8 Ağustos 2016 Pazartesi

Çocuklar, anneler, babalar

Geçenlerde hastanede sıra bekliyoruz. Yanımızda anne, baba ve 8-9 yaşlarında bir kız çocuktan oluşan sevimli bir çekirdek aile oturuyor. Çocuğun elinde tatil kitabı olduğunu tahmin ettiğim bir kitap var. Ve çocuk, kitaptaki bulmaca, labirent gibi etkinliklerle meşgul... Diyeceğim ama sadece çocuk değil; anne ve babası da olaya tüm hararetleriyle dahil olmuşlar. Çocuk belli ki bir problemin üstesinden gelememiş, anne ve babası da ona "yol gösteriyorlar"! Baba da, anne de nedense gergin ve birlikte kızın üzerine çullanıyorlar adeta: "Kızım görmüyor musun bu kadar basit şeyi!", "Kaç kere anlattım sana!", "Hâlâ anlamıyor musun?"... 

Fesuphanallah... Derler ya; dışına baktım yeşil türbe, içine girdim estağfurullah tövbe... Dışarıdan bu ebeveynler ne kadar iyi niyetli ve çocuklarının dandik bir tatil kitabı vasıtasıyla bile eğitsel gelişimine ne kadar önem veriyor gibi görünüyor. Ama bir de çocuğun gözlerindeki endişeyi okumak lazım. Ürkek bakışlarla, titrek bir sesle soru sorduğuna soracağına pişman olan bu kızcağızın hevesi budandı gitti işte! Yalnızca hevesi mi, benlik tasarımı da sizlere ömür. Ya bundan sonra karar alırken anne babasının onayını almadan, ağzının içine bakmadan adım atamayacak ya da bağımsızlığını söke söke elde etmek için savaşacak. Her iki seçenekte de Allah yardımcısı olsun.

Şimdi hatırladıkça gülerim ama benim de çocukken babamla matematik çalışma anlarım birer mini travmaydı. Türkçe ve sosyal bilgiler gayet iyi, fen bilgisi eh işte, fakat matematik her kronik matematiksevmez gibi benim için de kâbustu. Üstüne üstlük babamın tuhaf bir huyu vardı: Her ders gayet şefkatli başlar, ancak konular karmaşıklaşıp ben içinden çıkamayınca babamın sesi ve öfkesi ona paralel biçimde yükselirdi. Bunun en görünür belirtisi de kâğıda çizdiği rakamların gittikçe büyümesiydi. Diyelim bir problemde kritik öneme sahip rakam sıfır. Problemi çözmeye başladığımızda yumuşacık, gülümseyen bir sıfır çizerdi kâğıda ve beklerdi babam yanıtımı. Ben eveleyip geveledikçe babam o sıfırı bir beden büyütür, iki beden büyütür -tabii bu arada dakikalar geçtikçe ve babam anlatmaktan yorulup hınçlandıkça daha da zırvalardım-, o büyüyen sıfır oldu mu sana korkunç bir mağara ağzı! Babam peş peşe öfke volkanını patlatırken o dev mağara kılıklı sıfır da beni karanlığında yutmaya hazır. Ve olayın doruk noktasına buyurun: Babam sıfırları azmanlaştırırken kalemi fazla bastırdığı için kâğıt caart diye yırtılır... Ve sonuç: Yırtık pırtık kâğıtlar, "başkalarına öğretmenlik yapmışken nasıl olur da kendi kızıma matematik öğretemem"in haklı(!) öfkesiyle kıpkırmızı kesilmiş babam, kollarını yüzüne kapatıp ağlayan ve matematiksevmezliğinden bir gram eksilmemiş ben... Şimdilerde geyik malzemesi olan Alp Er Tunga destanının aşağıdaki dizeleri anlatmaz mı şu trajediyi siz söyleyin (onca kavga gürültüden sonra ortama çöken ölüm sessizliği ve dramatik ıssızlığı da gözünüzde canlandırarak lütfen):

Alp Er Tunga öldi mü?
Issız ajun kaldı mu?
Ödlek öçin aldı mu?
Emdi yürek yırtılur.

Aaaah dostlar ah, yırtılan yalnızca kâğıt olsaydı keşke... Neyse abartmayalım, fazla da arabesk sosa bulamayalım işi. O zaman için evet, "emdi yürek yırtılur" durumu yaşamıştık babamla. Hatta babam rakamları biraz daha büyütseydi yalnızca matematikten değil; babamdan da nefret edecektim. Allahtan babam iyi toparlıyordu vaziyeti. Kara kuru kızının sulu sulu ağladığını görünce sarılır ve böylece, dile getiremediği özrünü dolaylı olarak sunardı bana. 

Araba kullanmam konusunda da sarsılmaz bir inadı vardı. Ne zaman reşit oldum, o zaman ehliyet almam için üsteledi; oysa ben hiç oralı değildim. Onun zoruyla ehliyet aldım, yine onun zoruyla yıllarca birlikte araba kullandık. Trafiğe çıkma konusunda anormal derecede korkaktım; paniğe kapıldıkça trafiğe çıkmaktan daha sakınır oldum, sakındıkça iyice tavşanlaştım. Ama adamda ne direnç varmış arkadaş; ben kaçak güreştikçe kontağı kapatır, "Hadi bakalım geç direksiyona" diye arabayı benim gibi bir acemiye gönül rahatlığıyla teslim ederdi. İyi ki etmiş. Matematik öğretiminde başarılı olamadı; ancak rahatlıkla araba kullanan bir kızı var artık. Peki matematik çalıştırırken sinirlenen adam, direksiyon dersinde farklı mı olacaktı? Asla. Şanına yaraşmaz bir kere. Her ne kadar yuvarlana yuvarlana çığa dönüşen sıfırlar, yırtılan kâğıtlar ve yürekler olmadıysa da, direksiyon derslerimiz de epey tantanalı geçmiştir.

Hastanede karşılaştığım ve belki de yukarıda yaşadıklarımı kendisinde bulduğum küçük kızın -tatil kitabının eğlencesinden mahrum, ana babasının öğretme hırsından muzdarip o küçük kızın- yaşadıkları inşallah benim gözlemlediğimle sınırlıdır. Fakat ne yazık ki, işin içine notlar ve okul habitatındaki rekabet girince veliler daha da yırtıcı hâle gelebiliyorlar! Ama dedim ya, dışarıdan bakınca hepsi iyi niyetli, hepsi çocuğunun başarılı olmasını istiyor... "Cehenneme giden yol iyi niyet taşlarıyla döşelidir" sözünü burada anımsamakta yarar var. Benim babam da iyi niyetliydi, onda zerre kadar tereddüdüm yok. Ama babam hırslandıkça ben matematiği daha iyi öğrenebildim mi? Hayır. Matematiği sevebildim mi? Hayır. Babam bana bir şeyler öğretebilmiş olmanın zevkini yaşadı mı? Yine hayır. O zaman bu "iyi niyet" kime yaradı? 

Anne babalar kafalarındaki harika çocuğu ya da kendi minyatürlerini çocuklarında görmekten vazgeçse iyi olacak galiba. Bu hafta yaşam yolculuğunda ikinci ayını dolduracak kızım bile benden çok farklı. Rahmimde dokuz ay zorunlu misafirlik yaptı diye Sevgi'nin minyatürü olmak zorunda değil ki o! Bana benzemesini gerçekten istiyor muyum? Bana benzer yönleri olursa gururum okşanır; ama Yaradan salt Sevgi'nin egosu şişsin diye onca mesai yapıp onu yaratmış olmasa gerek. 

Daha geçen hafta kızım ağlarken onu müzik terapisine alayım, klasik Türk müziğinden seçkin şarkılar dinleteyim dedim: "Bir ihtimal daha var", "Bir bahar akşamı rastladım size", "Olmaz ilaç sine-i sad pareme" (en sevdiğimdir). İçi bayıldı. Dur bakalım dedim, Tarkan'ı deneyelim bir de. Dinlettim "Kuzu Kuzu"yu. Sesi kesti. Başını da yeni yeni dik tutabiliyor ya, sanki oynak başıyla tempo tuttu Tarkan'ın kıvrak sesine: İşşşte kuzu kuzu geldim... 

Yavrusunu kendi müzik beğenisine yanaştırmaya çalışan annenin dramını görüyorsunuz! Beethoven, Mozart, Dede Efendi, Erkan Oğur'u elinin tersiyle itip tercihini beyan ediyor bana kızım. Şaka bir yana, müzik dinlerken kızım rastgele susmuş veya rastgele ağlamaya başlamış da olsa, ben onun her adımının benimkinden farklı olacağına kendimi böyle böyle alıştırıyorum. Ve onun benden kopup kimliğini kendi kararınca inşa etmesinin benim de yaşamımı zenginleştirecek müthiş bir serüven olacağına cân-ı gönülden inanıyorum. Habire beni evet'leyecek, benim sevdiğim yemekleri sevecek, benim dinlediğim şarkıları dinleyecek, seçmesini istediğim mesleği seçecek, sevgilisini bana beğendirecek... Off ne sıkıcı yav. İçim daraldı. Ben kendimden bıkmışken ikinci bir Sevgi'yi hiç çekemem.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder