7 Şubat 2016 Pazar

İki kitap bir hüsran

İslamcı Erol Nasıl Çıldırdı? (Nihat Genç)
Nihat Genç okurun suratına taş atan deli bir Karadenizli yazardır. Karadeniz gibi taşkın, dalgalı, köpüklü; Karadeniz’i iliğine kemiğine kadar yaşar ve yaşatır. Aynı zamanda çok etkili bir söz ustasıdır. Oflu hoca fıkralarını, ilginç Kızılderili öykülerini ondan dinlemeye doyum olmaz. Birikimi hayranlık uyandıracak derecede bir genişliğe yayılır: Felsefeden hukuka, mimariden coğrafyaya, tarihten psikolojiye dek. Yazıları ve konuşmaları da pervasızdır, çatmadığı kişi ve kuruluş yok gibidir. “Bu topraklar…” diye söze başlar ve bu topraklara ait olmayan, onun ruhunu taşımayan, ona zarar veren kim olursa olsun acımaz, taşlar. İşte bu bağımsız duruşundan ötürü Nihat Genç öz be öz “bu toprakların yazarı”dır ve ben bu yazarı çok sevdim. Özellikle “Edebiyat Dersleri” ve “Karanlığa Okunan Ezanlar” tekrar tekrar okuduğum, hangi satırların altını çizmişim, nerelere not düşmüşüm diye göz gezdirdiğim kitaplardır. Böyle olunca Genç’in ilk romanını okumayı da merakla bekledim ve romanı büyük beklentilerle okudum. Ancak sonuç = tam bir hüsran.

Kitap, son yıllarda zenginleştikçe kudurganlaşan; yükseldikçe yasa, ahlak, erdem tanımayan, “Şefaat ya Resulullah”ı Evliya Çelebi misali şaşırıp “İnşaat ya Resulullah”a döndürmüş son model İslamcıların namuslu bir adamı nasıl delirttiklerini anlatıyor.

Açılış, bildik Nihat Genç tasvirleriyle başlıyor. Karadeniz bölgesinde bir sel felaketi ve onu takip eden heyelan, çok etkileyici satırlarla aktarılıyor. Okuyucuyu kayan toprağın, çamurun, dağılan cesetlerin arasına savuruyor. Ne var ki, ilerleyen sayfalarda roman karmakarışık bir hal alıyor. Ana karakter Erol, ne zaman çay ocağı işletir oldu, ne ara o İslamcı gruplara karıştı, Erol’un yüzü gözü, -Karadenizli olması dışında- kişiliği belirsiz.

Hele diğer karakterler… Romana öylesine yapıştırılmış, yamanmış gibi duruyor ki. Hepsi Genç’in öfkeli fikirlerini bağırması için birer araç; örneğin Aysun, yazarın dişi gölgesi. Karakterler yazara ağır zincirlerle bağlı, onun ağzından konuşup onun izin verdiği ölçüde kımıldanabiliyorlar. Dolayısıyla hiçbir derinlikleri kalmamış, eylemleri ve söylemleri slogan düzeyinde kalmış. Yani ben roman okur gibi değil, Genç’in söyleşi programını izler gibi hissettim. Oysa oradaki cemaatin baş adamlarının bile kendine özgü tarafları olmalıydı. Genç, hepsini aynı kefeye doldurmuş, iradelerini tek bir şeyhin, gücün, topluluğun emrine vermişler diye hepsini aynı sığlıkta yüzdürmüş. Bu, bilinçli bir tercih diye düşünüyorum. Fakat en azından Bahri abi karakteri üzerinde daha fazla çalışılabilirdi. Karakterlere ilişkin tek olumlu not, Suriyeli kadın Dua’nın güzelliğinin kartal metaforu üzerinden betimlenmesiydi. Dua’nın geçtiği bölümleri imrenerek okudum. Onun haricinde kurgu da sarsak, kitabın sonu havada kalmış.

Nihat Genç gibi güçlü bir yazarın bu kitabı neden toparlayamadığının iki nedeni olabilir:
1. Yazar, alıştığı deneme üslubuyla roman yazmaya çalışmış, ancak kotaramamış. Bunca yıl deneme ve kısa öykü tadında yazılar yazdıktan sonra romana sıçrayışında tutunamamış, yere kapaklanmış.
2. Kitap aceleye getirilmiş. Sanki yazar, “dönemin ruhunu sıcağı sıcağına yazayım, öfkelendiklerime öfkemi haykırayım, benimle aynı düşünenlerin hislerine bir an önce tercüman olayım” niyetiyle kaleme sarılmış, ama kitap tam pişmeden ocaktan alınmış yemek gibi servis edilmiş.

Kuşkusuz her kitap gibi, bu kitapla ilgili de okurların çeşitli olumlu-olumsuz yorumları var. Ancak haksızlık yapılan noktalar düzeltilmeli:
1. “İnanan insanlara hakaret ediliyor.” Asla! İnananlara değil, tüm benliğini, aklını, ruhunu, yaşama coşkusunu silikleştirip iktidara oynayan bir güruha teslim edenlere verip veriştiriliyor. Kaldı ki, Müslümanlıkla ilgili Nihat Genç’in göz yaşartan konuşmaları ve yazıları çok.
2. Şu yoruma çok gülmüştüm: “İğrenç küfürler ve tasvirlerle dolu olan bu kitap b.k kokuyor.” Evet, Nihat Genç yeri geldi mi küfürden sakınmayan, kalemini b.ka batıran bir yazar. O tasvirler, yazarlığına halel getirmez, delil oluşturur ancak. Herkes hoşlanmayabilir kitaptaki tuvalet tasvirlerinden; ama ben sağlam bir okurun okuduklarından çıtkırıldım bir edayla irkilmesinden, hemen kendisini geri çekmesinden yana değilim. Bir yazar, yaşamın içinde tiksindirici, grotesk, insanlık onuruna aykırı ne varsa, yazması gerekiyorsa edebiyat estetiğine yaraşır biçimde yazmalıdır. Bir mezarlığın yanından geçerken ıslık çalıp, şarkı mırıldanıp veya Fatiha okuyup korku bastırılınca o mezarlık buhar olup uçmuyorsa, yazarın bir gerçeği yok sayması da o gerçeği yok etmiyor. Yazar, okurun burnunu b.k çukuruna sokabiliyorsa, evet, o sıkı bir yazardır.

Kısacası, bu kitabın Nihat Genç’in yazarlık kudretini hakkıyla yansıtamadığını düşünüyorum. Başka romanlar yazar da durum değişir mi, bekleyip göreceğiz. Ama şimdilik şu kadarını söyleyeyim, Nihat Genç’i ilk kez okuyacaklar için iyi bir başlangıç değil.

Veronika Ölmek İstiyor (Paulo Coelho)
Bu kitap benim için hüsran bile sayılamaz, çünkü hiçbir beklentiyle elime almadım. Coelho okumaya dahi niyetim yoktu, ta ki öğrencim bana bu kitabı hediye edesiye kadar. Çok satan yazarlara mesafeliyimdir. Zamanın dalgaları kitabın değerini ve kalıcılığını aşındırır mı aşındırmaz mı, onu görmek için beklerim biraz. Zaten zaman fukarasıyım; bir romanı sırf kalabalıklar okudu diye bir dünya ya da Türk klasiğine ayıracağım vakti ona vakfedemem. O nedenle “Simyacı”yı bile okumamışken bu kitap sürpriz yumurtadan çıktı. Ve tahmin ettiğim üzere bende hiçbir iz bırakmamayı başardı! Şuna hep inanırım: Her okur, her kitabın talibi değildir. Ben de bu kitabın talibi değilim. Altı çizilesi, yarına kalası tek bir cümlesi olmalıydı benim için. Bu kitabı okuduktan sonraki ben, okumadan önceki ben’den bir damla farklılaşmalıydı. Derinlikli bir bakış, bir içgörü, göz alıcı bir betimleme?... Yok. Ama “Bunlar beni ırgalamaz. Ben şezlonguma uzanır, denizin ve güneşin tadını çıkarır, içeceğimi yudumlarken elim boşta kalmasın” diyenler için okunabilir bir kitap. Yoğun değil, akıcı. Çevirisi temiz; çekap, trubadur gibi kulak tırmalayan bir-iki sözcük dışında.

Kitap, Balkanların parçalanma sürecindeki Slovenya’da intihar girişiminde bulunup ölümün sınırına yaklaşmışken kurtarılan ve akıl hastanesine yatırılan Veronica’nın öyküsünü anlatıyor. İyi koşullarda yetişmiş, dilediği erkekle gezmiş tozmuş güzel bir genç kadın, akıl hastanesinde kendisi gibi insanlarla karşılaşır ve orada yeni farkındalıklar geliştirir. Kitabın iletmek istediklerinden biri şu: Kasmayın kardeşim! Ölümlü dünyada kendiniz olun. Deli diye adlandırılanlar, kimseye aldırmadan kendi hayatını yaşayanlardır.

Karakterlerin hepsi çevresine ayak uyduruyor görünürken köşeye sıkışmış ve çıldırıp soluğu tımarhanede almışlar. Hepsinin maddi durumu iyi, hepsi kariyer sahibi, dışarıdan bakıldığında rahat yaşayan insanlar. Ama rahat batmış (!) demek ki. Hepsi hayatını sorguluyor, ancak sorgulamaları ve çıldırmaları yüzeysel kalmış. Yani gerçekten “rahat batmış” yanılgısına sürükleyebilir okuru. Bir insanın çıldırması, dile kolay, daha karanlık anlatılabilirdi. Sayıklamalar, kâbuslar, ne bileyim, terlemeler, vb. daha yoğun katılmalıydı ki, karakterler “Bu hayat çok sıkıcı. Dur bir tımarhaneye gidip geleyim” diye düşünmüş hissi yaratılmamalıydı. Dolayısıyla karakterlerin hiçbiri başlı başına ayrıksı değil, hepsi birbirine benzemiş çıkmış. Farklı olan bir Dr. İgor var, o da doktor olduğu için. Zedka karakterinin niye romana girip çıktığını da anlamadım. Bir de ara sıra Balkanların parçalanışından bahsedilmesinin olay örgüsüne kattığı hiçbir şey yok. O halde niye o yıllardan dem vuruluyor, manzara olsun diye mi?

Kitabın sonu da şaşırtmıyor insanı. Onca sayfayı esneyerek çevirdikten sonra bari finalde esaslı bir şamar yiyeyim de Coelho’yla dalga geçtiğime geçeceğime pişman olayım dedim, ancak nafile. Kitabın kapağı nasıl sıkıcı bir griye boyandıysa, kitap da benim için hastanede sıra beklemek kadar sıkıcı oldu. Neyse, en azından Coelho okumadık demeyiz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder