29 Şubat 2016 Pazartesi

Mart gelmeden!


Hafiften gün batmaya,
Gözlerime uyku inmeye başladıysa,
İki ayaklı canlı türünden dürten eden de yoksa,
O zaman belediye bu bankı şekerleme için bana tahsis etmiş demektir.
Bana ilişmeyin dostlarım. Zaten dört yılda bir geliyor 29 şubat; onun keyfini de kırk yılda bir boş bulduğum şu tahtta çıkarayım.

27 Şubat 2016 Cumartesi

Rakı masasında Shakespeare

Yaşadığımız karanlık günlerin adeta tablosunu görebileceğiniz Shakespeare yapıtlarından biridir 66. sone. Aşağıda İngilizcesi ve Talât Halman'ın çevirisinden Türkçesini okuyabilirsiniz.
Talat Halman






Gelin görün ki, 66. soneyi Türkiye'de tanınır kılan ve diğer sonelerin pabucunu dama attıran çeviri bu değil. Can Yücel'in çevirisidir o. Şu ses kaydında Can Yücel'in çevirisi olan bu eser var Kenan Işık'ın yorumuyla




Üniversitede okurken aldığımız çeviri dersinde hocamızın sıkça tekrarladığı bir söz vardı: "Çeviri kadın gibidir; güzeli sadık olmaz, sadık olanı güzel olmaz". Bu sözün yalnızca sadakat ve güzellik boyutuna itiraz eden kız öğrenciler olarak hemen bağırışırdık da, hocamızın anlatmak istediği tam böyle bir şeydi işte! Ben de pek çok insan gibi soneye kelimesi kelimesine sadık kalmamış Can Yücel'in yorumunu daha çok sevdim. Ama tehlikeli sularda yüzdüğünü de biliyorum çevirinin; çünkü bazı ifadeler Shakespeare'den çıkıp Can Yücel ağzına dönüşmüş. Bu durum Can Yücel söz konusu olduğunda beni elbette şaşırtmadı. Nihayetinde "to be or not to be"yi bile "Bir ihtimal daha var / O da ölmek mi dersin" diye yorumlayan adamdır o. Şiirin kendisinin de, çevirisinin de beğenisi çok kişisel, hatta bazen mahremiyet barındıran bir olgu olduğu için nesnel çeviribilim tartışmalarını bir kenara bırakıyor ve özünü çarpıtmadıkça çevirmenin şiiri yeniden yaratmasında bir mahzur görmüyorum. 

Şiirin yukarıdaki kayıtta söylenişine gelirsem, Kenan Işık'ın sesi 66. soneye gerçekten yakışmış. Hatta videonun başka kopyalarında Shakespeare'in adı bile geçmiyor; "Kenan Işık-66. sone" diye başlık atmışlar. Sanki şiiri Kenan Işık yazmış gibi! Gelgelelim müziği fazla buldum. Bu sonenin üstüne bol kepçe dramatik sos boca edilmesi gerekli miydi? Bana kalsa yalnızca Kenan Işık'ın seslendirmesi soneyi doldurmaya yeter; fakat zihinler müziği şiire katık etmeye öyle alışmış ki, hadi andante, adagio veya largo bir keman konçertosu konulabilir diyelim. Ya da bir piyano sonatı. Usulca akan bir gitar belki. Ama fazlası olmamalı. Acıklı müzik, şiire doğru yaklaşmamızı engelliyor ve duyarlılığımızı köreltiyor. Müziğin dramına kendimizi kaptırıp şairin dizelerdeki ritmini yakalayamıyoruz. Şiirin bizi yontan, hamlığımızı incelten iç estetiğinden kopuyoruz ve sanıyoruz ki şiir bize gözyaşı döktürmezse, durduk yere yaralarımızı kanatmazsa iyi şiir değildir. 

Bu kayıttaki dizi müziği tadında melodiye maruz kaldıktan sonra imgelemimde oluşan Shakespeare, 66. soneyi yazarken rakı masasına oturup "Oooof, off!... Hay ben bu dünyanın gelmişine geçmişine!..." demiştir. Başka kurtuluşu yok!...

NOT: Hazır Can Yücel'den söz açmışken onun Shakespeare'i yâd ettiği iki küçük şiirini paslamadan duramam. Tıpkı 66. sone gibi güncel, eyvahlar olsun, güncel... 

Shakespeare Üzre
Türkiye'nin Manimarkası'nda birşeyler kokuyor
Kimine göre tuz, kimine göre et,
Hamlet!
Hamleeeeet!

Türkiye'de Shakespeare 
Hamlet'in tiradı başlamadan bitti:
Bundan böyle to be or not to be
Not to be or not to be...

25 Şubat 2016 Perşembe

Adnan Yücel ile 1 dakika

YERYÜZÜ AŞKIN YÜZÜ OLUNCAYA DEK
Aşksız ve paramparçaydı yaşam 
bir inancın yüceliğinde buldum seni 
bir kavganın güzelliğinde sevdim. 
bitmedi daha sürüyor o kavga 
ve sürecek 
yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!

Aşk demişti yaşamın bütün ustaları 
aşk ile sevmek bir güzelliği 
ve dövüşebilmek o güzellik uğruna. 
işte yüzünde badem çiçekleri 
saçlarında gülen toprak ve ilkbahar. 
sen misin seni sevdiğim o kavga, 
sen o kavganın güzelliği misin yoksa...

Bir inancın yüceliğinde buldum seni 
bir kavganın güzelliğinde sevdim. 
bin kez budadılar körpe dallarımızı 
bin kez kırdılar. 
yine çiçekteyiz işte yine meyvedeyiz 
bin kez korkuya boğdular zamanı 
bin kez ölümlediler 
yine doğumdayız işte, yine sevinçteyiz. 
bitmedi daha sürüyor o kavga 
ve sürecek 
yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!

Geçtiğimiz o ilk nehirlerden beri 
suyun ayakları olmuştur ayaklarımız 
ellerimiz, taşın ve toprağın elleri. 
yağmura susamış sabahlarda çoğalırdık 
törenlerle dikilirdik burçlarınıza. 
türküler söylerdik hep aynı telden 
aynı sesten, aynı yürekten 
dağlara biz verirdik morluğunu, 
henüz böyle yağmalanmamıştı gençliğimiz...

Ne gün batışı ölümlerin üzüncüne 
ne tan atışı doğumların sevincine 
ey bir elinde mezarcılar yaratan, 
bir elinde ebeler koşturan doğa 
bu seslenişimiz yalnızca sana 
yaşamasına yaşıyoruz ya güzelliğini 
bitmedi daha sürüyor o kavga 
ve sürecek 
yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!

Saraylar saltanatlar çöker 
kan susar birgün 
zulüm biter. 
menekşeler de açılır üstümüzde 
leylaklar da güler. 
bugünlerden geriye, 
bir yarına gidenler kalır 
bir de yarınlar için direnenler...

Şiirler doğacak kıvamda yine 
duygular yeniden yağacak kıvamda. 
ve yürek, 
imgelerin en ulaşılmaz doruğunda. 
ey her şey bitti diyenler 
korkunun sofrasında yılgınlık yiyenler. 
ne kırlarda direnen çiçekler 
ne kentlerde devleşen öfkeler 
henüz elveda demediler. 
bitmedi daha sürüyor o kavga 
ve sürecek 
yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!

21 Şubat 2016 Pazar

Cenazeler ve Ayışığı Sonatı

İlk söz: "Muhterem milletime şunu tavsiye ederim ki, sinesinde yetiştirerek başının üstüne kadar çıkaracağı adamların kanındaki, vicdanındaki cevher-i asliyi çok iyi tahlil etmek dikkatinden bir an feragat etmesin."
Mustafa Kemal Atatürk

Birkaç gün önce Eskişehir'den bir şehit cenazesi daha kalktı. Adının ne olduğunun önemi yok. Artık o da toprağın altında yatan bedeniyle toprak üstünü bizlere vatan kılan bir Mehmet oğlu Mehmet'tir. Sâlâsı okunurken sokak köpekleri uzun uzun uludu. Hep merak etmişimdir; ezan ve sâlâ sırasında köpekler neden böyle tepki verir? Sokaklarda yankılanan güçlü sese bir tepki midir bu sadece, yoksa kendi dillerinde bir haykırış, hatta bir zikir midir? Hangi hal üzere olurlarsa olsunlar, köpeklerden öğreneceğimiz var.

Köpekler ses çıkarırken biz insanlar, yaratılmışların en şereflisi, "Ayışığı Sonatı" kıvamındaki hayatlarımıza devam ediyoruz. Beethoven'ın bu yapıtı bana hep bir çıkışsızlık, bir ileri bir geri gidiş, haykıracakken susuş, sıçrayacakken geri çekiliş ve vazgeçişi anımsatır. Piyanonun çalışı monoton değildir; ama durgun ve biraz da bezgindir sanki. Dünyanın dönüşüne kendini bütünüyle teslim etmiş ve hayatında hiçbir şahlanışa ve nidaya yer vermeyenlerin yorgun ayak sesleri ve soluk alıp verişlerini duyarım onda.

Haberleri izledikçe ve dinledikçe çoğumuz üzülüyoruz, belki biraz söyleniyoruz, sonra?... "Ateş düştüğü yeri yakar" sözünün şu zamanlarda "Her koyun kendi bacağından asılır"dan farkı kalmadı. Üçüncü şahıslardan bizim ellere gelesiye kadar ateş, uzaklarda yanıp sönen bir turuncu toptan ibaret! Bir de cenaze namazlarında cemaatin şehide haklarını helal edip etmediğini sormazlar mı imamlar! Haklarınızı helal ediniz × 3 = Allah kabul etsin! Acaba o bize helal ediyor mu hakkını? Yarın Hakkın divanında o şehit bizden davacı olsa, yüzümüze tükürse haklı! Tedbirsizlikleriyle ve cüce politikalarıyla beni ölüme sürenleri alkışladınız, alkışlamasanız bile onlara hiç sesinizi yükseltmediniz, derse? Ayrıca sessiz cenazeden helallik istemek kolay; geride bıraktıklarından helallik isteyelim, bakalım verecekler mi gönül rahatlığıyla?

"Yurtta barış, dünyada barış" istikametini çizmiş dehanın tam bağımsızlıkçı dış politika anlayışını üç kuruşluk akıllarıyla "edilgenlik" sanıp elinin tersiyle itenleri ve onların tüm "stratejik derinlik"leri, "sıfır sorun"ları, "değerli yalnızlık"ları, "büyük ortadoğu projeleri", çapları, yarıçapları ve bilcümle çapsızlıklarını bir füzeye doldurup bizden çok uzaklara, uzay boşluğuna gönderebilsek diyorum. Ardından bunlar o derin boşlukta bir süre salındıktan sonra siftinip bir yere yapışırlar, oradaki yaşam formlarının bile yaşamını cehenneme çevirirler diye vazgeçiyorum. Zaten bu sıralar sayıklayıp duran kendi iç seslerimden de nefret ediyorum.

Bugünlerde, Dante'nin cehennemini yaşatan günlerde, Atatürk'ten sonra duymak istediğim iki ses var yalnızca: Birincisi Uğur Mumcu'nun sesi. İğneyle kuyu kazarak terör örgütlerinin girdisini çıktısını raporlaştıran, gerçek anlamda gazeteci olan (köşemen değil!) Mumcu tam da "Kürt Dosyası" kitabının can alıcı yerini yazarken öldürülmüştü. Ne tesadüf değil mi?! Aslında tesadüf bizler için var, Ahmet Kaya'nın şarkısındaki "bugün de ölmedim anne" sözleri gibi gündelik rahatlayışını koltuğunun altına sıkıştırıp yola devam edenler için geçerli tesadüfler. Oysa terör örgütleri için tesadüf yok, tüm vampirlikleri hesap kitap meselesi. İşte Uğur Mumcu da bu hesap kitapların dökümünü yapan adamdı. O gitti, defter kapandı.

İkinci ses, Mehmet Akif. Şarkın miskinliğine, İslam coğrafyasının aymazlığına "behey sersem" diyerek heybetli mısralar püskürten vicdan şairimizi ne zaman İstiklal Marşı şairliğine hapsettik, o zaman kaybettik. Yetiştirdiğimiz çocuklar İstiklal Marşı'nın kıtalarını ezberliyor; ancak Mehmet Akif'in ahlakından, buhranlarından, feryadından, öfkesini sivrilten vicdanından mahrum. Yürekten inanıyorum ki, yaşasaydı camilerden çıkanların tek tek yakasına yapışıp onların Müslümanlıklarından hesap sorardı.

Vicdan şairimizin deyişiyle 
"Şark’a bakmaz, Garb’ı bilmez, görgüden yok vayesi,
Bir kızarmaz yüz, yaşarmaz göz bütün sermayesi” 


olan adamlardan daha çekeceğimiz, daha öleceğimiz var. İnanmayan, yazının başına dönsün ve oradaki sözün üzerine bir kez daha kafa yorsun. Hâlâ inanmamakta, "yollar yapıldı, her şehre üniversite açıldı, ticaret canlandı, bize buralar dolce vita" demekte ısrar edenler uzatmasın, aşağıya baksın.

Son söz: "Allah aklını kullanmayanları murdar kılar." (Yunus sûresi, 100. ayet)

14 Şubat 2016 Pazar

Sıvı sabundan fışkıran hayat dersleri

Yahu bu nedir Allah aşkına?

İlk okuduğumda bizim "Türk tipi başkan" gibi kükreyesim geldi: "Eyyyy Protex!... El yıkamayı senden öğrenecek değiliz!..." Bir de tuvalet kâğıdı üretseydiniz, nice olurdu halimiz! Sonra her zamanki metanetimi takınarak kendimi onların yerine koydum ve vardır bir bildikleri dedim. Çünkü adamlar bunu adım adım yazmaya üşenmediyse gıcık bir tüketici davranışıyla karşılaşmamak için tedbiri elden bırakmayalım diye düşünmüşlerdir. Manyak mı yok? Örneğin bu marka, bakterilerin %99,9'unu yok ettiğini iddia ediyor. "Ben elimi yıkadım, ardından mikroskopla inceledim, elimde hâlâ %97 oranında bakteri kaldı. Yalancılar!" diyebilecek tıynette müşteri profiline karşı "Kardeşim sen 4 ADIMDA DOĞRU EL TEMİZLİĞİ'ni harfiyen uyguladın mı?" diyerek hücuma kalkabilirler en azından. Çok mu abartılı buldunuz? O halde size Amerika'dan yaşanmış örnek: Adam elinden sigarayı düşürmüyor. Sonra akciğer kanseri olunca sigara şirketine dava açıyor sizin yüzünüzden kanser oldum diye. İşin daha ilginç yanı, tüketici davayı kazanıyor. O nedenle, tüketim nesnelerine yukarıdaki gibi komik talimatlar konuyor. Özellikle ilaç firmaları, boşuna mı padişah fermanı gibi prospektüsler hazırlıyor! Basur kremini kullanana bile gözünde çıban çıkma ihtimalini hatırlatacaklar neredeyse. Bir harf hatasına kurban giderek adamın kremi neresine süreceği belli mi olur! Baştan uyarsınlar da... 

Aç-bitir gıdalarda ve içeceklerde böyle talimatlar yok. Olsaydı eğlenceli olurdu ama. Mesela hazır dondurmada. Biraz da alaturka bir söyleyişle yazılsaydı tadından yenmezdi:
1) Dondurmanızı kılıfından ihtimamla sıyırınız.
2) Evvela dilinizin ucuna usul usul tatbik ediniz.
3) Lezzetinden emin olduğunuz lahzada ağzınızın da vasıtasıyla dilinizin bütünüyle dondurmanızı kavrayınız. (yalayınız kaba olur burada)
4) Dilinizde bir müddet muhafaza ettiğiniz lokmayı eritiniz ve midenize gönderiniz. 
5) Boğaz hassasiyetine mahal vermemek içün dikkatli istihlak ediniz.

İnsanın da kullanma kılavuzu çıkarılır mı acaba? DNA şifreleri epey gelecek vaat ediyor; fakat şimdilik net bir kullanma talimatı yok elimizde. Burçlarla idare edeceğiz bir süre. Onlar da çoğumuzu kandırmaya yetiyor. Örneğin benim burcum Yay. Ne derler Yay için? Maceraperesttir. Evet ya, sahiden ne kadar maceraperestim bir bilseniz. Birkaç yıl önce Antalya'da rafting yapmıştım. Dahası, rafting yaparken ikide bir soğuk suya atmıştım kendimi. Bakın ne kadar maceraperestim! Gerçi rafting botunun kaptanı kürekle kafama vurup böğrümü dürtmüştü beni düşürmek için, ama olsun. Ayak uydurana bakın siz. Sonra Yaylar gezmeye meraklıdır, açık sözlüdür, zekidir, özgürlükçüdür... Gördünüz mü, Yayların topluca röntgeni çekildi. Olumlu özellik olarak aklınıza ne geliyorsa, Yaylara yontun. Gerisini de diğer burçlara serpiştirin. İnsanlığın şifresi çözüldü gitti! Astrologlar -affedersiniz- g.tlerinin sıkıştığı yerde zaten "yükselen burçlar"ı devreye sokuyor. İnsanların kullanma kılavuzu bu kadar basit işte! Sıvı sabun kullanımından bile basit! Aslanların sırtını sıvazlayın, Oğlakların kredi kartını kullanacaksanız 12 takside böldürün, Akreplerin üzerine fazla varmayın, Terazilerin dengesiyle oynamayın, mızmız Balıkları ağlatmayın, yeter.

10 Şubat 2016 Çarşamba

Şubatın kaçıydı bugün?!

Karikatürdeki adamın pişkin cevabı üzerinden gidelim. Kapitalizm karşıtlığı, tüketim ekonomisi, tüketici davranışları, arz-talep üzerine bir tartışmaya 14 şubatta hediye bekleyen herkesin karnı tok sanırım. Ben yalnızca, hediye almayışını hiçbir kılıfın altına gizlemediği için bu karikatürdeki adamın sevimli olduğunu buraya not düşüyorum! (Ha bu arada, "Önemli gün ve haftalar" kategorisine çoktan sokuşturulmuş olan Sevgililer Günü'nde her reklam panosuna, el ilanına güzel ismimi karıştırıyorlar ya; biraz buna da bozuluyorum.) 

Ankara'nın Sakarya Caddesi'nden geçmiş olanlar bilirler oradaki çiçekçileri. Sevgililer Günü'nde o caddede Ramazan pidesi kuyruğu gibi kuyruklar oluşur. Üniformalısından siviline, gencinden yaşlısına pek çok erkek çiçek alma sırasının bir an önce kendisine gelmesini bekler. Bir 14 Şubat'ta akşamüstü oraya yolum düştüğünde kuyrukta bekleyen erkeklerin çoğunun bezginliğini, hafiften karizmayı çizdirmiş olmanın bunaltısını, biraz da mesai bitimi yorgunluğunu yüzlerinde rahatlıkla gördüm diyebilirim. Yine aynı gün üniversiteden bir erkek arkadaşla sohbet ederken bana söylediği bir cümleyi unutamam: "Nişanlıma bugün çiçek götürmezsem burnumdan getirir!" O gün o arkadaşa ve kuyruktaki beyefendilere acımıştım gerçekten, şimdi de acıyorum ve zannediyorum yıllar sonra yine acıyacağım. Adamcağızlar onlara muhtemelen uymayan bir kalıba ite kaka kendilerini sığdırmaya çalışıyordu, hem de en sevdiklerinin zoruyla. 

Sevgililer ve eşler sanki çok içlerinden geliyormuş gibi uzun kuyruklara giriyor, çingenelerle bir çiçeğin döne döne pazarlığını yapıyor, yılın diğer günlerinde daha uygun fiyata alabileceği alelade bir pastayı o gün üç-dört katı kazıklanarak paketletiyor, şiire yakın durmadıkları için ancak internetten zevzeklik kopyalayıp yapıştırabiliyor. Ve bunların tümü bana çok gülünç geliyor. 

Bir kediden golden retriever gibi coşkuyla kuyruk sallamasını beklemek ya da bir beygirin kuğu gibi süzülmesini ummak ne denli doğaya aykırıysa birçok erkekten de romantik manevralar beklemek o denli onların doğasına aykırı gibi. İçinden gelmiyorsa adamın, somurtarak elini cebine atmasını beklemek niye? Aşık ile maşuğun arasındaki o paha biçilemez ilişkiye pahası çoktan biçilmiş nesnelerin, reklamların, tanıtımların, el ovuşturan alışveriş merkezlerinin girmesini aşkla bağdaştıramıyorum bir türlü. Hediye, sipariş üzerine nasıl alınır, gerçekten anlayamıyorum. Bazıları bunu öyle bir marifete dönüştürmüşler ki, onlar da beni anlamıyor: Alacak tabii, yapacak tabii... Yapmacık duran, gönülden dökülmeyen, takvime ve fiyat etiketlerine bağlanmış sevgi gösterileri... Ama çoğunluğun bunlardan gocunduğu yok. Hediye alıp vermek, bireyin kişiliğinin bir parçasıysa can baş üstüne, edecek lafı olmaz kimsenin. Onlardan arta kalanları ise "Abdurrahman çelebi"den saymak gerekiyor galiba. Hoş görünmeye çabalayan, çabaladıkça çuvallayan...

Yıllar önce izlediğim Bir Demet Tiyatro'daki Mükremin karakterinin sevgilisi, Mükremin'den ayrılınca Tankut adında uyuz mu uyuz, ekşi suratlı, kılkuyruk bir entelin sevgilisi olmuştu. Adam, entelektüel olamayacak kadar entel: Top sakallı, elinde pipoyla gezen, mahalle sakinlerini ve bazen sevgilisini aşağılayan, karikatürize edilmiş bir karakter. Kız arkadaşına doğum gününde "Felsefenin Başlangıç İlkeleri"ni hediye etmişti. Kız, kenarın dilberi olarak, tahmin edileceği üzere hiçbir şey anlayamamıştı kitaptan. Hediye mi, işte sana hediye! Adam kendi meşrebince ancak bu kadarını yapabiliyor. 

Şu karikatürdeki adamın da hastasıyım, aslını hiç inkar etmiyor:
Çok şükür bu kadar kaba bir insanla muhatap olmadım bugüne kadar; fakat benim yaşadığım durumlar da değişik! Şiire yakınlığımı bu sayfanın müdavimleri biliyor. Sevdiğim, kendimi yakın bulduğum insanlara şiirle sokulurum. Ancak çoğu kez umduğum çapta olmadı karşılığı. Örneğin birine çiçek götürmüştüm, yanına da o çiçekle ilgili bir şiir iliştirmiştim Edip Cansever'den. Şiiri okudu ve donuk bir ses tonuyla "Bu şiirde ne demek istendiğini tam anlayamadım" dedi. (Cam kırılma ses efekti gelsin!) Oysa E. Cansever'in pek çok şiirine kıyasla gayet anlaşılır bir şiirdi o! Ne tatsız bir durum: Gülünmeyen bir fıkrayı açıklar gibi bir de şiir açıkla! Ve buna benzer birkaç vaka daha... Hal böyle olunca ben de artık hoşaftan anlamayanlara sunmuyorum şiir miir. Onlara kızdığımı sanmayın, az önce dediğim gibi, atın kuğuluk taslamasını beklemek, yetmezmiş gibi bunu beceremediği için ata öfkelenmek yersiz. Bir televizyon programında da bir psikolog, doktor arkadaşıyla sohbet ederken aynı dertten muzdaripti. Psikolog, benim erkek versiyonumdu adeta: "Şiir okumayı çok severim; fakat bugüne değin kız arkadaşlarımla şiir paylaştığımda karşılık alamıyorum!..." (Adaletin bu mu dünya?)

Bu müstesna gün (!) münasebetiyle gene hediye konusuna dönersek, kimi arkadaşlarım bana kızıyorlar; erkeklerin pinti tarafını tutuyormuşum, onların işine gelen şekilde düşünüyormuşum gibi geliyor onlara. Oysa kimsenin tarafını tuttuğum yok; insanlar doğal davransın, aşkı para savurmaya indirgemesinler. Ondan ötesi benim için Orhan Veli'nin gamsız dizelerindeki gibi: "El konuşur, sevişirmiş; bana ne?"

Sevdiğine sarılınca ya da onunla gülüşünce insan vücudu oksitosin (bir çeşit mutluluk hormonu) salgılarmış. Zoraki satın alınmış hediyeler yerine, bir kucak oksitosini tercih ederim. Sıra beklemek yok, pazarlık yok, "pamuk eller cebe" yok. Şövalyelik devri kapanalı zaten çok oldu. Dizlerinin üstüne çöküp ilan-ı aşk edenler genelde fotoğraf stüdyolarında fotoğrafçıya poz veren gelin-damatlar ya da sosyal medyada evleneceklerini duyuranlar oluyor. Tanıdığım tek harbi şövalye Don Kişot'tur, o da Dulcinea'sına kavuşamadan hayata gözlerini yumdu zavallı! Yani demem o ki okur, senin için en sevgili (eşin, sevgilin, çocuğun, annen, baban, kardeşin, arkadaşın vs.) sağsa ve yanındaysa (bak ne kadar şanslısın), bırak tırışkadan tek tip sevgi gösterilerinin göz bağlayıcılığını. Ona ve kendine 365 gün oksitosin hediye et. Takvime bakıp da bugün ayın kaçıydı, bilmem ne gününe kaç gün kaldı, acaba hediyeyi internetten alıp falanca kampanyadan faydalansam mı diye hesaplara düşmeden...

7 Şubat 2016 Pazar

İki kitap bir hüsran

İslamcı Erol Nasıl Çıldırdı? (Nihat Genç)
Nihat Genç okurun suratına taş atan deli bir Karadenizli yazardır. Karadeniz gibi taşkın, dalgalı, köpüklü; Karadeniz’i iliğine kemiğine kadar yaşar ve yaşatır. Aynı zamanda çok etkili bir söz ustasıdır. Oflu hoca fıkralarını, ilginç Kızılderili öykülerini ondan dinlemeye doyum olmaz. Birikimi hayranlık uyandıracak derecede bir genişliğe yayılır: Felsefeden hukuka, mimariden coğrafyaya, tarihten psikolojiye dek. Yazıları ve konuşmaları da pervasızdır, çatmadığı kişi ve kuruluş yok gibidir. “Bu topraklar…” diye söze başlar ve bu topraklara ait olmayan, onun ruhunu taşımayan, ona zarar veren kim olursa olsun acımaz, taşlar. İşte bu bağımsız duruşundan ötürü Nihat Genç öz be öz “bu toprakların yazarı”dır ve ben bu yazarı çok sevdim. Özellikle “Edebiyat Dersleri” ve “Karanlığa Okunan Ezanlar” tekrar tekrar okuduğum, hangi satırların altını çizmişim, nerelere not düşmüşüm diye göz gezdirdiğim kitaplardır. Böyle olunca Genç’in ilk romanını okumayı da merakla bekledim ve romanı büyük beklentilerle okudum. Ancak sonuç = tam bir hüsran.

Kitap, son yıllarda zenginleştikçe kudurganlaşan; yükseldikçe yasa, ahlak, erdem tanımayan, “Şefaat ya Resulullah”ı Evliya Çelebi misali şaşırıp “İnşaat ya Resulullah”a döndürmüş son model İslamcıların namuslu bir adamı nasıl delirttiklerini anlatıyor.

Açılış, bildik Nihat Genç tasvirleriyle başlıyor. Karadeniz bölgesinde bir sel felaketi ve onu takip eden heyelan, çok etkileyici satırlarla aktarılıyor. Okuyucuyu kayan toprağın, çamurun, dağılan cesetlerin arasına savuruyor. Ne var ki, ilerleyen sayfalarda roman karmakarışık bir hal alıyor. Ana karakter Erol, ne zaman çay ocağı işletir oldu, ne ara o İslamcı gruplara karıştı, Erol’un yüzü gözü, -Karadenizli olması dışında- kişiliği belirsiz.

Hele diğer karakterler… Romana öylesine yapıştırılmış, yamanmış gibi duruyor ki. Hepsi Genç’in öfkeli fikirlerini bağırması için birer araç; örneğin Aysun, yazarın dişi gölgesi. Karakterler yazara ağır zincirlerle bağlı, onun ağzından konuşup onun izin verdiği ölçüde kımıldanabiliyorlar. Dolayısıyla hiçbir derinlikleri kalmamış, eylemleri ve söylemleri slogan düzeyinde kalmış. Yani ben roman okur gibi değil, Genç’in söyleşi programını izler gibi hissettim. Oysa oradaki cemaatin baş adamlarının bile kendine özgü tarafları olmalıydı. Genç, hepsini aynı kefeye doldurmuş, iradelerini tek bir şeyhin, gücün, topluluğun emrine vermişler diye hepsini aynı sığlıkta yüzdürmüş. Bu, bilinçli bir tercih diye düşünüyorum. Fakat en azından Bahri abi karakteri üzerinde daha fazla çalışılabilirdi. Karakterlere ilişkin tek olumlu not, Suriyeli kadın Dua’nın güzelliğinin kartal metaforu üzerinden betimlenmesiydi. Dua’nın geçtiği bölümleri imrenerek okudum. Onun haricinde kurgu da sarsak, kitabın sonu havada kalmış.

Nihat Genç gibi güçlü bir yazarın bu kitabı neden toparlayamadığının iki nedeni olabilir:
1. Yazar, alıştığı deneme üslubuyla roman yazmaya çalışmış, ancak kotaramamış. Bunca yıl deneme ve kısa öykü tadında yazılar yazdıktan sonra romana sıçrayışında tutunamamış, yere kapaklanmış.
2. Kitap aceleye getirilmiş. Sanki yazar, “dönemin ruhunu sıcağı sıcağına yazayım, öfkelendiklerime öfkemi haykırayım, benimle aynı düşünenlerin hislerine bir an önce tercüman olayım” niyetiyle kaleme sarılmış, ama kitap tam pişmeden ocaktan alınmış yemek gibi servis edilmiş.

Kuşkusuz her kitap gibi, bu kitapla ilgili de okurların çeşitli olumlu-olumsuz yorumları var. Ancak haksızlık yapılan noktalar düzeltilmeli:
1. “İnanan insanlara hakaret ediliyor.” Asla! İnananlara değil, tüm benliğini, aklını, ruhunu, yaşama coşkusunu silikleştirip iktidara oynayan bir güruha teslim edenlere verip veriştiriliyor. Kaldı ki, Müslümanlıkla ilgili Nihat Genç’in göz yaşartan konuşmaları ve yazıları çok.
2. Şu yoruma çok gülmüştüm: “İğrenç küfürler ve tasvirlerle dolu olan bu kitap b.k kokuyor.” Evet, Nihat Genç yeri geldi mi küfürden sakınmayan, kalemini b.ka batıran bir yazar. O tasvirler, yazarlığına halel getirmez, delil oluşturur ancak. Herkes hoşlanmayabilir kitaptaki tuvalet tasvirlerinden; ama ben sağlam bir okurun okuduklarından çıtkırıldım bir edayla irkilmesinden, hemen kendisini geri çekmesinden yana değilim. Bir yazar, yaşamın içinde tiksindirici, grotesk, insanlık onuruna aykırı ne varsa, yazması gerekiyorsa edebiyat estetiğine yaraşır biçimde yazmalıdır. Bir mezarlığın yanından geçerken ıslık çalıp, şarkı mırıldanıp veya Fatiha okuyup korku bastırılınca o mezarlık buhar olup uçmuyorsa, yazarın bir gerçeği yok sayması da o gerçeği yok etmiyor. Yazar, okurun burnunu b.k çukuruna sokabiliyorsa, evet, o sıkı bir yazardır.

Kısacası, bu kitabın Nihat Genç’in yazarlık kudretini hakkıyla yansıtamadığını düşünüyorum. Başka romanlar yazar da durum değişir mi, bekleyip göreceğiz. Ama şimdilik şu kadarını söyleyeyim, Nihat Genç’i ilk kez okuyacaklar için iyi bir başlangıç değil.

Veronika Ölmek İstiyor (Paulo Coelho)
Bu kitap benim için hüsran bile sayılamaz, çünkü hiçbir beklentiyle elime almadım. Coelho okumaya dahi niyetim yoktu, ta ki öğrencim bana bu kitabı hediye edesiye kadar. Çok satan yazarlara mesafeliyimdir. Zamanın dalgaları kitabın değerini ve kalıcılığını aşındırır mı aşındırmaz mı, onu görmek için beklerim biraz. Zaten zaman fukarasıyım; bir romanı sırf kalabalıklar okudu diye bir dünya ya da Türk klasiğine ayıracağım vakti ona vakfedemem. O nedenle “Simyacı”yı bile okumamışken bu kitap sürpriz yumurtadan çıktı. Ve tahmin ettiğim üzere bende hiçbir iz bırakmamayı başardı! Şuna hep inanırım: Her okur, her kitabın talibi değildir. Ben de bu kitabın talibi değilim. Altı çizilesi, yarına kalası tek bir cümlesi olmalıydı benim için. Bu kitabı okuduktan sonraki ben, okumadan önceki ben’den bir damla farklılaşmalıydı. Derinlikli bir bakış, bir içgörü, göz alıcı bir betimleme?... Yok. Ama “Bunlar beni ırgalamaz. Ben şezlonguma uzanır, denizin ve güneşin tadını çıkarır, içeceğimi yudumlarken elim boşta kalmasın” diyenler için okunabilir bir kitap. Yoğun değil, akıcı. Çevirisi temiz; çekap, trubadur gibi kulak tırmalayan bir-iki sözcük dışında.

Kitap, Balkanların parçalanma sürecindeki Slovenya’da intihar girişiminde bulunup ölümün sınırına yaklaşmışken kurtarılan ve akıl hastanesine yatırılan Veronica’nın öyküsünü anlatıyor. İyi koşullarda yetişmiş, dilediği erkekle gezmiş tozmuş güzel bir genç kadın, akıl hastanesinde kendisi gibi insanlarla karşılaşır ve orada yeni farkındalıklar geliştirir. Kitabın iletmek istediklerinden biri şu: Kasmayın kardeşim! Ölümlü dünyada kendiniz olun. Deli diye adlandırılanlar, kimseye aldırmadan kendi hayatını yaşayanlardır.

Karakterlerin hepsi çevresine ayak uyduruyor görünürken köşeye sıkışmış ve çıldırıp soluğu tımarhanede almışlar. Hepsinin maddi durumu iyi, hepsi kariyer sahibi, dışarıdan bakıldığında rahat yaşayan insanlar. Ama rahat batmış (!) demek ki. Hepsi hayatını sorguluyor, ancak sorgulamaları ve çıldırmaları yüzeysel kalmış. Yani gerçekten “rahat batmış” yanılgısına sürükleyebilir okuru. Bir insanın çıldırması, dile kolay, daha karanlık anlatılabilirdi. Sayıklamalar, kâbuslar, ne bileyim, terlemeler, vb. daha yoğun katılmalıydı ki, karakterler “Bu hayat çok sıkıcı. Dur bir tımarhaneye gidip geleyim” diye düşünmüş hissi yaratılmamalıydı. Dolayısıyla karakterlerin hiçbiri başlı başına ayrıksı değil, hepsi birbirine benzemiş çıkmış. Farklı olan bir Dr. İgor var, o da doktor olduğu için. Zedka karakterinin niye romana girip çıktığını da anlamadım. Bir de ara sıra Balkanların parçalanışından bahsedilmesinin olay örgüsüne kattığı hiçbir şey yok. O halde niye o yıllardan dem vuruluyor, manzara olsun diye mi?

Kitabın sonu da şaşırtmıyor insanı. Onca sayfayı esneyerek çevirdikten sonra bari finalde esaslı bir şamar yiyeyim de Coelho’yla dalga geçtiğime geçeceğime pişman olayım dedim, ancak nafile. Kitabın kapağı nasıl sıkıcı bir griye boyandıysa, kitap da benim için hastanede sıra beklemek kadar sıkıcı oldu. Neyse, en azından Coelho okumadık demeyiz.

6 Şubat 2016 Cumartesi

Dile gelen taşlar

Yukarıdaki satırlar Stefan Zweig'in "Satranç" adlı yapıtından. Acemi bir satranç oyuncusu olmama karşın satrancın çekiciliğinin sayfalara sinmiş halini es geçmem olanaksız. 

Bana göre ise satranç sessiz bir meydan muharebesi gibidir. Yalnızca oyuncunun beyninden komuta edilen bir takım ruhunu gerektirir. Hiçbir taş başına buyruk hareket edemez; bedeli ağır olabilir! Aşağıda muharebeye hazır biçimde konuşlanmış iki takımdan kareler görüyorsunuz. Dimdik duruşlarında fırtına öncesi sessizlik ve gerginlik var.



Bilmeyenler için rehberlik hizmeti: Üstteki fotoğrafta soldan sağa doğru ilerlersek en sol köşedeki kale, yanındaki at, sağındaki fil, onun yanındaki vezir (şahtan sonra en kıymetli taş), gürül gürül sakalıyla kasılan şah ve yine sırasıyla fil, at ve kale olarak ilk sıra tamamlanıyor. İkinci sıradakiler erler ya da (sevmediğim adıyla) piyonlar.

İki er çıktı meydane, ikisi de birbirinden merdane:


Rivayet odur ki satrancı bulan bilge kişi bu oyunu ülkesinin hükümdarına öğrettiğinde hükümdar oyundan o denli mutlu olmuş ki bilgeyi ödüllendirmek için masalların malum cümlesini söylemiş: "Dile benden ne dilersen!" Bilgenin hükümdardan istediği, satranç tahtasının her karesine bir önceki karedekinin iki katı buğday tanesi koyulmasıymış. Hükümdar, bu isteği gülümseyerek karşılamış; ne varmış ki o karelere buğday yerleştirmeye. 1. kareden başlayarak 1 buğday, 2.sinde 2 buğday, 3.sünde 4 buğday, 4.sünde 8 buğday, 5.sinde 16 buğday, 6.da 32, 7.de 64, 8.'de 128 derken ilk sıra tamamlanmış. Gelgelelim sonraki karelerde rakam büyüdükçe büyümüş, iş zorlaştıkça zorlaşmış. Zira satranç tahtasında toplam 64 kare olduğundan her kareye bir öncekinin iki katı buğday tanesi koymaya ülkenin buğday stoklarının yetmeyeceği görülmüş. Bu kıssadan hükümdar nasıl bir hisse çıkarmıştır bilemiyoruz. Ama bilgenin hükümdarı fena halde mat ettiği aşikar!

Söylenceden konu açılmışken yukarıda fotoğraflarını paylaştığım satranç takımı lületaşından yapılmıştır ve onun efsanesini de paylaşmamak olmaz: Çobanın biri koyunlarını otlamaya bırakmış dinlenirken yanında ansızın akça pakça, ahu gibi bir kız belirivermiş. Genç adam vurulmuş kıza, tam elini uzatıp dokunacakken kız toprağın altına girip kaybolmuş. Çoban, kıza ulaşma umuduyla toprağı hırsla deşmiş, deşmiş, deşmiş. Deştikçe kızın beyazlığında taşlar çıkmış yerden. Çobanın gözü taş mı görür kara sevdadan; günlerce toprak altında aramış kızı fakat bulamamış ve kıza kavuşamadan yerin metrelerce derinliğinde hayatını kaybetmiş. İşte o sevdalı çobanın çıkarttıkları, bugün lületaşı dediğimiz o bembeyaz taşlarmış.

Lületaşı satranç taşlarının tasarımında zanaatkarların hayal gücü ve ustalığı devreye giriyor. Kimi basit, plastik satranç takımları öyle çirkin ve ruhsuz yapılıyor ki, onlarla insanın hiç oynayası gelmiyor. Ama lületaşının asaleti ve ruhu var. Şahın sakalından atın yelelerine, vezirin başlığından filin hortumuna dek tüm göz alıcı ayrıntılar taşa nakışlanıyor. 



Lületaşı Türkiye'de yalnızca Eskişehir'de çıkartılıyor, bunu biliyor muydunuz? Yerin metrelerce altındaki yataklardan elde edilen bu taşa "beyaz altın" ya da "deniz köpüğü" de deniyor. Lületaşı ustalarını bu taşı işlerken birkaç kez izlemişliğim vardır; özel bıçaklarıyla sanki bembeyaz bir soğan ya da turp soyar gibi taşı hamlığından sıyırıp ince ince dokurlar, donatırlar, oyarlar. Hızlı çalıştıkları için dışarıdan çok kolay gibi görünse de hata kaldırmayan bir zanaattır lületaşı işlemeciliği. Bu zanaatin yelpazesinde sadece satranç taşları değil, akla gelebilecek her nevi süs eşyası, biblo, takı, pipo gibi eserler bulunur. Mesela şu da benim çok sevdiğim baykuşum. Mağrur duruşuna, asabi bakışlarına, çizgi çizgi işlenmiş tiril tiril tüylerinin ve pençelerinin inceliğine hayranım. Onu görür görmez çarpılmam bundandır. Biraz sert tabiatlı olduğundan çalışma masamda bana habire disiplin telkin ediyor.

Gümüşün hafif kararmışı gibi lületaşının da hafif sararmışı makbuldür. Dolayısıyla karbeyaz ürünlere temkinli yaklaşmamız gerektiğini söyler ustalar; çünkü piyasada lületaşı diye yutturulan alçıdan yapılma ürünler varmış. O nedenle Eskişehir'e gelindiğinde lületaşı satın almak için Odunpazarı'ndaki Atlıhan Çarşısı'na uğramak en sağlamı. Belki ustası onu işlerken canlı canlı görme şansı da doğar. 

5 Şubat 2016 Cuma

Onat Kutlar ile 1 dakika

... Açın gözlerinizi, burnunuzu dikin ve kulak kesilin: Çürümeyi duyuyor musunuz? Siz başka türlü görseniz de şu çok yaşlı toprağımızda her günün tufanından artakalan sayısız şeyin kokuştuğunu, çürüdüğünü biz biliyoruz. Nereye gitseniz yalan ve ikiyüzlülükle dokunmuş halıların üstünden geçiyorsunuz. Ama bir koku, dayanılmaz bir koku gelmiyor mu burnunuza? Kırbacın rüzgârı, uykunun sisleri ya da altın varaklar kapatabilir, dağıtabilir mi bu pisliği? Çocukların sessizce geleceğin denizlerine kürek çektiklerine bakmayın. Ayakları geçmişin ağır zincirleriyle yeniden bağlanıyor. Bilginler gittikçe küçülen kurtlar gibi kendi kitaplarının ciltleri arasına gömülüyor. Kendi kuyruğunu yiyen bir masal hayvanı gibi ağır ağır ölüyor yaşam. Ortalıkta dolaşanlar yalnızca çerçiler ve tacirler. Çürümeye yüz tutmuş bir meyveyi elden ele dolaştırıyorlar. 

Bütün bu olup bitenlerde sorumluluğumuz yok mu? Elbette var. Ama niçin susmak zorundayız? Sunduğunuz meyve yeni değil. Çünkü daha dalındayken ölümle lekelendi. Çürüyor ve düşecek. Bunu görüyor ve söylüyoruz.

Üstelik umutsuz da değiliz. İsterseniz diyalektik düşünün, isterseniz başka türlü. Çürüyen meyveden çıkar yeni ağaçların tohumu. Doğa'nın da insanın da gençliği bu yüzden muhalif'tir. Ve sizin "hayallerinizin bile ulaşamıyacağı" yepyeni bir yaşam oradan doğar. Saydam bir takvime bakar gibi alçakgönüllü, ama dürüstçe görüyoruz bunu. Ama neden susmak zorundayız?

Biz ekin adamlarıyız. Hiçbir zaman ne ekip biçtiklerini anlamadığınız, anlamak istemediğiniz çiftçiler. Öldüğümüzde karnımızdan kırk tane "gelecek yıl" çıkar ama gene de ayağımız yeryüzünde, topraktadır. Tanrıyla hesaplaşırız. Ama yitirmeyiz yeryüzüne, insana olan inancımızı. Bu yüzden geçer gider tanrılar ama biz kalırız. Hakir ve aciz kullarıyız halkın, padişah değil geda'yız. Ama gerçeği görür ve söyleriz. Sözün kılıcı kendi boynumuzu kesse de. Kördüğümü bir "can" sözüyle hallederiz.

Onat Kutlar - Yeter ki Kararmasın ("Mektupların Sonu" bölümünden)

1 Şubat 2016 Pazartesi

Kütüphaneler: Hayaller ve gerçekler

Olup olacağı şu kadarcık bir kitaplığım var, evime gelen pek çok insan şaşırmadan edemiyor: Bu kitapların hepsini okudun mu? Bir de konuklarımın merhametli anlarına denk geldiyse gözlerime bir acıyorlar ki sormayın gitsin. Oysa gözlerim gönüllü bekçisi satırların ve okumak gönle şenlik, zihne ziyafet...

Yer sorunu var üstelik. Dolayısıyla kendime artık sadece şiir kitabı alabilecek kadar kota tanıdım. Şiir okunup bitirilmeyeceği için diğer türde kitapları kütüphaneden veya kardeşimden ödünç alarak da kısmen idare edebiliyorum.

Yerim dar olabilir; ama düşleri de böyle üç dolaba bir odaya sıkıştıramayız ya. Şu daracık odadan uçup ağzımın suyunun aktığı kütüphaneleri gezeyim biraz. 

Aşağıdaki fotoğraf Cincinnati Kütüphanesi'nden (ABD). Kasvetli gibi dursa da nasıl nefis kitap tozu kokuyordur orası. 































İrlanda'daki Trinity College kütüphanesi. Nice Van Gogh tablosundaki sarıları aratmayacak güzellikte bir ışığı var.
İhtişamlı kütüphane arayanlar Prag Milli Kütüphanesi'ne gitmeli herhalde. Fakat paspal da girilmez ki oraya, kotla oturulsa sırıtır!















Ülkemizden bir kütüphane, ODTÜ kütüphanesi. ODTÜ'nün yemyeşil yerleşkesi üzerinden Ankara'nın tepelerini gözleyen manzarası muhteşemdir bu arada.














Ben kalender insanım; bu kütüphanelerden birini mülk edinsem yeter, hepsini istemiyorum. Abartıyor muyum? Hayaller söz konusu olunca abartı kelimesinin hiçbir hükmü kalmaz. Olmayanı olduran, gülmeyeni güldüren, kavuşulmayanı kavuşturan, iyileşmeyeni iyileştiren canımın içi, gözümün nuru hayaller... Üstelik mübalağa (abartı) en sevdiğim söz sanatlarından biridir. Sehl-i mümteni gibi kaçak güreşmez mesela!

Biraz daha gerçeğin sınırlarında gezinirsem hayalimdeki evin hayalimdeki kitaplığı şöyle de olabilir:






















Bu fotoğraftaki gibi bir odada sevdiklerime ikramlarda bulunup onlarla gündelik hayatın dedikoduları ve mızıklanmalarından uzak sohbetler etsem, "ölsem eksiksiz ölürdüm"...