24 Ağustos 2016 Çarşamba

Proust ve Sinirbilim

Bu yazıyla ilgili okuma parçası için Proust'un kapısını çaldık. O da bizi eli boş göndermedi toprağı bol olsun:
yakalanan zaman
Kayıp Zamanın İzinde: Yakalanan Zaman








Yakalanan Zaman'ı okuyalı çok olmuştu; ancak önceden okuduğum kitapları arada bir karıştırmam gerek. Unutkanlığa bir nebze ilaç olur umuduyla. Birkaç gün önce bu satırlarla yeniden buluştum ve sanki içime doğmuş gibi, yine aynı günlerde okuduğum bir yazıda*, yukarıdaki satırlarda anlatılanın bilimsel izdüşümünü buldum. 

Yazının başlığı: "Sinirbilim, insanları okuma yeteneğinizi geliştiren 1 şey buldu". Toronto Üniversitesi'nde bilişsel psikoloji alanında çalışan bir öğretim üyesi, kurgusal yazın türleri (örn: roman, öykü, vb.) okuyanlar ile kurgusal olmayan yazın türlerini (örn: makale) okuyanlar arasındaki farklara değinen çalışmaları taramış. Çıkan sonuca göre roman okuyan insan okuyor! Yani kurgusal yazın türlerini tercih edenler, etmeyenlere göre daha fazla empati becerisine sahip. Hayali bir karakter dahi olsa, bir başkasının yerine kendini koymak, onun yapıp ettikleriyle sürüklenme hissi empatiyi artırıyor. Örneğin kadınları anlama kılavuzu kıvamında genellemeler ve klişelerle dolu piyasa kitaplarından çok, Anna Karenina, Vadideki Zambak gibi yapıtların getirisi uzun vadede daha fazla olabilir kadın davranışlarını sorgulayanlar için. 

Ayrıca araştırmacı, başkalarının deneyimlerini anlamaya çalışmanın insanlığın ortak vicdanına yaklaşmayı sağladığını belirtirken şunu da ekliyor: "Tek bir yaşam sürmek zorunda değiliz; kurgu sayesinde pek çok yaşamı hayatımıza sığdırabiliriz." Proust efendiye geri dönelim; o da aynısını söylemiyor muydu: "... dolu dolu yaşanan tek hayat edebiyattır" ve "Sanat sayesinde, bir tek dünya, kendi dünyamızı göreceğimize, çeşitli dünyalar görürüz". 

Benim başka dünyaları kendime kattığımı elle tutulur şekilde hissettiğim romanlardan ilk aklıma gelen Mithat Cemal Kuntay'ın Üç İstanbul'u. Üç farklı yönetim altındaki İstanbul'un muhteşem bir karakterler panoramasını sunan romana ilişkin şöyle notlar almışım 2011 yılında:

Üç İstanbul'u okudum. Yaşamımda çok az kitap oldu okuduktan sonra insanları bir gözlemevinden seyretme fırsatı veren. Bu kitap adeta soğanı halka halka açar gibi, insanların maskelerinin ardındakileri katman katman açmama vesile oldu. Gözlem gücümü biledi ve beni insan psikolojisinin derinliklerine defalarca daldırdı. Oradaki kaypakların, dalkavukların, hiçbir zaman sırtı yere gelmeyenlerin, düşmüşlerin ve onlara tekme atanların bugünkü uzantılarını daha net tarif edebiliyorum artık. Hatta kendimdeki Adnan, Hidayet, Sakallı Vasfi, Dağıstanlı Hoca, Şair Raif, Habibullah, Macide, Süheyla, Belkıs, Benli Ahmet, Miralay Hüsrev'i de görebiliyorum rahatlıkla. Bana "bu kadarı da olmaz" dedirten bir karakter de benim bir parçamı tanımlayabilir. Çünkü ne ben dört dörtlük, yunmuş arınmış bir insanım, ne de bu karakterler tamamen kötü."

Romancıların ve müzisyen, ressam gibi diğer sanat dallarında üreten sanatçıların biz sıradan fanilere öğrettiklerine ek olarak bir ilginç özelliklerine daha rastladım: Proust Bir Sinirbilimciydi adlı kitapta yine Proust gibi seçkin sanatçıların (Whitman, Cézanne, Stravinski, Woolf, vs.) sinirbilimin son yıllardaki bulgularını yüzyıllar öncesinden eserlerinde nasıl sezdirebildiği anlatılıyor. Örneğin Proust'un anıları hatırlama ve anıların sürekli değişmesi ile ilgili sayfalarca anlattıklarını meğer sinir hücrelerimizdeki dendritler (ağaç dalına benzer yapılar) bağrında saklıyormuş: "Proust'un da ısrarla üzerinde durduğu üzere, anılar yalnızca bugüne kalmazlar, aynı zamanda sürekli değişirler... Geçmişimizi her hatırladığımızda anılarımızın dalları yeniden biçimlendirilir hale gelir. Anılarımıza işaret eden prionlar neredeyse ölümsüzken, onların dendrit ayrıntıları hatırlama ve unutma kutupları arasında gidip gelerek her zaman değişikliğe uğramaktadır. Geçmiş aynı anda hem ebedidir hem de geçici." (s. 104). Yazar bir önemli uyarı daha yapıyor: "Artık belleği yaşamın kusursuz bir aynası olarak göremeyiz. Proust'un da ısrarla belirttiği gibi, geçmişteki şeylerin hatırlanması illa gerçekte oldukları gibi hatırlandıkları anlamına gelmez." (s.105). 

Buradan çıkarılacak bazı dersler: 1) Belleğinize ne kadar güvenirseniz güvenin, dendritlerinize yanılma payı bırakın. Geçmişte sizi üzdüğünü, kızdırdığını hatırladığınız (!) ayrıntıları acaba objektif olarak mı değerlendiriyorsunuz gerçekten? Ben kendi hesabıma bunun böyle olmadığını pek çok kez gördüm. Aynı olayı yaşamış başka insanlarla konuştuğumda veya olayın sıcaklığıyla günlük tutup aradan zaman geçince tekrar günlüğüme göz gezdirdiğimde anladım sinir hücrelerimin biraz dalkavukça davrandığını!

2) Sanatçıları asla hafife almayın. Eserlerine kim bilir kaç bilimsel araştırmanın tohumları serpilmiş yeşillenmeyi bekliyor! Buna en dramatik örneklerden biri Jules Verne değil midir? Yazdıklarıyla zamanında hunharca dalga geçtiler; fakat hepsi gerçekleşti. Öldükten sonra da olsa haklı çıkmanın mutluluğuyla inşallah mezarında kıs kıs gülüyordur. 

3) Roman okuyun. Atatürk'ün Büyük Taarruz arifesinde hangi romanı beğeniyle okuduğunu biliyor musunuz? Çalıkuşu. Bu örnek varken kimse roman okumaya vakit bulamıyorum demesin. Şimdi bu sosyal mesajı ne diye gözümüze soktun derseniz, e serde öğretmenlik var. İlle bir şeyleri hatırlatmam lazım. Siz de öğretmenlikle ilgili bir roman okuyun ve kendinizi benim yerime koyuverin. Hadi kalın sağlıcakla.

Meraklısı için: Proust Bir Sinirbilimciydi, Jonah Lehrer, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi

*http://www.inc.com/betsy-mikel/neuroscience-finds-1-thing-that-improves-your-ability-to-read-people.html

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder