İslamcı Erol Nasıl Çıldırdı? (Nihat Genç)
Nihat Genç okurun suratına taş
atan deli bir Karadenizli yazardır. Karadeniz gibi taşkın, dalgalı, köpüklü;
Karadeniz’i iliğine kemiğine kadar yaşar ve yaşatır. Aynı
zamanda çok etkili bir söz ustasıdır. Oflu hoca fıkralarını, ilginç Kızılderili
öykülerini ondan dinlemeye doyum olmaz. Birikimi hayranlık uyandıracak derecede
bir genişliğe yayılır: Felsefeden hukuka, mimariden coğrafyaya, tarihten
psikolojiye dek. Yazıları ve konuşmaları da pervasızdır, çatmadığı kişi ve
kuruluş yok gibidir. “Bu topraklar…” diye söze başlar ve bu topraklara ait
olmayan, onun ruhunu taşımayan, ona zarar veren kim olursa olsun acımaz, taşlar.
İşte bu bağımsız duruşundan ötürü Nihat Genç öz be öz “bu toprakların yazarı”dır
ve ben bu yazarı çok sevdim. Özellikle “Edebiyat Dersleri” ve “Karanlığa Okunan
Ezanlar” tekrar tekrar okuduğum, hangi satırların altını çizmişim, nerelere not
düşmüşüm diye göz gezdirdiğim kitaplardır. Böyle olunca Genç’in ilk romanını okumayı
da merakla bekledim ve romanı büyük beklentilerle okudum. Ancak sonuç = tam bir
hüsran.
Kitap, son yıllarda zenginleştikçe
kudurganlaşan; yükseldikçe yasa, ahlak, erdem tanımayan, “Şefaat ya Resulullah”ı
Evliya Çelebi misali şaşırıp “İnşaat ya Resulullah”a döndürmüş son model İslamcıların
namuslu bir adamı nasıl delirttiklerini anlatıyor.
Açılış, bildik Nihat Genç
tasvirleriyle başlıyor. Karadeniz bölgesinde bir sel felaketi ve onu takip eden
heyelan, çok etkileyici satırlarla aktarılıyor. Okuyucuyu kayan toprağın,
çamurun, dağılan cesetlerin arasına savuruyor. Ne var ki, ilerleyen sayfalarda
roman karmakarışık bir hal alıyor. Ana karakter Erol, ne zaman çay ocağı
işletir oldu, ne ara o İslamcı gruplara karıştı, Erol’un yüzü gözü, -Karadenizli
olması dışında- kişiliği belirsiz.
Hele diğer karakterler… Romana öylesine
yapıştırılmış, yamanmış gibi duruyor ki. Hepsi Genç’in öfkeli fikirlerini
bağırması için birer araç; örneğin Aysun, yazarın dişi gölgesi. Karakterler
yazara ağır zincirlerle bağlı, onun ağzından konuşup onun izin verdiği ölçüde
kımıldanabiliyorlar. Dolayısıyla hiçbir derinlikleri kalmamış, eylemleri ve
söylemleri slogan düzeyinde kalmış. Yani ben roman okur gibi değil, Genç’in
söyleşi programını izler gibi hissettim. Oysa oradaki cemaatin baş adamlarının bile
kendine özgü tarafları olmalıydı. Genç, hepsini aynı kefeye doldurmuş,
iradelerini tek bir şeyhin, gücün, topluluğun emrine vermişler diye hepsini aynı
sığlıkta yüzdürmüş. Bu, bilinçli bir tercih diye düşünüyorum. Fakat en azından
Bahri abi karakteri üzerinde daha fazla çalışılabilirdi. Karakterlere ilişkin
tek olumlu not, Suriyeli kadın Dua’nın güzelliğinin kartal metaforu üzerinden
betimlenmesiydi. Dua’nın geçtiği bölümleri imrenerek okudum. Onun haricinde kurgu da sarsak, kitabın sonu havada kalmış.
Nihat Genç gibi güçlü bir yazarın
bu kitabı neden toparlayamadığının iki nedeni olabilir:
1. Yazar, alıştığı deneme
üslubuyla roman yazmaya çalışmış, ancak kotaramamış. Bunca yıl deneme ve kısa
öykü tadında yazılar yazdıktan sonra romana sıçrayışında tutunamamış, yere kapaklanmış.
2. Kitap aceleye getirilmiş. Sanki
yazar, “dönemin ruhunu sıcağı sıcağına yazayım, öfkelendiklerime öfkemi
haykırayım, benimle aynı düşünenlerin hislerine bir an önce tercüman olayım”
niyetiyle kaleme sarılmış, ama kitap tam pişmeden ocaktan alınmış yemek gibi
servis edilmiş.
Kuşkusuz her kitap gibi, bu kitapla
ilgili de okurların çeşitli olumlu-olumsuz yorumları var. Ancak haksızlık
yapılan noktalar düzeltilmeli:
1. “İnanan insanlara hakaret
ediliyor.” Asla! İnananlara değil, tüm benliğini, aklını, ruhunu, yaşama
coşkusunu silikleştirip iktidara oynayan bir güruha teslim edenlere verip veriştiriliyor. Kaldı
ki, Müslümanlıkla ilgili Nihat Genç’in göz yaşartan konuşmaları ve yazıları çok.
2. Şu yoruma çok gülmüştüm: “İğrenç
küfürler ve tasvirlerle dolu olan bu kitap b.k kokuyor.” Evet, Nihat Genç yeri
geldi mi küfürden sakınmayan, kalemini b.ka batıran bir yazar. O tasvirler, yazarlığına
halel getirmez, delil oluşturur ancak. Herkes hoşlanmayabilir kitaptaki tuvalet
tasvirlerinden; ama ben sağlam bir okurun okuduklarından çıtkırıldım bir
edayla irkilmesinden, hemen kendisini geri çekmesinden yana değilim. Bir yazar,
yaşamın içinde tiksindirici, grotesk, insanlık onuruna aykırı ne varsa, yazması
gerekiyorsa edebiyat estetiğine yaraşır biçimde yazmalıdır. Bir mezarlığın
yanından geçerken ıslık çalıp, şarkı mırıldanıp veya Fatiha okuyup korku
bastırılınca o mezarlık buhar olup uçmuyorsa, yazarın bir gerçeği yok sayması
da o gerçeği yok etmiyor. Yazar, okurun burnunu b.k çukuruna sokabiliyorsa,
evet, o sıkı bir yazardır.
Kısacası, bu kitabın Nihat Genç’in
yazarlık kudretini hakkıyla yansıtamadığını düşünüyorum. Başka romanlar yazar da
durum değişir mi, bekleyip göreceğiz. Ama şimdilik şu kadarını söyleyeyim,
Nihat Genç’i ilk kez okuyacaklar için iyi bir başlangıç değil.
Veronika Ölmek İstiyor (Paulo Coelho)
Bu kitap benim için hüsran bile
sayılamaz, çünkü hiçbir beklentiyle elime almadım. Coelho okumaya dahi niyetim
yoktu, ta ki öğrencim bana bu kitabı hediye edesiye kadar. Çok satan yazarlara
mesafeliyimdir. Zamanın dalgaları kitabın değerini ve kalıcılığını aşındırır mı
aşındırmaz mı, onu görmek için beklerim biraz. Zaten zaman fukarasıyım; bir romanı
sırf kalabalıklar okudu diye bir dünya ya da Türk klasiğine ayıracağım vakti
ona vakfedemem. O nedenle “Simyacı”yı bile okumamışken bu kitap sürpriz
yumurtadan çıktı. Ve tahmin ettiğim üzere bende hiçbir iz bırakmamayı başardı! Şuna
hep inanırım: Her okur, her kitabın talibi değildir. Ben de bu kitabın talibi
değilim. Altı çizilesi, yarına kalası tek bir cümlesi olmalıydı benim için. Bu kitabı
okuduktan sonraki ben, okumadan önceki ben’den bir damla farklılaşmalıydı. Derinlikli
bir bakış, bir içgörü, göz alıcı bir betimleme?... Yok. Ama “Bunlar beni
ırgalamaz. Ben şezlonguma uzanır, denizin ve güneşin tadını çıkarır, içeceğimi
yudumlarken elim boşta kalmasın” diyenler için okunabilir bir kitap. Yoğun değil,
akıcı. Çevirisi temiz; çekap, trubadur gibi
kulak tırmalayan bir-iki sözcük dışında.
Kitap, Balkanların parçalanma
sürecindeki Slovenya’da intihar girişiminde bulunup ölümün sınırına yaklaşmışken
kurtarılan ve akıl hastanesine yatırılan Veronica’nın öyküsünü anlatıyor. İyi koşullarda
yetişmiş, dilediği erkekle gezmiş tozmuş güzel bir genç kadın, akıl
hastanesinde kendisi gibi insanlarla karşılaşır ve orada yeni farkındalıklar geliştirir.
Kitabın iletmek istediklerinden biri şu: Kasmayın kardeşim! Ölümlü dünyada kendiniz olun. Deli
diye adlandırılanlar, kimseye aldırmadan kendi hayatını yaşayanlardır.
Karakterlerin hepsi çevresine
ayak uyduruyor görünürken köşeye sıkışmış ve çıldırıp soluğu tımarhanede
almışlar. Hepsinin maddi durumu iyi, hepsi kariyer sahibi, dışarıdan
bakıldığında rahat yaşayan insanlar. Ama rahat batmış (!) demek ki. Hepsi hayatını
sorguluyor, ancak sorgulamaları ve çıldırmaları yüzeysel kalmış. Yani gerçekten
“rahat batmış” yanılgısına sürükleyebilir okuru. Bir insanın çıldırması, dile
kolay, daha karanlık anlatılabilirdi. Sayıklamalar, kâbuslar, ne bileyim,
terlemeler, vb. daha yoğun katılmalıydı ki, karakterler “Bu hayat çok sıkıcı. Dur
bir tımarhaneye gidip geleyim” diye düşünmüş hissi yaratılmamalıydı. Dolayısıyla
karakterlerin hiçbiri başlı başına ayrıksı değil, hepsi birbirine benzemiş
çıkmış. Farklı olan bir Dr. İgor var, o da doktor olduğu için. Zedka karakterinin
niye romana girip çıktığını da anlamadım. Bir de ara sıra Balkanların
parçalanışından bahsedilmesinin olay örgüsüne kattığı hiçbir şey yok. O halde
niye o yıllardan dem vuruluyor, manzara olsun diye mi?
Kitabın sonu da şaşırtmıyor insanı.
Onca sayfayı esneyerek çevirdikten sonra bari finalde esaslı bir şamar yiyeyim
de Coelho’yla dalga geçtiğime geçeceğime pişman olayım dedim, ancak nafile. Kitabın
kapağı nasıl sıkıcı bir griye boyandıysa, kitap da benim için hastanede sıra
beklemek kadar sıkıcı oldu. Neyse, en azından Coelho okumadık demeyiz.