29 Aralık 2016 Perşembe

2017'nin giriş cümlesi

Naif bir dilek olsa da...
2017'nin şu mozaik ve beyit tadında geçmesini dilerim.

İç bâde, güzel sev var ise akl ü şu'ûrun,
Dünyâ var imiş, yâ ki yoğ olmuş ne umûrun! 
                                                       Ziya Paşa

21 Aralık 2016 Çarşamba

Kendi sonsuzluğuma açılan 34. kapı

Yeni yaşım hoş geldin. 

Bugün itibariyle sen teşrif ettin diye 33. yaşımı hemen unutuverecek değilim. Hele geçen yılın buhranlarını bir yağlı sicim gibi boynuna geçirmemiş de, zarif bir kolyeyi taşıyormuş edasıyla sırıtarak dolanışımı asla! Ülkem için zor bir yıl olduğu kadar benim için de zor bir yaştı vesselam. Ama zorluklara karşılık yeryüzünün İnci'sini ellerime bıraktı. Beni çokça düşündürdü, uğraştırdı, yordu ve tuttu ödüllendirdi, yani anne yaptı. Ne de olsa aramızda koca bir yılın hatırı var; o nedenle sevgili 33'ümü hayırla yâd edip onu "üç yüz otuz üüüüüüç!.." diye poz vererek uğurluyorum buradan.

Bu yıl, yüzüm benimle biraz daha fazla çizgi çizgi söyleşecek. Ne çok hayret ettiğimi, gülümsediğimi ve ağladığımı gözüme sokacak. Saçlarım desen... Çoktan hazırmış yaş almaya! Tepesi kelleşmiş bir adamın başının bir tarafına biriken saçları öbür tarafa atıp köprü kurarak kelini sakladığı gibi ben de bu yıl ustaca bir manevrayla aklarımı karalarıma boğdurarak saçımı deli rüzgarların marifetli ellerine bırakacağım.
Yakın gelecekteki olası görünümüm 
(karlar aynı yere yağmaya devam ederse saçımın alacağı hal budur!)
Ömrüm varsa, yüz çizgileri ve ağaracak yeni saç tellerinin yanı sıra haziranda bir yaşına basacak olan siyah civcivimle geçecek 34. yaşım. Siyah civcivler sarı civcivlerin aksine daha seyrektir, belki bu yüzden bana daha sevimli gelir. Herkesin yavrusu kendine özel; doğuştan simsiyah saçlı, kirpiği kaşına değen İncim de siyah bir civciv gibi bana özel.


Kızım (temsili) 😃
Geçen yıl doğum günümde yayımladığım yazımda (Yolun yarısına iki sokak daha varMetin Altıok'un "Sürgün" şiirinden bir bölüm paylaşmıştım. Kendime sürgünlüğümü hem kutladığım hem ona hayıflandığım bir şiirdir o. Nasıl oluyor bu? "İnsan kendini beğenmezse çatlarmış" der eskiler. Vardır herhalde benim de iyi taraflarım; fakat Tanrı yaratırken bambaşka bir akıl, ruh ve birazcık gamsızlıkla yoğurup beni kendime sürgün etmeyeydi daha mı iyi olurdu acep? Neyse, onun hikmetinden sual olunmaz; fazla kurcalamayalım.

Küçük insanların büyük (!) dertleri bitmez. Çok dertlendiğimde Yaradan'ın işlerinden işkilleneceğime, dinlerim "Yıldız" türküsünü Erdal Erzincan'dan, yükümü indirir, alnımı siler, soluklanırım bir çeşme başında:
Yine bugün yaralandım
İndim etrafı dolandım
Tatlı canımdan usandım
Dön dön dön dön dön yâre doğru dön

İşte bugün burada bir çeşme başında durmuşum, kendime türküler tutturmuşum. Dalmışım yine: Bu Sevgi'yi öyle ya da böyle sırtlanıp götürecek tek ben varım. Fani dünyada ona "iyi ki doğdun" diyecek tek bir kişi kalmasa dahi, onca hırpaladığım bu kadına en azından senede bir gün bir şarkı armağan edecek tek ben varım. Sonsuzluğa açılan o son kapı aralanana dek...

Kahramansız bir film gibi solar romanlar
Figüranlar beni oynar doğum günümde


14 Aralık 2016 Çarşamba

Ateş ülkesi

Vatan sağ olsun!

Vatan sağ olsunmuş. Babalar, evlatlar, kardeşler, eşler, sevgililer, yeğenler, akrabalar, arkadaşlar sağ olmalıydı ki, bu vatan sağ salim kalabilsin. Biz ölelim, siyasal erk sahiplerine yalnızca sağ kalma temennisini dilemek düşsün, öyle mi? Onlara iktidarın yolları, bize kurşunlar, öyle mi?

Saldırıların intikamını alacaklarmış. Bu lumpen kabadayı ağızlarından da illallah geldi. Devlet tedbir alır; intikam değil.

Şilili şair Neruda'dan bir dize düşüyor aklıma: "Biz halkız, yeniden doğarız ölümlerde". Biz bir türlü doğamıyoruz işte. Boğuluyoruz, dibe çöküyoruz; fakat hâlâ kör tevekküldeyiz. Bu felaketler sağanağından bir fikrî uyanış doğmuyor. Ölümlerimize sebep, yalnızca lânetli adları anılan örgütler olsaydı çok daha kolaydı iş. Ancak o büyük dehanın Gençliğe Hitabesi'nde işaret ettiği gibi "şahsi menfaatlerini müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhid edenler" var işin içinde. "Gaflet, dalâlet ve hatta hıyanet içinde" bulunanlar var. Yurt içinde (örn: Dolmabahçe) ve dışında (örn: Oslo) kapalı kapılar ardında pazarlık yapanlar, büyük Ortadoğu projesinin eş başkanlığının kapısında kuyruk olanlar var. 

Bütün bunları okuyup, bilip dururken "ateş düştüğü yeri yakar" atasözü, o malûm dokunmayan yılanla ilgili atasözü kadar incitici geliyor bana. Ateş, düştüğü yeri yakmasın yalnızca. Ateşin düşmediği hanelerdeki gözleri de ışığa boğsun, vicdanları tutuştursun. İliklerine kadar anti-emperyalist olmadan, Atatürk'ün birikimine sırt çevirerek bu kan coğrafyasında var olma savaşını veremeyeceğimizi anlatsın.

Gülüp eğlenmekten çekinmek şöyle dursun; bunca genç cenazenin arasında gündelik hayatımızdaki "sıralı ölümler"imize bile üzülmekten utanır duruma düşmeden önce bunları hatırla ey okur...

18 Kasım 2016 Cuma

Babamla tan yerine doğru

Bana sözün var:
Harmandalı oynamayı öğrendikten sonra mutlaka bir düğünde karşılıklı döktüreceğiz. 
Köyde hamak kurup torununu sallayacaksın.

Bugüne kadar verdiğin sözleri tuttun. Bundan sonra da tutacağını biliyorum. Zorlu ama bir o kadar umutlu bir alaca şafağa ilk adımlarımızı atıyoruz. Aydınlıkta ve sağlıkta buluşmak üzere...

9 Kasım 2016 Çarşamba

10 Kasım


Bu yıl 10 Kasım benim için başkaca bir anlama sahip. Bugüne değin bir Cumhuriyet kızı olarak Atatürk'ü anmış ve anlamaya çalışmıştım. Artık bir anne olarak da Atatürk'e minnetim artıyor. Müslüman coğrafyasındaki yaşıtlarının aksine, çocuklarımızın huzur içinde büyüdüğü her an onun eseridir. Küçücük kız çocuklarına evlenilecek kişi gözüyle bakan ağzı salyalı zihniyeti çöpe atıp çocukların doya doya kutlayacakları bir bayramı akıl eden yücelik de, çocukların güvenli ortamlarda eğitim almalarına kafa yoran öngörü de onda.

Okudukça, düşündükçe, ondan yeni bir şey öğrendikçe ve kızıma baktıkça ona daha çok dua ediyorum. Mekanı cennet, ruhu şad olsun.

31 Ekim 2016 Pazartesi

Besteli şiirler - 2: Bedri Rahmi Eyüboğlu

Ressam oluşundan mıdır; Bedri Rahmi Eyüboğlu, kalemini adeta paletine batırarak yazar şiirini. Onun şiiri sümsük, sönük, grimsi değildir. Yeşilin en eriği, mavinin en denizi, kırmızının en narı, sarının en balı onda; ıtırlı, çıtır çıtır, cayır cayır, fokur fokur, gürül gürül bir söz çağlayanıdır onunki. Kilimli, türkülü, İstanbul'lu, Yunus'lu, Lorca'lı, Aşık Veysel'li, sevdalı ve tabii ki Karadut'lu...

Karadut şiiri onun en bilinen şiiri dersem yanılmam sanırım. Karadut'u ilk okuduğumda "bunun ezgisi yapılamaz, kendisi ezgi zaten" diye düşünmüştüm ama Cem Karaca da feryadı andıran okuyuşuyla şiiri daha da yükseltmiş sanki! Birinin "Karadut"u olma düşü bile sıcacık iken, şiirin bestelenip okunması iyice yakıcı olsa gerek ki bu şarkı iz bırakıyor ruhumda... 

Karadutum, çatal karam, çingenem 
Nar tanem, nur tanem, bir tanem 
Ağaç isem dalımsın salkım saçak 
Petek isem balımsın ağulum 
Günahımsın, vebalimsin. 
Dili mercan, dizi mercan, dişi mercan 
Yoluna bir can koyduğum 
Gökte ararken yerde bulduğum 
Karadutum, çatal karam, çingenem 
Daha nem olacaktın bir tanem 
Gülen ayvam, ağlayan narımsın 
Kadınım, kısrağım, karımsın.


Besteli şiirler - 3: Behçet Aysan

kırgınım, saçılmış
bir nar gibiyim

sessiz akan bir ırmağım
                        geceden
git dersen giderim
kal dersen kalırım

git
dersen
kuşlar da dönmez, güz kuşları
yanıma kiraz hevenkleri alırım

ve seninle yaşadığım
                   o iyi günleri,
kötü
günleri bırakırım.

aynı gökyüzü aynı keder
değişen bir şey yok ki
gidip
yağmurlara durayım.

söylenmemiş sahipsiz 
                      bir şarkıyım

belki
sararmış
eski resimlerde kalırım

belki esmer bir çocuğun dilinde.

bütün derinlikler sığ
sözcüklerin hepsi iğreti

değişen bir şey yok hiç
ölüm hariç.

aynı gökyüzü aynı keder.

Sivas katliamında yitirdiğimiz Behçet Aysan'ın "Dört Eflatun Şiir" inden Bir Eflatun Ölüm şiiridir yukarıdaki. Aşağıdakiler ise onun iki farklı müzikal yorumu...


21 Ekim 2016 Cuma

Besteli şiirler - 1: Mehmet Akif Ersoy

Bundan böyle "Besteli şiirler" başlığı altında güzel şiirlerin kitap yapraklarından notalara kanat çırpışına kulak vereceğiz. Klasik Türk müziğinden, pop, rock ve türkü formundaki ezgilere kadar. Kimi besteler "iyi ki bestelenmiş" dedirtebilir, kimileri de "şiire dokunulmasaydı iyiydi". Sonuç ne olursa olsun, müzikle edebiyatın kucaklaşmasından payımıza çok şey düşüyor. Bildiğimiz şiirlerin bestesini duyacak olmak heyecan veriyor, bilmediğimiz şiirleri ise bu sayede öğrenmiş oluyoruz. Müzik dinlemek de cabası. Hangi türde olursa olsun.

İlkler özel olmalı diye düşünürüz ya, ben de hangi şairle başlasam diye çok düşündüm. Sonra aklıma komik bir fikir geldi. Maçların, açılışların, toplantıların başında İstiklal Marşımız okunur; e ben de onun şairiyle başlayayım istedim: Sayın dinleyiciler, şimdi güftesi Mehmet Akif Ersoy'a, bestesi Zeki Üngör'e ait olan... Durun durun, kaçmayın! Evet, Mehmet Akif'le başlangıcı yapacağız; fakat İstiklal Marşımızı zaten herkes biliyor. Malûmu burada tekrar etmeye ne gerek var? Aşk dolu dizelerin de şairi olan Mehmet Akif'in "Gece"sinden bir bölüm: Ezelden âşinânım ben. Beste: Şerif İçli. Okuyan: Münip Utandı. 

Ezelden âşinânım ben, ezelden hem-zebânımsın; 
Beraber ahde bağlandık, ne olsan yâr-ı cânımsın; 
Ne olsam zerrenim, kalbimde hâlâ çarpar esrârın; 
Gel ey cânan, gel ey can, kalmasın ferdâya dîdârın. 



24 Ağustos 2016 Çarşamba

Proust ve Sinirbilim

Bu yazıyla ilgili okuma parçası için Proust'un kapısını çaldık. O da bizi eli boş göndermedi toprağı bol olsun:
yakalanan zaman
Kayıp Zamanın İzinde: Yakalanan Zaman








Yakalanan Zaman'ı okuyalı çok olmuştu; ancak önceden okuduğum kitapları arada bir karıştırmam gerek. Unutkanlığa bir nebze ilaç olur umuduyla. Birkaç gün önce bu satırlarla yeniden buluştum ve sanki içime doğmuş gibi, yine aynı günlerde okuduğum bir yazıda*, yukarıdaki satırlarda anlatılanın bilimsel izdüşümünü buldum. 

Yazının başlığı: "Sinirbilim, insanları okuma yeteneğinizi geliştiren 1 şey buldu". Toronto Üniversitesi'nde bilişsel psikoloji alanında çalışan bir öğretim üyesi, kurgusal yazın türleri (örn: roman, öykü, vb.) okuyanlar ile kurgusal olmayan yazın türlerini (örn: makale) okuyanlar arasındaki farklara değinen çalışmaları taramış. Çıkan sonuca göre roman okuyan insan okuyor! Yani kurgusal yazın türlerini tercih edenler, etmeyenlere göre daha fazla empati becerisine sahip. Hayali bir karakter dahi olsa, bir başkasının yerine kendini koymak, onun yapıp ettikleriyle sürüklenme hissi empatiyi artırıyor. Örneğin kadınları anlama kılavuzu kıvamında genellemeler ve klişelerle dolu piyasa kitaplarından çok, Anna Karenina, Vadideki Zambak gibi yapıtların getirisi uzun vadede daha fazla olabilir kadın davranışlarını sorgulayanlar için. 

Ayrıca araştırmacı, başkalarının deneyimlerini anlamaya çalışmanın insanlığın ortak vicdanına yaklaşmayı sağladığını belirtirken şunu da ekliyor: "Tek bir yaşam sürmek zorunda değiliz; kurgu sayesinde pek çok yaşamı hayatımıza sığdırabiliriz." Proust efendiye geri dönelim; o da aynısını söylemiyor muydu: "... dolu dolu yaşanan tek hayat edebiyattır" ve "Sanat sayesinde, bir tek dünya, kendi dünyamızı göreceğimize, çeşitli dünyalar görürüz". 

Benim başka dünyaları kendime kattığımı elle tutulur şekilde hissettiğim romanlardan ilk aklıma gelen Mithat Cemal Kuntay'ın Üç İstanbul'u. Üç farklı yönetim altındaki İstanbul'un muhteşem bir karakterler panoramasını sunan romana ilişkin şöyle notlar almışım 2011 yılında:

Üç İstanbul'u okudum. Yaşamımda çok az kitap oldu okuduktan sonra insanları bir gözlemevinden seyretme fırsatı veren. Bu kitap adeta soğanı halka halka açar gibi, insanların maskelerinin ardındakileri katman katman açmama vesile oldu. Gözlem gücümü biledi ve beni insan psikolojisinin derinliklerine defalarca daldırdı. Oradaki kaypakların, dalkavukların, hiçbir zaman sırtı yere gelmeyenlerin, düşmüşlerin ve onlara tekme atanların bugünkü uzantılarını daha net tarif edebiliyorum artık. Hatta kendimdeki Adnan, Hidayet, Sakallı Vasfi, Dağıstanlı Hoca, Şair Raif, Habibullah, Macide, Süheyla, Belkıs, Benli Ahmet, Miralay Hüsrev'i de görebiliyorum rahatlıkla. Bana "bu kadarı da olmaz" dedirten bir karakter de benim bir parçamı tanımlayabilir. Çünkü ne ben dört dörtlük, yunmuş arınmış bir insanım, ne de bu karakterler tamamen kötü."

Romancıların ve müzisyen, ressam gibi diğer sanat dallarında üreten sanatçıların biz sıradan fanilere öğrettiklerine ek olarak bir ilginç özelliklerine daha rastladım: Proust Bir Sinirbilimciydi adlı kitapta yine Proust gibi seçkin sanatçıların (Whitman, Cézanne, Stravinski, Woolf, vs.) sinirbilimin son yıllardaki bulgularını yüzyıllar öncesinden eserlerinde nasıl sezdirebildiği anlatılıyor. Örneğin Proust'un anıları hatırlama ve anıların sürekli değişmesi ile ilgili sayfalarca anlattıklarını meğer sinir hücrelerimizdeki dendritler (ağaç dalına benzer yapılar) bağrında saklıyormuş: "Proust'un da ısrarla üzerinde durduğu üzere, anılar yalnızca bugüne kalmazlar, aynı zamanda sürekli değişirler... Geçmişimizi her hatırladığımızda anılarımızın dalları yeniden biçimlendirilir hale gelir. Anılarımıza işaret eden prionlar neredeyse ölümsüzken, onların dendrit ayrıntıları hatırlama ve unutma kutupları arasında gidip gelerek her zaman değişikliğe uğramaktadır. Geçmiş aynı anda hem ebedidir hem de geçici." (s. 104). Yazar bir önemli uyarı daha yapıyor: "Artık belleği yaşamın kusursuz bir aynası olarak göremeyiz. Proust'un da ısrarla belirttiği gibi, geçmişteki şeylerin hatırlanması illa gerçekte oldukları gibi hatırlandıkları anlamına gelmez." (s.105). 

Buradan çıkarılacak bazı dersler: 1) Belleğinize ne kadar güvenirseniz güvenin, dendritlerinize yanılma payı bırakın. Geçmişte sizi üzdüğünü, kızdırdığını hatırladığınız (!) ayrıntıları acaba objektif olarak mı değerlendiriyorsunuz gerçekten? Ben kendi hesabıma bunun böyle olmadığını pek çok kez gördüm. Aynı olayı yaşamış başka insanlarla konuştuğumda veya olayın sıcaklığıyla günlük tutup aradan zaman geçince tekrar günlüğüme göz gezdirdiğimde anladım sinir hücrelerimin biraz dalkavukça davrandığını!

2) Sanatçıları asla hafife almayın. Eserlerine kim bilir kaç bilimsel araştırmanın tohumları serpilmiş yeşillenmeyi bekliyor! Buna en dramatik örneklerden biri Jules Verne değil midir? Yazdıklarıyla zamanında hunharca dalga geçtiler; fakat hepsi gerçekleşti. Öldükten sonra da olsa haklı çıkmanın mutluluğuyla inşallah mezarında kıs kıs gülüyordur. 

3) Roman okuyun. Atatürk'ün Büyük Taarruz arifesinde hangi romanı beğeniyle okuduğunu biliyor musunuz? Çalıkuşu. Bu örnek varken kimse roman okumaya vakit bulamıyorum demesin. Şimdi bu sosyal mesajı ne diye gözümüze soktun derseniz, e serde öğretmenlik var. İlle bir şeyleri hatırlatmam lazım. Siz de öğretmenlikle ilgili bir roman okuyun ve kendinizi benim yerime koyuverin. Hadi kalın sağlıcakla.

Meraklısı için: Proust Bir Sinirbilimciydi, Jonah Lehrer, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi

*http://www.inc.com/betsy-mikel/neuroscience-finds-1-thing-that-improves-your-ability-to-read-people.html

8 Ağustos 2016 Pazartesi

Çocuklar, anneler, babalar

Geçenlerde hastanede sıra bekliyoruz. Yanımızda anne, baba ve 8-9 yaşlarında bir kız çocuktan oluşan sevimli bir çekirdek aile oturuyor. Çocuğun elinde tatil kitabı olduğunu tahmin ettiğim bir kitap var. Ve çocuk, kitaptaki bulmaca, labirent gibi etkinliklerle meşgul... Diyeceğim ama sadece çocuk değil; anne ve babası da olaya tüm hararetleriyle dahil olmuşlar. Çocuk belli ki bir problemin üstesinden gelememiş, anne ve babası da ona "yol gösteriyorlar"! Baba da, anne de nedense gergin ve birlikte kızın üzerine çullanıyorlar adeta: "Kızım görmüyor musun bu kadar basit şeyi!", "Kaç kere anlattım sana!", "Hâlâ anlamıyor musun?"... 

Fesuphanallah... Derler ya; dışına baktım yeşil türbe, içine girdim estağfurullah tövbe... Dışarıdan bu ebeveynler ne kadar iyi niyetli ve çocuklarının dandik bir tatil kitabı vasıtasıyla bile eğitsel gelişimine ne kadar önem veriyor gibi görünüyor. Ama bir de çocuğun gözlerindeki endişeyi okumak lazım. Ürkek bakışlarla, titrek bir sesle soru sorduğuna soracağına pişman olan bu kızcağızın hevesi budandı gitti işte! Yalnızca hevesi mi, benlik tasarımı da sizlere ömür. Ya bundan sonra karar alırken anne babasının onayını almadan, ağzının içine bakmadan adım atamayacak ya da bağımsızlığını söke söke elde etmek için savaşacak. Her iki seçenekte de Allah yardımcısı olsun.

Şimdi hatırladıkça gülerim ama benim de çocukken babamla matematik çalışma anlarım birer mini travmaydı. Türkçe ve sosyal bilgiler gayet iyi, fen bilgisi eh işte, fakat matematik her kronik matematiksevmez gibi benim için de kâbustu. Üstüne üstlük babamın tuhaf bir huyu vardı: Her ders gayet şefkatli başlar, ancak konular karmaşıklaşıp ben içinden çıkamayınca babamın sesi ve öfkesi ona paralel biçimde yükselirdi. Bunun en görünür belirtisi de kâğıda çizdiği rakamların gittikçe büyümesiydi. Diyelim bir problemde kritik öneme sahip rakam sıfır. Problemi çözmeye başladığımızda yumuşacık, gülümseyen bir sıfır çizerdi kâğıda ve beklerdi babam yanıtımı. Ben eveleyip geveledikçe babam o sıfırı bir beden büyütür, iki beden büyütür -tabii bu arada dakikalar geçtikçe ve babam anlatmaktan yorulup hınçlandıkça daha da zırvalardım-, o büyüyen sıfır oldu mu sana korkunç bir mağara ağzı! Babam peş peşe öfke volkanını patlatırken o dev mağara kılıklı sıfır da beni karanlığında yutmaya hazır. Ve olayın doruk noktasına buyurun: Babam sıfırları azmanlaştırırken kalemi fazla bastırdığı için kâğıt caart diye yırtılır... Ve sonuç: Yırtık pırtık kâğıtlar, "başkalarına öğretmenlik yapmışken nasıl olur da kendi kızıma matematik öğretemem"in haklı(!) öfkesiyle kıpkırmızı kesilmiş babam, kollarını yüzüne kapatıp ağlayan ve matematiksevmezliğinden bir gram eksilmemiş ben... Şimdilerde geyik malzemesi olan Alp Er Tunga destanının aşağıdaki dizeleri anlatmaz mı şu trajediyi siz söyleyin (onca kavga gürültüden sonra ortama çöken ölüm sessizliği ve dramatik ıssızlığı da gözünüzde canlandırarak lütfen):

Alp Er Tunga öldi mü?
Issız ajun kaldı mu?
Ödlek öçin aldı mu?
Emdi yürek yırtılur.

Aaaah dostlar ah, yırtılan yalnızca kâğıt olsaydı keşke... Neyse abartmayalım, fazla da arabesk sosa bulamayalım işi. O zaman için evet, "emdi yürek yırtılur" durumu yaşamıştık babamla. Hatta babam rakamları biraz daha büyütseydi yalnızca matematikten değil; babamdan da nefret edecektim. Allahtan babam iyi toparlıyordu vaziyeti. Kara kuru kızının sulu sulu ağladığını görünce sarılır ve böylece, dile getiremediği özrünü dolaylı olarak sunardı bana. 

Araba kullanmam konusunda da sarsılmaz bir inadı vardı. Ne zaman reşit oldum, o zaman ehliyet almam için üsteledi; oysa ben hiç oralı değildim. Onun zoruyla ehliyet aldım, yine onun zoruyla yıllarca birlikte araba kullandık. Trafiğe çıkma konusunda anormal derecede korkaktım; paniğe kapıldıkça trafiğe çıkmaktan daha sakınır oldum, sakındıkça iyice tavşanlaştım. Ama adamda ne direnç varmış arkadaş; ben kaçak güreştikçe kontağı kapatır, "Hadi bakalım geç direksiyona" diye arabayı benim gibi bir acemiye gönül rahatlığıyla teslim ederdi. İyi ki etmiş. Matematik öğretiminde başarılı olamadı; ancak rahatlıkla araba kullanan bir kızı var artık. Peki matematik çalıştırırken sinirlenen adam, direksiyon dersinde farklı mı olacaktı? Asla. Şanına yaraşmaz bir kere. Her ne kadar yuvarlana yuvarlana çığa dönüşen sıfırlar, yırtılan kâğıtlar ve yürekler olmadıysa da, direksiyon derslerimiz de epey tantanalı geçmiştir.

Hastanede karşılaştığım ve belki de yukarıda yaşadıklarımı kendisinde bulduğum küçük kızın -tatil kitabının eğlencesinden mahrum, ana babasının öğretme hırsından muzdarip o küçük kızın- yaşadıkları inşallah benim gözlemlediğimle sınırlıdır. Fakat ne yazık ki, işin içine notlar ve okul habitatındaki rekabet girince veliler daha da yırtıcı hâle gelebiliyorlar! Ama dedim ya, dışarıdan bakınca hepsi iyi niyetli, hepsi çocuğunun başarılı olmasını istiyor... "Cehenneme giden yol iyi niyet taşlarıyla döşelidir" sözünü burada anımsamakta yarar var. Benim babam da iyi niyetliydi, onda zerre kadar tereddüdüm yok. Ama babam hırslandıkça ben matematiği daha iyi öğrenebildim mi? Hayır. Matematiği sevebildim mi? Hayır. Babam bana bir şeyler öğretebilmiş olmanın zevkini yaşadı mı? Yine hayır. O zaman bu "iyi niyet" kime yaradı? 

Anne babalar kafalarındaki harika çocuğu ya da kendi minyatürlerini çocuklarında görmekten vazgeçse iyi olacak galiba. Bu hafta yaşam yolculuğunda ikinci ayını dolduracak kızım bile benden çok farklı. Rahmimde dokuz ay zorunlu misafirlik yaptı diye Sevgi'nin minyatürü olmak zorunda değil ki o! Bana benzemesini gerçekten istiyor muyum? Bana benzer yönleri olursa gururum okşanır; ama Yaradan salt Sevgi'nin egosu şişsin diye onca mesai yapıp onu yaratmış olmasa gerek. 

Daha geçen hafta kızım ağlarken onu müzik terapisine alayım, klasik Türk müziğinden seçkin şarkılar dinleteyim dedim: "Bir ihtimal daha var", "Bir bahar akşamı rastladım size", "Olmaz ilaç sine-i sad pareme" (en sevdiğimdir). İçi bayıldı. Dur bakalım dedim, Tarkan'ı deneyelim bir de. Dinlettim "Kuzu Kuzu"yu. Sesi kesti. Başını da yeni yeni dik tutabiliyor ya, sanki oynak başıyla tempo tuttu Tarkan'ın kıvrak sesine: İşşşte kuzu kuzu geldim... 

Yavrusunu kendi müzik beğenisine yanaştırmaya çalışan annenin dramını görüyorsunuz! Beethoven, Mozart, Dede Efendi, Erkan Oğur'u elinin tersiyle itip tercihini beyan ediyor bana kızım. Şaka bir yana, müzik dinlerken kızım rastgele susmuş veya rastgele ağlamaya başlamış da olsa, ben onun her adımının benimkinden farklı olacağına kendimi böyle böyle alıştırıyorum. Ve onun benden kopup kimliğini kendi kararınca inşa etmesinin benim de yaşamımı zenginleştirecek müthiş bir serüven olacağına cân-ı gönülden inanıyorum. Habire beni evet'leyecek, benim sevdiğim yemekleri sevecek, benim dinlediğim şarkıları dinleyecek, seçmesini istediğim mesleği seçecek, sevgilisini bana beğendirecek... Off ne sıkıcı yav. İçim daraldı. Ben kendimden bıkmışken ikinci bir Sevgi'yi hiç çekemem.

4 Ağustos 2016 Perşembe

Tiyatro?!

Şu darbe namussuzluğu olalı beri etrafta dolaşıma sokulan bir kavram olarak "tiyatro" fazlasıyla rahatsız edici. Bu kelimenin gelişigüzel kullanımı, kalkışma gecesi tertemiz kanlarını döken şehitlerimizin ruhuna ve gazilerimizin onuruna saygısızlık: Sanki onlar kulaklarına rolleri fısıldanmış da orada ölüvermişler veya yaralanıvermişler gibi. Ve tiyatro; türü ne olursa olsun, ister çadır tiyatrosu, ister fars, ister pandomim gösterisi, "insanı insana insanla anlatan" bir sahne sanatıdır ve daima insanlığın hizmetindedir. İnsan katledenler, tiyatronun kenarından geçemez ve tiyatronun da zaten katillerle işi olmaz; sahnede onlardan hesap sormak dışında!

26 Temmuz 2016 Salı

Halil İnalcık'ın ardından...

Son haftada ülkece ne çok kaybettik. Dün itibariyle Halil hocamız da yok artık. Sulu gözlü menkıbe tarihçiliğine hiç prim vermeden, günlük çalçene polemiklere bulaşmadan yalnızca bilginin takibini ve hesaplaşılmayan bir toplumsal geçmişi tarihsel birikime dönüştürmenin mücadelesini verdi. Ahmet Cemal hocamın pazartesi yayımlanan "Çankaya'ya dönün, Çankaya'ya..." başlıklı haftalık yazısında belirttiği üzere:

Bizimkisi gibi geçmişini tarihe dönüştürememiş toplumların belirleyici özelliklerinden biri, yaşamsal ya da ölümcül önem taşıyan sorulardan hemen hiçbirinin yanıtını ararken dönüp tarihlerine bakmamaları, o uçsuz bucaksız zaman denizinden ders almamalarıdır. 

Aslında dönüp tarihlerine bakmamakta haklıdırlar da! Çünkü gerçekte tarihleri yoktur. Zira bizimkisi gibi toplumlar, turşu kurma misali, geçmişi devasa zaman kavanozlarına doldurup ağızlarını da sıkıca kapattıktan sonra, kavanozlardaki geçmişin kendiliğinden tarihe dönüşmesini beklerler.

Oysa turşu kurmak bile çok daha fazla bilgi ve çaba gerektirir. Zaman diye adlandırılan olgudan tarih çıkartmanın yolu ise kavanozlarda biriktirilmiş zamanlar arasında bilginin rehberliğinde neden-sonuç ilişkileri kurmaktan, bunun ardından da tarih bilincinin, yani bugün’ü dün’lerin sonucu, yarın’ların da nedeni ve başlangıcı olarak görebilme yetisinden geçer! (Cumhuriyet, 25.07.2016)

Tarih bilincimin oluşmasında en sağlam kaynak olarak gördüğüm Halil hocanın bende şimdilik iki yapıtı var: Şair ve Patron ve Has-bağçede ayş u tarab: Nedimler, Şairler, Mutribler. İlkini okudum, ikincisine henüz başlamadım. Divan edebiyatı şairlerinin padişah yağcılıkları beni kızdırırdı; oysa "Şair ve Patron"da -tarih bilimi için hep söylenegeldiği üzere- o dönemin koşullarını inceleyerek ve yargılamadan bu durumu anlamak mümkün. Belki bu kitabı okuduktan sonra "şairlerin yaptığı dalkavukluk aslında bir nevi edebi bürokratlıkmış" diyebilirsiniz. "Has-bağçede ayş u tarab" ise "ecdadımız at sırtından inmezdi, ağzına içki koymazdı" palavrasını sıkanlara esaslı bir yanıt niteliğinde. Ayrıntılı okumamakla birlikte üstünkörü göz gezdirdiğim kitapta kadim İranî gelenekten başlanarak Selçuklu dönemi, beylikler dönemi ve en son Osmanlı saltanatındaki "işret meclisleri" yani içki âlemleri; sâkiler, cariyeler, gılmanlar, keyif veren maddelerle dolup taşan ve adeta ayin halini almış zevk u safâ demlerinin âdâbı anlatılıyor. Dönem şairlerinin dizeleri ve güzel minyatürler de hocanın dersine eşlik ediyor. Bu denli yoğun bir çalışma haliyle müthiş bir kaynakçayla kapanışı yapıyor. Ve son bir not: Saltanatların "halka verir talkını, kendi yutar salkımı" sözüyle özetlenebilecek, bu zevk âlemlerine uydurdukları kılıf yine edebiyattan geliyor!

Halil İnalcık'ı "tarihçilerin kutbu" olarak anarlar; benim için onu kutup yıldızı kılan esas yönü adanmışlığı. Hayran olduğum tüm adanmış insanlardaki gibi örnek alınası bir yaşama, çalışma ve üretme coşkusu var. Düşünsenize; 100 yaşındasınız, 85 yıldır tarihle uğraşıyorsunuz ve hâlâ yeni kitaplar okuma ve yazmanın enerjisi ve tatlı telaşı var üzerinizde! Aylar önce Hürriyet'te (12 Eylül 2015) bir söyleşisi yayımlandı hocanın. Orada bunu şöyle açıklamıştı: "72 kitabım var, çoğunu 80 yaşından sonra yazdım. Hâlâ hoca olarak faalim; yedi doktora öğrencim var. Geçen sene bazı yeni makalelerim çıktı. Bir şeye âşık oldunuz mu her şeyi unutursunuz işte. Uykunuzu, sıhhatinizi... Ama hedefe varmak için ömür, onun için de iyi sıhhat lazım. Doktorlarımıza çok şey borçluyum. 100’e vardımsa modern tababette yapılan keşifler sayesinde vardım." Ben hocanın çeyrek yaşını biraz aşmışım; fakat kimi zaman ondan daha yaşlı ve yorgun hissediyorum kendimi. Hatta kimi zaman umutsuz, amaçsız, gün dolduruyormuş gibi içleniyorum. Üstelik bunun bana ve hiç kimseye yakışmadığını adım gibi bildiğim halde. Halbuki Halil hoca o söyleşide "bu ülkede yaşanmaz"cılara bakın ne öneriyor: "Karamsarlık korkaklıktır. Türkiye büyüktür. 1500 yıllık bir tarihimiz var. Canımızla, başımızla bu büyüklüğü devam ettirmeliyiz. Bırakıp kaçmak ihanettir bence. Eğer noksanlar varsa gidermeye uğraşmalıyız. Bu devletin tarihine yakışır şekilde yaşamalı ve çok çalışmalıyız."

Hocam bize cömertçe sunduğunuz birikiminiz, ülkemize kattığınız her şeref payesi için sonsuz teşekkürler. Işıklar, renkler, çiçekler içinde uyuyun...

23 Temmuz 2016 Cumartesi

Darbeli matkap

Önce bir hikaye: Vietnam’da “zayiat” vermek istemeyen bir Amerikan generali “temizlik” harekâtında alması gereken bir köyü taş taş üstünde kalmayana kadar bombalatır. Özel birlikler köyü sarar ve tek tek evleri arayıp “temiz” raporunu verip “alındı” listesine bir yenisini ekleyip tam köyden ayrılırken arkalarından tek bir el ateş edilir. Yine inanılmaz bir bombardıman başlar. Mantar gibi yükselen alev topları, makinelilerin sinir bozucu sesi ve arkasından korkunç bir ölüm sessizliği... Yine özel timler her bir deliği ararlar ve döküntülerin arasında bir deri bir kemik Vietnamlı bir çocuğu elinde bir tüfekle bulurlar. Çocuğu doğrudan generalin önüne getirirler. General çocuğu görünce çok etkilenir. Kimseleri görmeden bombalar yağdırmaya benzemez karşılıklı ilişki. Generalin sağ gözü takmadır. Üstelik de hayli belirgin bir protez. Çocuğa dönüp: 
– Bak sana bir şans vereceğim. Hangi gözümün gerçek olduğunu bil, seni kurşuna dizilmekten kurtarayım. 
Çocuk bir an generalin yüzüne bakar ve:
– Sağ gözün gerçek! 
General şaşırır:
– Nasıl olur, sağ gözüm takma, niye böyle dedin ki? 
Çocuk:     
– O daha insanca bakıyordu.

Takma göz gibi bir demokrasimiz var insanca baktığını varsaydığımız. Takma diş, takma kirpik, takma tırnak gibi seçim zamanlarında takılan ve sonrasında çıkarılan. Sağından soluna, iktidardan muhalefete pek çok siyasetçi seviyor bu eğreti demokrasiyi. Tek adam sultası altında çok seslilik yok, erdemli duruş, eleştiri ve özeleştiri hak getire. İşte böyle bir takma ve çakma demokraside uzunca bir süredir ölümlerden ölüm, zulümlerden zulüm beğenirken ve tüm bunlar canımıza yeterken beyni yıkanmış, gözü dönmüş müritler sürüsü adeta bir matkapla kurumların içini ince ince oymuşlar ve hepimize bu çöküntünün altında yok olmayı reva görmüşler. 

Her ne kadar -miş'li geçmiş zamana tutunarak yaşadığım şokun etkisiyle sendelemekten kurtulsam da hâlâ bir karabasanın içindeyim. "Peygamber ocağı"na yuvalanan bu kişilerden geçmişte medet umup onların efendisiyle bir zamanlar neredeyse yanak yanağa dans edip şimdi ağlaşanlar yarına dair hiçbir umut verici öz değerlendirme yapmıyorlar (yapmazlar da zaten). O yüzden benim karabasanım devam ediyor.

"Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler memleketi olamaz" sözü ayaklar altına alındı, ülkemin en parlak subayları, gazetecileri, akademisyenleri iftiralarla hapislerde çürütüldü. İnsanlar kahrından kanser olurken, intihar ederken omuz silkenler, bu onurlu insanlardan boşalan yerlere bir an önce "altın nesil"den figüranları doldurma telaşındaydı. Al işte; altın nesil altın vuruş yaptı. Geleceğimi altın neslin sabık kankaları mı güvenli bir şekilde inşa edecek? Eskiden elini öptükleri sonra sırt çevirdikleri Erbakan'ın deyişiyle kendi sorumu yanıtlayayım: "Hadi oradan, hadi oradan, hadi oradan!..."

Postallı darbeye karşı olmak yıllardır sürüp giden postalsızına alkış tutmamı gerektirmiyor. Fişlemeler, baskılar, baskınlar, mahpusluklar... Tam bir "korkunun krallığı"... Buyurun, yine yolum şiire çıktı! Hazır uğramışken Attila İlhan'a, onun Korkunun Krallığı kitabındaki "Cehennem Kasidesi" anlatsın meramımı. Bu şiir, 12 eylül cehennemine yazılmıştır; ama 15 temmuz kâbusunu da okumak mümkün görkemli dizelerinde. Bize bu cehennemi yaşatanlara lanet, 15 temmuz ve öncesinde kahramanca çarpışan tüm şehitlerimize rahmet...

yıldızlar dağıldı yerlerinden
karardı güneş 
ne akrep kaldı ne yelkovan
bilinmez hangi zaman içindeyiz
tuzruhu yağıyor bulutlardan
elimiz yüzümüz paramparça
tepeden tırnağa kan içindeyiz

insan yiyen ağaçlar kuşatmış çevremizi
nemli kadife teması yamyam yapraklarının
eflatun ve sarı
leoparlar sürüyor besbelli izimizi

uzaktan sırtlan kahkahaları
zehirli örümcekler sarmaşıklardan
hem aç hem susuz günlerdir uykusuz
çok fena kaybolmuşuz
vahşi bir orman içindeyiz

cehennemde sofra kurmuşuz
bir yanardağ sofrası
alev fıskıyeleri erimiş gümüşten havuzda
elmas sürahilerde yakut şarabı lavlar
ateşten lokmalar avurdumuzda
çatır çutur şimşekler çatılıyor
kıvılcımlı bir yangın kızıllığı
göz gözü görmez bir duman içindeyiz

silahlar doldurulur
şakır şukur
dışarda nöbet devralınıyor
içerde zincirlerin ağırlığı
öfke ve keder
ve inanılmaz pişmanlıklar
tavandan yağlı bir su damlıyor
lağım karanlığında farelerin ıslığı
dört zaruret halinde dört duvar
içimiz artık büsbütün deniz
o mavi gezegen ki adına dünya denilmiştir
aslında yedi kat zindan içindeyiz

4 Temmuz 2016 Pazartesi

Bayram ve rabarba

Bir bayram daha kollarını açmış bizi bekliyor. Şanslıymışız ki, şu erken ölümler ülkesinde bir bayram daha yaşamaya ömrümüz varmış. Bu şükran duygusu, bir sonraki bayramı görememe ihtimalini düşünerek gölgelense de bayram tanrısal bir armağandır pırıltısını kaybetmeyen.

Bayramlar insanın kendisini sorgulama vesilesi de olabilir. Hani her yılbaşında kimileri geleceğe ilişkin sözler verirler: Sigarayı bırakacağım, kilo vereceğim, vs. Bayramlarda da "Bir bayramı daha hak kazanmak için ne yaptım?" diye düşünülebilir: Bir önceki bayramdan bu yana kaç kişinin yaşamına dokundum ve nasıl dokundum, yakın çevremdekiler dışında en azından bir insanın sevincini çoğalttım mı, bir yarasına merhem olabildim mi, olamadıysam acısını hafifletebildim mi? Yalnızca insanların değil, diğer canlıların da yaşadıkları zorlukları elden geldiğince azaltabildim mi? Kendi hesabıma, bu sorulara verdiğim yanıtlar ölçüsünde bayramı hak ettiğimi düşünürüm. Yani zaman akıp giderken "bir bayramı daha idrak etme"nin üstüne eklenebilecek bir değer olabilir bayramı hak etmek.

Ancak bayramda küslerin barışacağına, dargınlıkların giderileceğine dair naif inancım yok. Toplumdaki yozlaşma ve çürümüşlük ortada. Bir çırpıda tüm olumsuzlukları rafa kaldırıp "hayat bayram olsa" şarkısını söylemek de mümkün değil. Fakat dileğim; bayramı sevdiklerinin, yarinin, yareninin, çocuğunun yanında sağlıkla ve huzurla geçirenler için diğer olumsuzluklar bir müddet "rabarba" olarak kalsın. Rabarba da nesi, diyorsanız açıklayayım. Diyelim bir film izliyorsunuz ve filmin bir sahnesinde oyuncular restoranda yemek yiyip sohbet ediyorlar. Restorandaki diğer insanlardan yükseldiğini algıladığınız fakat dikkate almadığınız boğuk sesler rabarbadır. Seyirciler, oyuncuların konuşmasına odaklanırken fonda yer alan anlamsız seslerden oluşan mekan gürültüsüdür. İşte sevdiklerimizin yanında geçirdiğimiz güzel anlara odaklandığımızda bayram gerçek kıymetini bulur, onun ötesindeki tatsızlıklar fasa fisodur, rabarbadır. Aslında "Sevdiklerimizin yanında geçirdiğimiz her an bayramdır" demek geliyor içimden; ama o zaman da "Deliye her gün bayram" atasözüne tosluyorum. Atalar bunu hangi bağlamda söylemiş bilmiyorum ve her atasözü de haklı olacak değil ya! Asık suratlı bir akıllı olmaktansa deli olmak yeğdir. Ne mutlu böyle bir deliliği peşin peşin kabullenenlere! Ne mutlu yaşadığı anların ve bayramların kıymetini bilenlere!

27 Haziran 2016 Pazartesi

İnci'nin ilk mektubu (ya da bir annenin hezeyanları)

Merhaba dünya,  

Bir dünyalı daha kuruldu geniş kucağına. Bir kursak daha açıldı yeryüzü sofrasındaki acı-tatlı yemişleri tatmak için. 

Etrafımda toplaşanların söylediklerine bakılırsa olağandan fazla bekletmişim onları. Eve gelen misafirler dünyaya nasıl geldiğimi soruyorlar anneme. O da "karnıyarık" yönteminden bahsediyor ve bu sözüyle onları güldürüyor. Oysa bir de bana sorun; doğumumda gülünecek ne varmış? Haftalardır sıcacık bir kozanın rahatlığına gömülmüşken birdenbire üstümdeki kapak açılıverdi ve beni maskeli, yemyeşil ninja kaplumbağa kostümlü adamlar buz kesen bir odaya alıverdi. Bağırıp çağırmak nafile! 

Şimdi bulunduğum yer fena sayılmaz, ana rahmi kadar rahat değilse de. Ne de olsa konformist günlerim geride kaldı. Emeksiz yemek yok. İlk günlerimde biraz zorlanmış olsam da, artık en sevdiğim iş oldu annemin sevecen göğsündeki süt musluklarına ağzımı dayayıp hayat iksirini yudumlamak. 

Annemi gördüğüm an bir güğüm süt görmüş gibi oluyorum desem yalan olmaz. Gerçi görme duyum henüz berraklaşmadı; fakat koklayabildiğim kadarıyla da öyle: O hep süt kokuyor! Sınırlı algımla seçebildiğim annem; uzun siyah saçlı, evde daima yelpazeyle gezip sıcaklardan yakınan ve sürekli su içen bir kadın. Bir de dayımla çok kaynatıyorlar! Bazen benimle ilgili, bazen başka konulardan konuşup habire kıkırdıyorlar. Annem benim ismimi bir şiirden devşirmiş. Dayım ise ben annemden beslenirken bana bakıp "Adiloş bebe" diye birisinden bahsedip duruyor:  
Doğdun,
Üç gün aç tuttuk
Üç gün meme vermedik sana 
Adiloş Bebem, 
Hasta düşmeyesin diye, 
Töremiz böyle diye, 
Saldır şimdi memeye,
Saldır da büyü...


Babama gelince... Kocaman ellerinin arasında arşa yükseliyorum sanki. Eksik olmasın, benimle bir yetişkin gibi konuşan tek insan o ("N'oldu sana?" derken l harfini inceltmesini saymazsak). Diğerlerine bakıyorum; koca koca adamlar ve kadınlar seslerini cırlatarak, dudaklarını büzerek, şekilden şekle girerek benimle iletişim kurma çabasındalar. Neden böyle yapıyorlar, anlayamıyorum. Ayrıca anneannem, babaannem ve bazı teyzeler yüzüme bakarak mırıl mırıl bir şeyler söylüyorlar. Mırıltıları bitince yüzüme üflüyorlar. Bunun da ne olduğu hakkında en ufak bir fikrim yok. Ancak sonundaki üflemeyle gelen serinlik, şu yaz sıcaklarında çok hora geçiyor.

Üzerinize afiyet, biraz gaz sorunum var. Çektiğim ıstırabın tarifi imkansız; ben de zaten tarif edemediğim için veryansın bağırıyorum. Yaşadığım bu işkencenin ödülü olsa gerek; büyüklerin dünyasında ulu orta gaz çıkarma hiç hoş görülmezken, benim gaz çıkarmam takdirle karşılanıyor, neredeyse alkışlanıyor. Laf aramızda, bir ikindi vakti annemin bağrında yarı uykulu yarı uyanık, sıcaktan mayışmış bir halde keyif çatarken, annemle baş başa tadını çıkardığımız o ânın mutluluğunu taçlandırmak için, yani sırf o mutlu olsun diye, muhteşem bir "Tzoooort!" sesiyle gaz çıkarttım. Ama annem dalga geçti benimle: "Hiç romantik değilsin kızım!" Ben bu dünyaya büyükleri anlama çilesini çekmeye mi geldim?

Siz yetişkinler kadar karmaşık değilim oysa. Tek istediğim, huzur güven istikrar. (Televizyonda bağırıp çağıran takım elbiseli adamların sözleri gibi oldu ya, neyse.) Huzurla beslenmek, güven içinde uyumak ve tüm bunları istikrarlı bir biçimde tekrar etmek. Evet, istediğim yalnızca bu. Benim gibi milyonlarca yeni doğmuş ve doğacak dünyalıların da istediği... Ben isteklerimi sevimli ailemden karşılayabiliyorum; fakat dünya benim aileme ve evime benziyor mu, onu bilmiyorum...

19 Haziran 2016 Pazar

"İnci Dakikaları"

Sen bana yeni yılsın her dakika
Her dakika bir yaşıma daha giriyorum

Sen benim üstüne titrediğim güzel ve yeni
Saatim kadar saadetimin gözbebeği zamansın
...

Sezai Karakoç - İnci Dakikaları 

Yukarıdaki şiirin derinlerine dalış yapıp çıkardım kızımın ismini. Ve bu dizelerdeki gibi onunla geçirdiğim her dakika İnci dakikası ve o dakikada bir yaşıma daha giriyorum! Bu hesaba göre 11 Haziran 2016'dan beri yaşım on bini geçti bile! Zaman ne hızlı akıyormuş meğer...

Bir de Pilli Bebek'in çok sevdiğim "Kızım" şarkısında bakın ne buldum: 
Sadece ikimizin uyandığı saatlerde duruyor zaman

Buyur buradan yak: İncimin yanında zaman duruyor mu, yoksa süratle ilerliyor mu? Çözemedim bu bilmeceyi. İyisi mi büyüyünce kızıma sorayım. O büyüyünceye kadar da bu şarkıyı kendi kendime mırıldanayım:

Gel kızım sokul bana
Bir kez daha alayım kokusunu
Benim küçük bahçemin

31 Mayıs 2016 Salı

"Körleşme"ye yarı kör bir bakış

Uzun süredir okumayı düşündüğüm Elias Canetti'nin "Körleşme"sini (Sel Yayıncılık, çev. Ahmet Cemal) okuduktan sonra yapıt üzerine en fazla körün fili tarifine benzer bir yorumlamada bulunabileceğimi gördüm. Çünkü kitap biraz zor bir kitap. Okumaya başladığım günün gecesinde karmakarışık rüyalar görmekle başladı serüvenim. İlerleyen sayfalarda bazı satırları dönüp dönüp tekrar okudum, bazılarını da olduğu yerde bırakmak zorunda kaldım. Tüm bu zorluğuna rağmen elimden düşmeyen bir kitap oldu. Hatta kitabın bende bıraktığı izi "Bir hışmınan geldi geçti, peh peh peh!..." diye özetleyebilirim. Bu yapıttan payıma şimdilik neler düştü; sıcağı sıcağına ve tane tane yazayım:

1) Şapka çıkarılası bir birikim ve yazın ustalığı var karşımızda; çünkü bu yapıt 26 yaşındaki bir yazarın kılıcını kınından çıkarıp edebiyat dünyasına acımasızca sallaması ve kafa tutmasıdır adeta! Karakterlerin özgünlüğü, okuru hep diken üstünde tutan akıcılık, kurguda okuru kimi zaman ters köşeye yatırma, vahşi bir güzelliği olan ürkütücü tasvirler (örn: Cennetin Yıldızları adlı pavyonun anlatımı), dikkatin sınırlarını zorlayan absürtlükler (örn: Kien ve kambur cücenin, kitap yiyen ve göbeği köşeli domuzdan kitapları kurtarma operasyonu!)... Ionesco ve Beckett'in absürt tiyatro ile yarattıklarının bir benzerine şahit olduğumu hissettim. Yazar, karakterlere saçmalatmış ama sağlam saçmalatmış! Örneğin bilimden, felsefeden ve kitaplardan beslenen Kien'i o noktada körleştirirken, emekli polis olan kapıcı Pfaff'ı da şiddet sarmalında körleştirmiş. 


2) Pek çok yerdeki tanıtımda kitap, sinoloji uzmanı Kien'in dış çevresine yabancılaşması ve körleşmesi üzerinden özetleniyor; bence karakterlerin hepsinde var bu. Körler sağırlar birbirini ağırlar misali; diyaloglar tam bir sağırlar diyaloğu. Ve karakterlerin yanılsamaları ile diğerlerinki bazen öyle birbirine giriyor ki, hangisi gerçek hangisi yanılsama?... Bunun içinden çıkmaya çalışırken Charlie Chaplin'in "Sirk" filmindeki ayna sahnesini yaşar gibi oldum:




3) Karakterlerin yaşadığı değişimlere hemen kendilerince bir kılıf uyduruvermeleri de çok ilginç. Örneğin kitabın başında Kien'in okumaktan mahrum kalma endişesi yüzünden kör olmaktan korkması, hatta körlerin yaşamalarının anlamsızlığına ilişkin yargıları var. Ancak ilerleyen bölümlerde evliliğinde yaşadığı rahatsızlıklar onu tam tersi bir duruşa, "körlük kuramı"na savuruyor:

"Körlük, zamanı ve mekânı alt etmeye yarayan bir silahtır; varlığımız tek dayanağını duyularımızla, gerek yapıları, gerekse kapsamları bakımından pek yetersiz olan duyularımızla kavradığımız birkaç kırıntının dışında, sonsuzluğa dek uzanıp giden bir körlükte bulur. Evrende egemen olan kuram, körlüktür. Körlük, birbirlerini görmeleri halinde beraberlikleri düşünülemeyecek nesnelerin ve yaratıkların yanyana bulunabilmelerine olanak tanır. Zamanın artık çekilmez olduğu, taşınması olanaksız bir yüke dönüştüğü noktada koparılabilmesi, ancak körlüğün yardımıyla düşünülebilir. Bu konuda en canlı örnek, çiçeksiz bitkilerin üreme organlarıdır. Elverişsiz yaşama koşullarının içinde bulundukları sürece bu organlar kalın zarlara sarınır, körlüğün koruyucu örtüsüne bürünür; ta ki elverişsiz koşullar ortadan kalkana dek. Ondan sonra organ, kendini savunabilmek amacıyla körlüğün karanlıklarına sığınmış organ, örtüsünü atar ve bir avuç yaşam niteliğiyle ortaya çıkar. Süreklilik niteliğini özünde taşıyan zamandan kaçabilmenin bir tek yolu vardır insanoğlu için: Arada sırada zamanın akışına gözlerini kapamak ve böylece görüldüğünde bize yabancı, itici gelmemesi için onu taşınabilir parçalara bölmek."

Bu satırları okur okumaz Nâzım Hikmet'in "Taranta-Babu'ya Altıncı Mektup"ta yazdığı "Kör Olmak" şiiri düştü aklıma:

Kör olmak ne iyi şeydir,
ne güzeldir sevmek karanlığı.
Ne yalın bir kılıç gibi bir ışık
ne renklerin ağırlığı
ve ne şekillerin kalabalığı..
Ne güzeldir sevmek karanlığı..

Kör olmak ne iyi şeydir.
Kapalı gözleriniz
                    çevrili içinize,
kıyısında oturup bakarsınız
içinizde dalgalanan denize.
Kapalı gözleriniz çevrili içinize..

Kör olmak ne iyi şeydir.
Körlerdir ki yalnız
kendi yürekleriyle baş başa kalırlar.
Ne kimseye kendi gözlerinden verirler
ne kimsenin gözlerinden alırlar.
Körlerdir ki yalnız
kendi yürekleriyle baş başa kalırlar.

Ne güzeldir sevmek karanlığı.
Karanlık allah gibidir ve tek başınadır.
Karanlık ölüm gibidir
                           rengi yok
                                     ahengi yok
                                              dengi yoktur karanlığın.

Dağıtın yanınızdan sopalarınızla
karanlığın peygamberleri, körler,
                                                       kalabalığı..
Kör olmak ne iyi şeydir
ve ne güzeldir sevmek karanlığı..

4) Kitabın iliğine kemiğine işlemiş koyu kıvamda, taş gibi bir mizah var. Hatta "Konfüçyus'un Çöpçatanlığı" ve "Taşlaşma" bölümlerinde kahkaha attım. Oğuz Atay'ın mizahına çok benziyor; zaten Oğuz Atay istemiş Ahmet Cemal'den bu yapıtı Türkçeye kazandırmasını. İyi ki istemiş ve iyi ki Ahmet Cemal'den istemiş. Üniversitede ders alma şansına eriştiğim hocam Ahmet Cemal'in kullandığı her sözcük ve cümle öyle yerli yerinde ve öyle bizden ki, insanın "eser Türkçe yazılmış ama olay başka diyarlarda geçiyor" diye düşünesi geliyor.

5) Ve özlemini çektiğim bir duyguyla yıllar sonra yeniden kuşandım: Kitabı okuduktan sonra onu okumuş birisiyle oturup uzun uzun konuşmak isteği: "Şu düğme meselesine ne diyorsun?", "Ya roman kahramanlarının yanı sıra bir karaktere dönüşmeye ramak kalmış, neredeyse konuşacak hale gelen kolalı etek?", "Kien'in yaşadığı yabancılaşma, beğenmediği insanların dünyasında oyuncak olması ve çöküşü günümüze ne söylüyor?", Yahudilik, akıl hastanesi, vb. semboller ve konu başlıkları üzerinden gidecek bir sohbet belki yarı körlüğümü çeyrek körlüğe indirebilir!

6) Romanda üç bölüm var: "Dünyasız Bir Kafa", "Kafasız bir Dünya" ve "Kafadaki Dünya". Kitabı okuduktan sonra benim kendi içimde açtığım dördüncü bölümün adı şu oldu: "Kafa Bi' Dünya!" Evet, Canetti'nin yapıtı fena kafa yapıyor! Karmakarışık bir evrende, baş döndürücü hızla çarpıklıklar geçit resmi izleniyor ve okuru düşündürtüyor.

16 Mayıs 2016 Pazartesi

"Yine Yapraklar"





Yine yapraklar yine güller 
yine güneşli yollarda yaz
yine küçük odalarda yalnızlık

benim de öyle gecelerim vardı
mavi bir deniz gibi
aşardı başımdan ay ışığı

benim de ellerim vardı
ince uzun beyaz
dokunurdum yoklardım
kapılar açılırdı önümde
içim içime sığmaz

bir kül bırakarak geçti mevsimlerim
güller yeniden açtı
uzak bir yıldız gibi kaldı
küçük odaların yalnızlığı.


OKTAY RİFAT

12 Mayıs 2016 Perşembe

Hayyam ve "Kimse Bilmez"

Bulut geçti, göz yaşları kaldı çimende
Gül rengi şarap içilmez mi böyle günde?
Bugün bu çimen bizim, yarın kim bilir kim
Gezecek bizim toprağın yeşilliğinde.

***

Seher yeli eser yırtar eteğini gülün
Güle baktıkça çırpınır yüreği bülbülün 
Sen şarap içmene bak, çünkü nice gül yüzler
Kopup dallarından toprak olmadalar her gün.

***

Bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye?
Ne zaman yıkılıp gidecek bu güzelim kubbe?
Aklın yollarıyla ölçüp biçemezsin bunu sen
Mantıkların, kıyasların sökmez senin bu işde.