Bir ömre yüzlerce ömür
sığdırmanın en kolay, ulaşılabilir ve ucuz yolu okumaktır. Bir güne onlarca insan ve mekân sığdırmanın yolu da kitap sayfalarından geçiyor. Kim istemez
yepyeni insanlarla tanışmayı, bilinmedik yerlerde keşfe çıkmayı? İstemeyenler olduğu
aşikar; buyurun aşağıdaki haritaya:
Açık maviden siyaha uzanan renk
skalasında kitap satışı ve kitapçı sayısı temel alınmış. Açık maviyle gösterilen yerler en çok kitapçısı ve kitap satışı olan, "aydınlanmanın sürdüğü" illermiş. (Anadolu'nun bozkırında mavi bir mum gibi ışıldayan Eskişehir’imle bir kez daha gurur duydum!) Karartılan yerler ise kitabevlerinin yok denecek kadar az olduğu ve kitap satışında dibi boylayan kentlerimiz olarak ifade ediliyor. Çıkarılan harita doğru ve güncel ise vaziyet pek parlak görünmüyor.
Kararmaya yüz tutmuş bu kentleri, kitaplığı olmayan evlere benzetiyorum; bu evler beni hep yadırgatmıştır. Sahipleri de. Okumaya ihtiyaç duymamaları, çok bildiklerini sanma gafletinden geliyor. Eskiden gazete kuponlarıyla alınan ansiklopediler olurdu vitrinlerde hiç değilse. Evlerin salonlarında tek renk takım elbiseleriyle boy veren ciddi adamlar gibiydiler. Şimdi Hz. Google var! Zaten bir akrabamız şu cümleyi sarf etti ya daha ne olsun: “Bu kütüphaneler hâlâ niye var hayret ediyorum, Google’da her şey çıkıyor zaten!”
Derslerimde kitabını getirmeyen öğrencilerime "Kitapsızlar!" diye taş attığımda kâh gülerler, kâh hafiften bozulurlar; ama geriye dönüp bir daha bakın şu lanetli haritaya! Kitapsızlar kaplamış dört yanı. Ne yazık ki pek çoğu halinden memnun bir uykuda. Hem neme lazım dert edinmek; çünkü okurlar, derdi olan insanlardır Şah Hatayi'nin deyişindeki gibi: "Bir derdim var bin dermana değişmem!"
Derslerimde kitabını getirmeyen öğrencilerime "Kitapsızlar!" diye taş attığımda kâh gülerler, kâh hafiften bozulurlar; ama geriye dönüp bir daha bakın şu lanetli haritaya! Kitapsızlar kaplamış dört yanı. Ne yazık ki pek çoğu halinden memnun bir uykuda. Hem neme lazım dert edinmek; çünkü okurlar, derdi olan insanlardır Şah Hatayi'nin deyişindeki gibi: "Bir derdim var bin dermana değişmem!"
Nedir insanımızı kitap okumaktan bu denli bucak bucak kaçıran? Nedenleri en başta eğitim sisteminde aranmalıdır. Ancak benim gözlemlediğim birkaç yaygın bahane var:
Mavra 1: Zaman yok.
Türkiye’de en çok izlenen televizyon programı diziler. Bir dizi en aşağı 90 dk sürüyor. Üstelik her akşamını dizilere programlamış o kadar çok insan var ki etrafımızda. Hani vakit darlığı? Kaldı ki, hastanede sıra beklerken, otobüste, durakta, boş geçen derslerde kitap okumaya yine vakit var.
Mavra 2: Para yok.
Kütüphaneler ücretsiz!
Mavra 3: Kitaplar sıkıcı.
Her okur adayının hoşlanacağı bir yazınsal tür muhakkak vardır. “Ben tembelim” demiyorsun da, kitaplara çamur atıyorsun!
Bu palavralara sığınmayıp okuyan bireylerle okumayanlar arasındaki farkları burada tek tek sıralamaya hacet yok; hepsi malûm. Ancak belirtmeden geçemeyeceğim bir örnek duymuştum kardeşimden. Üniversitede öğrenciyken Haluk Şahin'in bir söyleşisini dinlemiş ve ilginç bir önermesine şahit olmuş. Söylediğine göre düzenli okuyan insanların gözleri satır takipçiliğine alıştığı için estetik ve simetri algıları daha gelişkin hale gelirmiş. Bu nedenle çok okuyan toplumlarda kaldırımların bile düzgün olması hiç sürpriz değilmiş.
Yine buna ilişkin bir arkadaşın aktardığı, ODTÜ'deki yabancı hocalardan birinin Türkçedeki bir ifadeyi garip bulması: "Kitabın sonuna gelince biz kitap okuduk diyoruz, siz kitap bitirdik diyorsunuz!" Değişik bir tespit; sanki bilinçaltımızın dışa vurumu. “Hamdolsun bu kitabı da bitirdim” deyip yükümüzü sırtımızdan atmış mı oluyoruz? Okuyanlar bile kitabı yük gibi görüyorsa, vay halimize!
Bir de sormazlar mı: “Bu kitapların hepsini okudun mu?” Bu soru kalıbı da ne hikmetse asla değişmez. Geçenlerde internet üzerinden evinin çalışma odasında canlı yayın yapan bir gazeteciye de kelimesi kelimesine aynısını sordular. “Yok yahu, işim olmaz! Ara sıra tozunu alıyorum, toz zerrelerinde yeni bir vitamin türü keşfedilmiş, kırışıklıklara iyi geliyor. Size de tavsiye ederim!” diye yanıt vermeli.
Böyle bir toplumda kitaplılarla kitapsızlar arasında bir ayrışma da kaçınılmaz oluyor. Bizzat yaşamışımdır bunu. Zorunlu temel eğitimin beş yıl
olduğu zamanlarda Anadolu Liselerinde hem
ortaokul, hem lise eğitimi alınırdı. Benim sekiz yıl boyunca eğitim gördüğüm okul, Eskişehir’in en başarılı üçüncü okuluydu.
Öğrencilerin kitapsever olduğunu umarsınız değil mi? Öyle düşündüyseniz yanılıyorsunuz. Zekiydiler, zehir zemberek zeki ve çalışkan. Ancak nedense
çoğunluğu dudak bükerdi kitaplara. Hiç unutmam, lise birinci sınıftayken bir
arkadaşıma doğum günü hediyesi olarak Dostoyevski’nin "Suç ve Cezası"nı
verdiğimde parfüm, takı, vb. hediyeleri tercih etmiş olan diğer arkadaşlar epey
alaycıydılar: “Sevgi’den ne beklenirdi ki zaten?”
İşte böyle akranlar yüzünden
ergenlikte sorgulamalar hiç bitmez; fakat kendimi sorgulamadığım, bir an bile
tereddüte düşmediğim ve kimsenin beni yapmaktan caydıramadığı tek eylemim
okumaktı! Onlar o cümleyi sarf ettiğinde ya da benimle dalga
geçtiklerinde bile “Acaba?...” dedirtmedi bana kitaplar. Kısacası benim alamet-i
farikam okumaktı.
Hediyeden söz etmişken, ailem dışında en fazla bir-iki arkadaşımdan kitap hediyesi almışımdır. Sayıları az da olsa o insanlara gönülden müteşekkirim. Fakat
“birisi” var ki, yıllarca okuduğu, kıymet verdiği ve sararttığı şiir kitabını bana
hediye etti ya, artık o benim kutsal emanetimdir. Devlet dairelerindeki gibi
“Yangında ilk kurtarılacak” listem şimdiye değin olmadı; ama günün birinde hazırlayacak
olursam, o kitap, listemin birinci sırasına çoktan sabitlenmiştir!
Öğrenciyken durum buydu da, öğretmen iken farklı mı? Ne münasebet! Eskiden çalıştığım lisedeki
veli toplantısında çocuğunun hiç kitap okumadığından şikayet eden bir veliye
sordum: "Siz kitap okuyor musunuz?" Yanıt: "Kuran okuyorum." Takip ettiği ayetlerin kaçta kaçını hayatına kattı, bilemem. İronik bulduğum, okuma eylemini Arapça Kuran hatim etmekten ibaret
sanmasıdır.
Okumayı ve okuyanları bu kadar olumlamadan sonra gelelim durgun suları bulandırıcı
bir soruya: "Okuyan insan, insanlığa yararlıdır" savı ve bunun karşıtı olarak "Okumayan insan, insanlığa yararlı değildir" diyebilmek mümkün mü?
Birinci sav için, Ahmet Cemal'in yıllar önce okuduğum bir köşe yazısından hatırlayabildiğim kadarıyla tartışmalı bir örnek sunuyorum: Gündüzleri yüzlerce insan boğazlayan Naziler, akşam olunca nasıl oluyordu da iç huzuruyla Rilke'den şiirler okuyordu?!
Birincinin karşıtı, öteki sav için bizden bir örnek: Aşık Veysel gözü görmez, okumaz yazmaz bir adam; ama paslanmaz bir gönül aynı zamanda. Sözlerinde tanrısal bir hikmet duyuluyor ve okumayan bir adamdan nasıl dökülebiliyor şu dizeler?!
Oku anla dünya nedir ne imiş
Yükselenler bilgi ile büyümüş
Uyan bu gafletten uyuma yurttaş
Allah'ın varlığı mevcut insanda
İlim akıl fikir sermaye sende
Çalıştır gemiyi otur dümende
Uyan bu gafletten uyuma yurttaş
Hiçbir şey bilmezsen dik biraz kavak
Boş gezene derler serseri savak
Yumma gözlerini dünyaya bir bak
Uyan bu gafletten uyuma yurttaş
Veysel ne durursun herkes gidiyor
Zaman uymaz sen zamana uy diyor
Fen çok büyük kerameti yuduyor
Uyan bu gafletten uyuma yurttaş
O halde savı şöyle
değiştirmeli; okuyan insan okuduklarını içselleştirdiği ve yaşamında olumlu yönde değişiklikler yaptığı sürece yararlı ve hatta daha iyi bir insan olabilir. Bizler Aşık Veysel değiliz sevgili okuyucum; tanrısal ilham ve hikmet
sana bana şimdilik bahşedilmediğine göre gözümüz sapasağlam görürken
okumalıyız. Kitap kokusunun üstüne sindiği ve ölümsüz satırların ruhuna
işlediği insanlardan olmalıyız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder