Bana göre ise satranç sessiz bir meydan muharebesi gibidir. Yalnızca oyuncunun beyninden komuta edilen bir takım ruhunu gerektirir. Hiçbir taş başına buyruk hareket edemez; bedeli ağır olabilir! Aşağıda muharebeye hazır biçimde konuşlanmış iki takımdan kareler görüyorsunuz. Dimdik duruşlarında fırtına öncesi sessizlik ve gerginlik var.
Bilmeyenler için rehberlik hizmeti: Üstteki fotoğrafta soldan sağa doğru ilerlersek en sol köşedeki kale, yanındaki at, sağındaki fil, onun yanındaki vezir (şahtan sonra en kıymetli taş), gürül gürül sakalıyla kasılan şah ve yine sırasıyla fil, at ve kale olarak ilk sıra tamamlanıyor. İkinci sıradakiler erler ya da (sevmediğim adıyla) piyonlar.
İki er çıktı meydane, ikisi de birbirinden merdane:
Rivayet odur ki satrancı bulan bilge kişi bu oyunu ülkesinin hükümdarına öğrettiğinde hükümdar oyundan o denli mutlu olmuş ki bilgeyi ödüllendirmek için masalların malum cümlesini söylemiş: "Dile benden ne dilersen!" Bilgenin hükümdardan istediği, satranç tahtasının her karesine bir önceki karedekinin iki katı buğday tanesi koyulmasıymış. Hükümdar, bu isteği gülümseyerek karşılamış; ne varmış ki o karelere buğday yerleştirmeye. 1. kareden başlayarak 1 buğday, 2.sinde 2 buğday, 3.sünde 4 buğday, 4.sünde 8 buğday, 5.sinde 16 buğday, 6.da 32, 7.de 64, 8.'de 128 derken ilk sıra tamamlanmış. Gelgelelim sonraki karelerde rakam büyüdükçe büyümüş, iş zorlaştıkça zorlaşmış. Zira satranç tahtasında toplam 64 kare olduğundan her kareye bir öncekinin iki katı buğday tanesi koymaya ülkenin buğday stoklarının yetmeyeceği görülmüş. Bu kıssadan hükümdar nasıl bir hisse çıkarmıştır bilemiyoruz. Ama bilgenin hükümdarı fena halde mat ettiği aşikar!
Söylenceden konu açılmışken yukarıda fotoğraflarını paylaştığım satranç takımı lületaşından yapılmıştır ve onun efsanesini de paylaşmamak olmaz: Çobanın biri koyunlarını otlamaya bırakmış dinlenirken yanında ansızın akça pakça, ahu gibi bir kız belirivermiş. Genç adam vurulmuş kıza, tam elini uzatıp dokunacakken kız toprağın altına girip kaybolmuş. Çoban, kıza ulaşma umuduyla toprağı hırsla deşmiş, deşmiş, deşmiş. Deştikçe kızın beyazlığında taşlar çıkmış yerden. Çobanın gözü taş mı görür kara sevdadan; günlerce toprak altında aramış kızı fakat bulamamış ve kıza kavuşamadan yerin metrelerce derinliğinde hayatını kaybetmiş. İşte o sevdalı çobanın çıkarttıkları, bugün lületaşı dediğimiz o bembeyaz taşlarmış.
Lületaşı satranç taşlarının tasarımında zanaatkarların hayal gücü ve ustalığı devreye giriyor. Kimi basit, plastik satranç takımları öyle çirkin ve ruhsuz yapılıyor ki, onlarla insanın hiç oynayası gelmiyor. Ama lületaşının asaleti ve ruhu var. Şahın sakalından atın yelelerine, vezirin başlığından filin hortumuna dek tüm göz alıcı ayrıntılar taşa nakışlanıyor.
Lületaşı Türkiye'de yalnızca Eskişehir'de çıkartılıyor, bunu biliyor muydunuz? Yerin metrelerce altındaki yataklardan elde edilen bu taşa "beyaz altın" ya da "deniz köpüğü" de deniyor. Lületaşı ustalarını bu taşı işlerken birkaç kez izlemişliğim vardır; özel bıçaklarıyla sanki bembeyaz bir soğan ya da turp soyar gibi taşı hamlığından sıyırıp ince ince dokurlar, donatırlar, oyarlar. Hızlı çalıştıkları için dışarıdan çok kolay gibi görünse de hata kaldırmayan bir zanaattır lületaşı işlemeciliği. Bu zanaatin yelpazesinde sadece satranç taşları değil, akla gelebilecek her nevi süs eşyası, biblo, takı, pipo gibi eserler bulunur. Mesela şu da benim çok sevdiğim baykuşum. Mağrur duruşuna, asabi bakışlarına, çizgi çizgi işlenmiş tiril tiril tüylerinin ve pençelerinin inceliğine hayranım. Onu görür görmez çarpılmam bundandır. Biraz sert tabiatlı olduğundan çalışma masamda bana habire disiplin telkin ediyor.
Gümüşün hafif kararmışı gibi lületaşının da hafif sararmışı makbuldür. Dolayısıyla karbeyaz ürünlere temkinli yaklaşmamız gerektiğini söyler ustalar; çünkü piyasada lületaşı diye yutturulan alçıdan yapılma ürünler varmış. O nedenle Eskişehir'e gelindiğinde lületaşı satın almak için Odunpazarı'ndaki Atlıhan Çarşısı'na uğramak en sağlamı. Belki ustası onu işlerken canlı canlı görme şansı da doğar.
İki er çıktı meydane, ikisi de birbirinden merdane:
Rivayet odur ki satrancı bulan bilge kişi bu oyunu ülkesinin hükümdarına öğrettiğinde hükümdar oyundan o denli mutlu olmuş ki bilgeyi ödüllendirmek için masalların malum cümlesini söylemiş: "Dile benden ne dilersen!" Bilgenin hükümdardan istediği, satranç tahtasının her karesine bir önceki karedekinin iki katı buğday tanesi koyulmasıymış. Hükümdar, bu isteği gülümseyerek karşılamış; ne varmış ki o karelere buğday yerleştirmeye. 1. kareden başlayarak 1 buğday, 2.sinde 2 buğday, 3.sünde 4 buğday, 4.sünde 8 buğday, 5.sinde 16 buğday, 6.da 32, 7.de 64, 8.'de 128 derken ilk sıra tamamlanmış. Gelgelelim sonraki karelerde rakam büyüdükçe büyümüş, iş zorlaştıkça zorlaşmış. Zira satranç tahtasında toplam 64 kare olduğundan her kareye bir öncekinin iki katı buğday tanesi koymaya ülkenin buğday stoklarının yetmeyeceği görülmüş. Bu kıssadan hükümdar nasıl bir hisse çıkarmıştır bilemiyoruz. Ama bilgenin hükümdarı fena halde mat ettiği aşikar!
Söylenceden konu açılmışken yukarıda fotoğraflarını paylaştığım satranç takımı lületaşından yapılmıştır ve onun efsanesini de paylaşmamak olmaz: Çobanın biri koyunlarını otlamaya bırakmış dinlenirken yanında ansızın akça pakça, ahu gibi bir kız belirivermiş. Genç adam vurulmuş kıza, tam elini uzatıp dokunacakken kız toprağın altına girip kaybolmuş. Çoban, kıza ulaşma umuduyla toprağı hırsla deşmiş, deşmiş, deşmiş. Deştikçe kızın beyazlığında taşlar çıkmış yerden. Çobanın gözü taş mı görür kara sevdadan; günlerce toprak altında aramış kızı fakat bulamamış ve kıza kavuşamadan yerin metrelerce derinliğinde hayatını kaybetmiş. İşte o sevdalı çobanın çıkarttıkları, bugün lületaşı dediğimiz o bembeyaz taşlarmış.
Lületaşı satranç taşlarının tasarımında zanaatkarların hayal gücü ve ustalığı devreye giriyor. Kimi basit, plastik satranç takımları öyle çirkin ve ruhsuz yapılıyor ki, onlarla insanın hiç oynayası gelmiyor. Ama lületaşının asaleti ve ruhu var. Şahın sakalından atın yelelerine, vezirin başlığından filin hortumuna dek tüm göz alıcı ayrıntılar taşa nakışlanıyor.
Lületaşı Türkiye'de yalnızca Eskişehir'de çıkartılıyor, bunu biliyor muydunuz? Yerin metrelerce altındaki yataklardan elde edilen bu taşa "beyaz altın" ya da "deniz köpüğü" de deniyor. Lületaşı ustalarını bu taşı işlerken birkaç kez izlemişliğim vardır; özel bıçaklarıyla sanki bembeyaz bir soğan ya da turp soyar gibi taşı hamlığından sıyırıp ince ince dokurlar, donatırlar, oyarlar. Hızlı çalıştıkları için dışarıdan çok kolay gibi görünse de hata kaldırmayan bir zanaattır lületaşı işlemeciliği. Bu zanaatin yelpazesinde sadece satranç taşları değil, akla gelebilecek her nevi süs eşyası, biblo, takı, pipo gibi eserler bulunur. Mesela şu da benim çok sevdiğim baykuşum. Mağrur duruşuna, asabi bakışlarına, çizgi çizgi işlenmiş tiril tiril tüylerinin ve pençelerinin inceliğine hayranım. Onu görür görmez çarpılmam bundandır. Biraz sert tabiatlı olduğundan çalışma masamda bana habire disiplin telkin ediyor.
Gümüşün hafif kararmışı gibi lületaşının da hafif sararmışı makbuldür. Dolayısıyla karbeyaz ürünlere temkinli yaklaşmamız gerektiğini söyler ustalar; çünkü piyasada lületaşı diye yutturulan alçıdan yapılma ürünler varmış. O nedenle Eskişehir'e gelindiğinde lületaşı satın almak için Odunpazarı'ndaki Atlıhan Çarşısı'na uğramak en sağlamı. Belki ustası onu işlerken canlı canlı görme şansı da doğar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder