Uzun süredir okumayı düşündüğüm Elias Canetti'nin "Körleşme"sini (Sel Yayıncılık, çev. Ahmet Cemal) okuduktan sonra yapıt üzerine en fazla körün fili tarifine benzer bir yorumlamada bulunabileceğimi gördüm. Çünkü kitap biraz zor bir kitap. Okumaya başladığım günün gecesinde karmakarışık rüyalar görmekle başladı serüvenim. İlerleyen sayfalarda bazı satırları dönüp dönüp tekrar okudum, bazılarını da olduğu yerde bırakmak zorunda kaldım. Tüm bu zorluğuna rağmen elimden düşmeyen bir kitap oldu. Hatta kitabın bende bıraktığı izi "Bir hışmınan geldi geçti, peh peh peh!..." diye özetleyebilirim. Bu yapıttan payıma şimdilik neler düştü; sıcağı sıcağına ve tane tane yazayım:
1) Şapka çıkarılası bir birikim ve yazın ustalığı var karşımızda; çünkü bu yapıt 26 yaşındaki bir yazarın kılıcını kınından çıkarıp edebiyat dünyasına acımasızca sallaması ve kafa tutmasıdır adeta! Karakterlerin özgünlüğü, okuru hep diken üstünde tutan akıcılık, kurguda okuru kimi zaman ters köşeye yatırma, vahşi bir güzelliği olan ürkütücü tasvirler (örn: Cennetin Yıldızları adlı pavyonun anlatımı), dikkatin sınırlarını zorlayan absürtlükler (örn: Kien ve kambur cücenin, kitap yiyen ve göbeği köşeli domuzdan kitapları kurtarma operasyonu!)... Ionesco ve Beckett'in absürt tiyatro ile yarattıklarının bir benzerine şahit olduğumu hissettim. Yazar, karakterlere saçmalatmış ama sağlam saçmalatmış! Örneğin bilimden, felsefeden ve kitaplardan beslenen Kien'i o noktada körleştirirken, emekli polis olan kapıcı Pfaff'ı da şiddet sarmalında körleştirmiş.
2) Pek çok yerdeki tanıtımda kitap, sinoloji uzmanı Kien'in dış çevresine yabancılaşması ve körleşmesi üzerinden özetleniyor; bence karakterlerin hepsinde var bu. Körler sağırlar birbirini ağırlar misali; diyaloglar tam bir sağırlar diyaloğu. Ve karakterlerin yanılsamaları ile diğerlerinki bazen öyle birbirine giriyor ki, hangisi gerçek hangisi yanılsama?... Bunun içinden çıkmaya çalışırken Charlie Chaplin'in "Sirk" filmindeki ayna sahnesini yaşar gibi oldum:
1) Şapka çıkarılası bir birikim ve yazın ustalığı var karşımızda; çünkü bu yapıt 26 yaşındaki bir yazarın kılıcını kınından çıkarıp edebiyat dünyasına acımasızca sallaması ve kafa tutmasıdır adeta! Karakterlerin özgünlüğü, okuru hep diken üstünde tutan akıcılık, kurguda okuru kimi zaman ters köşeye yatırma, vahşi bir güzelliği olan ürkütücü tasvirler (örn: Cennetin Yıldızları adlı pavyonun anlatımı), dikkatin sınırlarını zorlayan absürtlükler (örn: Kien ve kambur cücenin, kitap yiyen ve göbeği köşeli domuzdan kitapları kurtarma operasyonu!)... Ionesco ve Beckett'in absürt tiyatro ile yarattıklarının bir benzerine şahit olduğumu hissettim. Yazar, karakterlere saçmalatmış ama sağlam saçmalatmış! Örneğin bilimden, felsefeden ve kitaplardan beslenen Kien'i o noktada körleştirirken, emekli polis olan kapıcı Pfaff'ı da şiddet sarmalında körleştirmiş.
2) Pek çok yerdeki tanıtımda kitap, sinoloji uzmanı Kien'in dış çevresine yabancılaşması ve körleşmesi üzerinden özetleniyor; bence karakterlerin hepsinde var bu. Körler sağırlar birbirini ağırlar misali; diyaloglar tam bir sağırlar diyaloğu. Ve karakterlerin yanılsamaları ile diğerlerinki bazen öyle birbirine giriyor ki, hangisi gerçek hangisi yanılsama?... Bunun içinden çıkmaya çalışırken Charlie Chaplin'in "Sirk" filmindeki ayna sahnesini yaşar gibi oldum:
3) Karakterlerin yaşadığı değişimlere hemen kendilerince bir kılıf uyduruvermeleri de çok ilginç. Örneğin kitabın başında Kien'in okumaktan mahrum kalma endişesi yüzünden kör olmaktan korkması, hatta körlerin yaşamalarının anlamsızlığına ilişkin yargıları var. Ancak ilerleyen bölümlerde evliliğinde yaşadığı rahatsızlıklar onu tam tersi bir duruşa, "körlük kuramı"na savuruyor:
"Körlük, zamanı ve mekânı alt etmeye yarayan bir silahtır; varlığımız tek dayanağını duyularımızla, gerek yapıları, gerekse kapsamları bakımından pek yetersiz olan duyularımızla kavradığımız birkaç kırıntının dışında, sonsuzluğa dek uzanıp giden bir körlükte bulur. Evrende egemen olan kuram, körlüktür. Körlük, birbirlerini görmeleri halinde beraberlikleri düşünülemeyecek nesnelerin ve yaratıkların yanyana bulunabilmelerine olanak tanır. Zamanın artık çekilmez olduğu, taşınması olanaksız bir yüke dönüştüğü noktada koparılabilmesi, ancak körlüğün yardımıyla düşünülebilir. Bu konuda en canlı örnek, çiçeksiz bitkilerin üreme organlarıdır. Elverişsiz yaşama koşullarının içinde bulundukları sürece bu organlar kalın zarlara sarınır, körlüğün koruyucu örtüsüne bürünür; ta ki elverişsiz koşullar ortadan kalkana dek. Ondan sonra organ, kendini savunabilmek amacıyla körlüğün karanlıklarına sığınmış organ, örtüsünü atar ve bir avuç yaşam niteliğiyle ortaya çıkar. Süreklilik niteliğini özünde taşıyan zamandan kaçabilmenin bir tek yolu vardır insanoğlu için: Arada sırada zamanın akışına gözlerini kapamak ve böylece görüldüğünde bize yabancı, itici gelmemesi için onu taşınabilir parçalara bölmek."
"Körlük, zamanı ve mekânı alt etmeye yarayan bir silahtır; varlığımız tek dayanağını duyularımızla, gerek yapıları, gerekse kapsamları bakımından pek yetersiz olan duyularımızla kavradığımız birkaç kırıntının dışında, sonsuzluğa dek uzanıp giden bir körlükte bulur. Evrende egemen olan kuram, körlüktür. Körlük, birbirlerini görmeleri halinde beraberlikleri düşünülemeyecek nesnelerin ve yaratıkların yanyana bulunabilmelerine olanak tanır. Zamanın artık çekilmez olduğu, taşınması olanaksız bir yüke dönüştüğü noktada koparılabilmesi, ancak körlüğün yardımıyla düşünülebilir. Bu konuda en canlı örnek, çiçeksiz bitkilerin üreme organlarıdır. Elverişsiz yaşama koşullarının içinde bulundukları sürece bu organlar kalın zarlara sarınır, körlüğün koruyucu örtüsüne bürünür; ta ki elverişsiz koşullar ortadan kalkana dek. Ondan sonra organ, kendini savunabilmek amacıyla körlüğün karanlıklarına sığınmış organ, örtüsünü atar ve bir avuç yaşam niteliğiyle ortaya çıkar. Süreklilik niteliğini özünde taşıyan zamandan kaçabilmenin bir tek yolu vardır insanoğlu için: Arada sırada zamanın akışına gözlerini kapamak ve böylece görüldüğünde bize yabancı, itici gelmemesi için onu taşınabilir parçalara bölmek."
Bu satırları okur okumaz Nâzım Hikmet'in "Taranta-Babu'ya Altıncı Mektup"ta yazdığı "Kör Olmak" şiiri düştü aklıma:
ne güzeldir sevmek karanlığı.
Ne yalın bir kılıç gibi bir ışık
ne renklerin ağırlığı
ve ne şekillerin kalabalığı..
Ne güzeldir sevmek karanlığı..
Kör olmak ne iyi şeydir.
Kapalı gözleriniz
çevrili içinize,
kıyısında oturup bakarsınız
içinizde dalgalanan denize.
Kapalı gözleriniz çevrili içinize..
Kör olmak ne iyi şeydir.
Körlerdir ki yalnız
kendi yürekleriyle baş başa kalırlar.
Ne kimseye kendi gözlerinden verirler
ne kimsenin gözlerinden alırlar.
Körlerdir ki yalnız
kendi yürekleriyle baş başa kalırlar.
Ne güzeldir sevmek karanlığı.
Karanlık allah gibidir ve tek başınadır.
Karanlık ölüm gibidir
rengi yok
ahengi yok
dengi yoktur karanlığın.
Dağıtın yanınızdan sopalarınızla
karanlığın peygamberleri, körler,
kalabalığı..
Kör olmak ne iyi şeydir
ve ne güzeldir sevmek karanlığı..
4) Kitabın iliğine kemiğine işlemiş koyu kıvamda, taş gibi bir mizah var. Hatta "Konfüçyus'un Çöpçatanlığı" ve "Taşlaşma" bölümlerinde kahkaha attım. Oğuz Atay'ın mizahına çok benziyor; zaten Oğuz Atay istemiş Ahmet Cemal'den bu yapıtı Türkçeye kazandırmasını. İyi ki istemiş ve iyi ki Ahmet Cemal'den istemiş. Üniversitede ders alma şansına eriştiğim hocam Ahmet Cemal'in kullandığı her sözcük ve cümle öyle yerli yerinde ve öyle bizden ki, insanın "eser Türkçe yazılmış ama olay başka diyarlarda geçiyor" diye düşünesi geliyor.
5) Ve özlemini çektiğim bir duyguyla yıllar sonra yeniden kuşandım: Kitabı okuduktan sonra onu okumuş birisiyle oturup uzun uzun konuşmak isteği: "Şu düğme meselesine ne diyorsun?", "Ya roman kahramanlarının yanı sıra bir karaktere dönüşmeye ramak kalmış, neredeyse konuşacak hale gelen kolalı etek?", "Kien'in yaşadığı yabancılaşma, beğenmediği insanların dünyasında oyuncak olması ve çöküşü günümüze ne söylüyor?", Yahudilik, akıl hastanesi, vb. semboller ve konu başlıkları üzerinden gidecek bir sohbet belki yarı körlüğümü çeyrek körlüğe indirebilir!
6) Romanda üç bölüm var: "Dünyasız Bir Kafa", "Kafasız bir Dünya" ve "Kafadaki Dünya". Kitabı okuduktan sonra benim kendi içimde açtığım dördüncü bölümün adı şu oldu: "Kafa Bi' Dünya!" Evet, Canetti'nin yapıtı fena kafa yapıyor! Karmakarışık bir evrende, baş döndürücü hızla çarpıklıklar geçit resmi izleniyor ve okuru düşündürtüyor.
5) Ve özlemini çektiğim bir duyguyla yıllar sonra yeniden kuşandım: Kitabı okuduktan sonra onu okumuş birisiyle oturup uzun uzun konuşmak isteği: "Şu düğme meselesine ne diyorsun?", "Ya roman kahramanlarının yanı sıra bir karaktere dönüşmeye ramak kalmış, neredeyse konuşacak hale gelen kolalı etek?", "Kien'in yaşadığı yabancılaşma, beğenmediği insanların dünyasında oyuncak olması ve çöküşü günümüze ne söylüyor?", Yahudilik, akıl hastanesi, vb. semboller ve konu başlıkları üzerinden gidecek bir sohbet belki yarı körlüğümü çeyrek körlüğe indirebilir!
6) Romanda üç bölüm var: "Dünyasız Bir Kafa", "Kafasız bir Dünya" ve "Kafadaki Dünya". Kitabı okuduktan sonra benim kendi içimde açtığım dördüncü bölümün adı şu oldu: "Kafa Bi' Dünya!" Evet, Canetti'nin yapıtı fena kafa yapıyor! Karmakarışık bir evrende, baş döndürücü hızla çarpıklıklar geçit resmi izleniyor ve okuru düşündürtüyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder