleyen, bu yürek parçalayan trajediyi izlettikten sonra iyi insanlara aralanan kapıdan zavallı kuşu uçuran satırların sahibi varken, bilinçaltımda uyuyan Gestapo'nun bana "Sen kiiiiim, yazmak kim!" diyerek dirilmesinin resmidir başlık. Ama tarih Gestapo'ları çoktan çöplüğüne göndermişken, bana tebelleş olanı ben neden göndermeyeyim? Evet, bir Halikarnas Balıkçısı değilim; zaten olmamam da gerekiyor. Yaradılışa aykırı! Onun kadar iyi yazamıyorsam, ne demeye yazıyorum o zaman? Bunun yanıtını yine Halikarnas Balıkçısı'ndan çalacağım: "İnsanlar dilerlerse okurlar; başka ne halt için yazı yazılır yahu?"