23 Temmuz 2016 Cumartesi

Darbeli matkap

Önce bir hikaye: Vietnam’da “zayiat” vermek istemeyen bir Amerikan generali “temizlik” harekâtında alması gereken bir köyü taş taş üstünde kalmayana kadar bombalatır. Özel birlikler köyü sarar ve tek tek evleri arayıp “temiz” raporunu verip “alındı” listesine bir yenisini ekleyip tam köyden ayrılırken arkalarından tek bir el ateş edilir. Yine inanılmaz bir bombardıman başlar. Mantar gibi yükselen alev topları, makinelilerin sinir bozucu sesi ve arkasından korkunç bir ölüm sessizliği... Yine özel timler her bir deliği ararlar ve döküntülerin arasında bir deri bir kemik Vietnamlı bir çocuğu elinde bir tüfekle bulurlar. Çocuğu doğrudan generalin önüne getirirler. General çocuğu görünce çok etkilenir. Kimseleri görmeden bombalar yağdırmaya benzemez karşılıklı ilişki. Generalin sağ gözü takmadır. Üstelik de hayli belirgin bir protez. Çocuğa dönüp: 
– Bak sana bir şans vereceğim. Hangi gözümün gerçek olduğunu bil, seni kurşuna dizilmekten kurtarayım. 
Çocuk bir an generalin yüzüne bakar ve:
– Sağ gözün gerçek! 
General şaşırır:
– Nasıl olur, sağ gözüm takma, niye böyle dedin ki? 
Çocuk:     
– O daha insanca bakıyordu.

Takma göz gibi bir demokrasimiz var insanca baktığını varsaydığımız. Takma diş, takma kirpik, takma tırnak gibi seçim zamanlarında takılan ve sonrasında çıkarılan. Sağından soluna, iktidardan muhalefete pek çok siyasetçi seviyor bu eğreti demokrasiyi. Tek adam sultası altında çok seslilik yok, erdemli duruş, eleştiri ve özeleştiri hak getire. İşte böyle bir takma ve çakma demokraside uzunca bir süredir ölümlerden ölüm, zulümlerden zulüm beğenirken ve tüm bunlar canımıza yeterken beyni yıkanmış, gözü dönmüş müritler sürüsü adeta bir matkapla kurumların içini ince ince oymuşlar ve hepimize bu çöküntünün altında yok olmayı reva görmüşler. 

Her ne kadar -miş'li geçmiş zamana tutunarak yaşadığım şokun etkisiyle sendelemekten kurtulsam da hâlâ bir karabasanın içindeyim. "Peygamber ocağı"na yuvalanan bu kişilerden geçmişte medet umup onların efendisiyle bir zamanlar neredeyse yanak yanağa dans edip şimdi ağlaşanlar yarına dair hiçbir umut verici öz değerlendirme yapmıyorlar (yapmazlar da zaten). O yüzden benim karabasanım devam ediyor.

"Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler memleketi olamaz" sözü ayaklar altına alındı, ülkemin en parlak subayları, gazetecileri, akademisyenleri iftiralarla hapislerde çürütüldü. İnsanlar kahrından kanser olurken, intihar ederken omuz silkenler, bu onurlu insanlardan boşalan yerlere bir an önce "altın nesil"den figüranları doldurma telaşındaydı. Al işte; altın nesil altın vuruş yaptı. Geleceğimi altın neslin sabık kankaları mı güvenli bir şekilde inşa edecek? Eskiden elini öptükleri sonra sırt çevirdikleri Erbakan'ın deyişiyle kendi sorumu yanıtlayayım: "Hadi oradan, hadi oradan, hadi oradan!..."

Postallı darbeye karşı olmak yıllardır sürüp giden postalsızına alkış tutmamı gerektirmiyor. Fişlemeler, baskılar, baskınlar, mahpusluklar... Tam bir "korkunun krallığı"... Buyurun, yine yolum şiire çıktı! Hazır uğramışken Attila İlhan'a, onun Korkunun Krallığı kitabındaki "Cehennem Kasidesi" anlatsın meramımı. Bu şiir, 12 eylül cehennemine yazılmıştır; ama 15 temmuz kâbusunu da okumak mümkün görkemli dizelerinde. Bize bu cehennemi yaşatanlara lanet, 15 temmuz ve öncesinde kahramanca çarpışan tüm şehitlerimize rahmet...

yıldızlar dağıldı yerlerinden
karardı güneş 
ne akrep kaldı ne yelkovan
bilinmez hangi zaman içindeyiz
tuzruhu yağıyor bulutlardan
elimiz yüzümüz paramparça
tepeden tırnağa kan içindeyiz

insan yiyen ağaçlar kuşatmış çevremizi
nemli kadife teması yamyam yapraklarının
eflatun ve sarı
leoparlar sürüyor besbelli izimizi

uzaktan sırtlan kahkahaları
zehirli örümcekler sarmaşıklardan
hem aç hem susuz günlerdir uykusuz
çok fena kaybolmuşuz
vahşi bir orman içindeyiz

cehennemde sofra kurmuşuz
bir yanardağ sofrası
alev fıskıyeleri erimiş gümüşten havuzda
elmas sürahilerde yakut şarabı lavlar
ateşten lokmalar avurdumuzda
çatır çutur şimşekler çatılıyor
kıvılcımlı bir yangın kızıllığı
göz gözü görmez bir duman içindeyiz

silahlar doldurulur
şakır şukur
dışarda nöbet devralınıyor
içerde zincirlerin ağırlığı
öfke ve keder
ve inanılmaz pişmanlıklar
tavandan yağlı bir su damlıyor
lağım karanlığında farelerin ıslığı
dört zaruret halinde dört duvar
içimiz artık büsbütün deniz
o mavi gezegen ki adına dünya denilmiştir
aslında yedi kat zindan içindeyiz

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder