29 Eylül 2015 Salı

Taklitlerinden sakınınız

Nicedir beni rahatsız eden bir yanlışlıklar komedyası vardı ki, başkasını da rahatsız etmiş. Bir süre önce okuduğum bir haberde Semih Çelenk adlı bir akademisyenden bahsediliyordu. Çelenk, Can Yücel'e aitmiş gibi uydurulan ve internette dolaşıma sokulan şiirleri (!) derlemiş, uzunca bir *liste çıkarmış "Can Yücel'in Olmayan Şiirler" adıyla. Ve bunları içeren pek çok web sayfasına ve sosyal medya hesabına ulaşmış, sahiplerini uyarmış, fakat dinleyen kim?

Listeyi hazırlayanın ayrıca bir saptaması var benim de hep yaptığım: "İnternet kullanıcı ortamında okur düzeyi o kadar çocuksu algılanıyor ki, çok sağlıklı, emek ürünü güzel bir şeyler yazın ama biraz uzunca bir makale olsun üç beş kişi ancak beğenir, uyduruk bir laf yazın binlerce kişi beğenir. Budalaca, ahmakça bir şey!"

Gerçekten nedendir bu denli slogan avına çıkmamız? Yalnızca yazılanlarda değil; konuşmalarda da kestirip atmamız?! İnsanların sayfalarına bir göz atın; pek çoğu beylik lafların peşinde; daha havalı olanları "motto"larla tanımlıyor kendini. Uzun uzadıya yazılar okunmuyor; betimleme ve tartışma yok hiç. Trafikteki ruh halimize benzetiyorum bunu. Kırmızı ışıkta beklemeye nasıl tahammülsüzsek, biraz uzunca bir makaleyi okumaya veya ayrıntılı bir açıklamayı dinlemeye hiç sabrımız yok.

Haydi bunlara alıştım da, işin beni asıl rahatsız eden boyutu bu sloganların şairlere yamanması! Can Yücel, Mevlana, Nazım Hikmet, vs. adına uydurulanların sayısı belli değil. Karşımda olsalardı uyduranlara sorardım: Nedendir bu korkaklık? Yazdıklarınızın arkasında dursanıza! Üstelik gurur duyacağınız bir tablo var: Milyonlarca insan her gün okuyor, paylaşıyor şiirimtrak yazılarınızı. Hatta bazı ünlü tiyatrocular bile seslendirmiş onları; internette izlenme rekoru kırıyorlarmuş.

Ya okuduklarını şiir sananlar?... Bu ucuzluğa prim verenler?... Şiir yalnızca arabesk ağlayışlar, yılışık yakarışlar mıdır? Bu mu anladığınız şiirden? Aspendos tiyatrosunu restore ederken bembeyaz mutfak mermerinin kullanıldığı bir ülkede şiirin sahtesine de itibar çok olur elbet!

Sosyalist belediye başkanlarından, '78 kuşağının meşhur Terzi Fikri'sini bilenler bilir. Şimdi ben tutup "Dünü bugüne ekledim / Acıları acılara teğelledim" diye başlayarak Terzi Fikri adına bir dizeler silsilesi uydurup yaysam, bunu yutacak o kadar çok sözümona devrimci var ki! Ya da namaz üzerine Necip Fazıl'dan bir methiye! Bal gibi yaparım. İdeoloji hiç fark etmez; her yaştan ve dünya görüşünden insan, bahsettiğim isimler hakkında derinlemesine okumadıysa ve üstünkörü bilgilerle yetiniyorsa, gönül rahatlığıyla şiir diye okur ve paylaşır bunları!

İzleyici olarak katıldığım şiir dinletilerinde de benzer bir durumla karşı karşıya kalmak işten değil. Okullarda seyrettiğim dinletilerin neredeyse tamamı edebiyat veya Türkçe öğretmenleri tarafından düzenleniyor ve yine maalesef dinletilerin neredeyse tamamı sahte şiirlerden nasibini alıyor! Öğretmenler, öğrencilerin internetten indirdiklerini ya hiç denetlemiyor, ya da (eyvahlar olsun!) denetliyor da, bu şiirimtrak yazıların adı geçen şairlere ait olduğunu zannediyor.

Çalıştığım bir okulda da buna benzer bir "şiir dinletisi" yapılmıştı "tecrübeli" edebiyat öğretmenimiz tarafından! En pespayesinden cümleler ("Ölürsem mezarıma gelme!" gibi ölüm kusmalar); en sırnaşığından fon müzikleri; üzerine çiğ düşmüş güller, deniz kenarında elleri ayrılan sevgililerle dolu görüntüler... Klişeler pazarından seç beğen al... Her neyse, bir öğrencimiz "Nazım Hikmet"in olduğu iddiasıyla bir şiirimtrak yazı okudu. Alkışını topladı, sahneden çekildi. Dinleti bittikten sonra buruşuk yüzümle ve dilimdeki pas tadıyla salondan ayrılırken dinletinin teknik işlerinden sorumlu bir öğrencim beni durdurdu ve dedi ki: "Hocam bu şiir Nazım Hikmet'in mi gerçekten? Bana bir tuhaf geldi de!" Öğrencimin bilinciyle mi gurur duyayım, bunu fark edemeyen edebiyat öğretmeninin durumuna mı hayıflanayım?

Başka bir dinletide de öğrencilerin yanı sıra, konuk seslendirici olarak başka bir okuldan Türkçe öğretmenini davet etmişlerdi. Öğrencileri dinledikten sonra ister istemez beklentiyi yüksek tutuyorsunuz tabii. Ne gaflet! Genizden gelen ağlak bir ses ve şiirimtrak yazının nakaratı gibi olan "Ben seni hiç sevmedim ki" kısmının her tekrarlanışında biraz daha kamburlaşma... Öğretmen, sesiyle olmasa da, bedeniyle o bölümü epey vurgulamış oldu. 

Yeri gelmişken, dinletilerle ilgili bir meydan okuma: Sıkıysa müziksiz şiir seslendirmeye çıkın; şiirin zaten kendi iç müziği var! Müzik boğuntuya getiriyor şiiri, hele ses düzeni doğru düzgün ayarlanmamışsa. Ki genelde öyle oluyor. Müzik yer alacaksa da, usul usul akmalı, şiirin önüne geçmemeli. Aslına bakarsanız hiçbir iyi şiirin müziğe ihtiyacı yoktur! Bir heykelin incelenirken müziğe ihtiyacının olmadığı gibi! Alışılagelen bir davranış kalıbından başka bir şey değil, şiire müziğin eşlik etmesi.

Şiir dinletilerinden bunca söz açmışken, sessiz bir dinleti gibi her gün okurlarını karşılayan "Yurdumun Şairleri" köşesi var Posta gazetesinde. Başlık, her ne kadar yazdıklarını gönderenlere bıyık altından güler gibiyse de ve sahte kimlikler de barındırsa o köşe, en azından insanlar büyük şairlerin adını karıştırmıyor. Çok daha yiğitçe! Dürüstlüğüne dürüstler, fakat gönderilenler şiir ve gönderenler şair midir? Aspendos tiyatrosundaki mermer basamaklar tarihi ne kadar yansıtıyorsa...

*Listeye şu bağlantıdan ulaşabilirsiniz: http://semihcelenk.blogcu.com/internette-sahte-can-yucel-metinleri-semih-celenk-guncel-liste/11038398

21 Eylül 2015 Pazartesi

Kitap kokan insanlar

Bir ömre yüzlerce ömür sığdırmanın en kolay, ulaşılabilir ve ucuz yolu okumaktır. Bir güne onlarca insan ve mekân sığdırmanın yolu da kitap sayfalarından geçiyor. Kim istemez yepyeni insanlarla tanışmayı, bilinmedik yerlerde keşfe çıkmayı? İstemeyenler olduğu aşikar; buyurun aşağıdaki haritaya:



Açık maviden siyaha uzanan renk skalasında kitap satışı ve kitapçı sayısı temel alınmış. Açık maviyle gösterilen yerler en çok kitapçısı ve kitap satışı olan, "aydınlanmanın sürdüğü" illermiş. (Anadolu'nun bozkırında mavi bir mum gibi ışıldayan Eskişehir’imle bir kez daha gurur duydum!) Karartılan yerler ise kitabevlerinin yok denecek kadar az olduğu ve kitap satışında dibi boylayan kentlerimiz olarak ifade ediliyor. Çıkarılan harita doğru ve güncel ise vaziyet pek parlak görünmüyor.

Kararmaya yüz tutmuş bu kentleri, kitaplığı olmayan evlere benzetiyorum; bu evler beni hep yadırgatmıştır. Sahipleri de. Okumaya ihtiyaç duymamaları, çok bildiklerini sanma gafletinden geliyor. Eskiden gazete kuponlarıyla alınan ansiklopediler olurdu vitrinlerde hiç değilse. Evlerin salonlarında tek renk takım elbiseleriyle boy veren ciddi adamlar gibiydiler. Şimdi Hz. Google var! Zaten bir akrabamız şu cümleyi sarf etti ya daha ne olsun: “Bu kütüphaneler hâlâ niye var hayret ediyorum, Google’da her şey çıkıyor zaten!”

Derslerimde kitabını getirmeyen öğrencilerime "Kitapsızlar!" diye taş attığımda kâh gülerler, kâh hafiften bozulurlar; ama geriye dönüp bir daha bakın şu lanetli haritaya! Kitapsızlar kaplamış dört yanı. Ne yazık ki pek çoğu halinden memnun bir uykuda. Hem neme lazım dert edinmek; çünkü okurlar, derdi olan insanlardır Şah Hatayi'nin deyişindeki gibi: "Bir derdim var bin dermana değişmem!"

Nedir insanımızı kitap okumaktan bu denli bucak bucak kaçıran? Nedenleri en başta eğitim sisteminde aranmalıdır. Ancak benim gözlemlediğim birkaç yaygın bahane var:
Mavra 1: Zaman yok.
Türkiye’de en çok izlenen televizyon programı diziler. Bir dizi en aşağı 90 dk sürüyor. Üstelik her akşamını dizilere programlamış o kadar çok insan var ki etrafımızda. Hani vakit darlığı? Kaldı ki, hastanede sıra beklerken, otobüste, durakta, boş geçen derslerde kitap okumaya yine vakit var.

Mavra 2: Para yok.
Kütüphaneler ücretsiz!

Mavra 3: Kitaplar sıkıcı.
Her okur adayının hoşlanacağı bir yazınsal tür muhakkak vardır. “Ben tembelim” demiyorsun da, kitaplara çamur atıyorsun!

Bu palavralara sığınmayıp okuyan bireylerle okumayanlar arasındaki farkları burada tek tek sıralamaya hacet yok; hepsi malûm. Ancak belirtmeden geçemeyeceğim bir örnek duymuştum kardeşimden. Üniversitede öğrenciyken Haluk Şahin'in bir söyleşisini dinlemiş ve ilginç bir önermesine şahit olmuş. Söylediğine göre düzenli okuyan insanların gözleri satır takipçiliğine alıştığı için estetik ve simetri algıları daha gelişkin hale gelirmiş. Bu nedenle çok okuyan toplumlarda kaldırımların bile düzgün olması hiç sürpriz değilmiş.

Yine buna ilişkin bir arkadaşın aktardığı, ODTÜ'deki yabancı hocalardan birinin Türkçedeki bir ifadeyi garip bulması: "Kitabın sonuna gelince biz kitap okuduk diyoruz, siz kitap bitirdik diyorsunuz!" Değişik bir tespit; sanki bilinçaltımızın dışa vurumu. “Hamdolsun bu kitabı da bitirdim” deyip yükümüzü sırtımızdan atmış  oluyoruz? Okuyanlar bile kitabı yük gibi görüyorsa, vay halimize!

Bir de sormazlar mı: “Bu kitapların hepsini okudun mu?” Bu soru kalıbı da ne hikmetse asla değişmez. Geçenlerde internet üzerinden evinin çalışma odasında canlı yayın yapan bir gazeteciye de kelimesi kelimesine aynısını sordular. “Yok yahu, işim olmaz! Ara sıra tozunu alıyorum, toz zerrelerinde yeni bir vitamin türü keşfedilmiş, kırışıklıklara iyi geliyor. Size de tavsiye ederim!” diye yanıt vermeli.

Böyle bir toplumda kitaplılarla kitapsızlar arasında bir ayrışma da kaçınılmaz oluyor. Bizzat yaşamışımdır bunu. Zorunlu temel eğitimin beş yıl olduğu zamanlarda Anadolu Liselerinde hem ortaokul, hem lise eğitimi alınırdı. Benim sekiz yıl boyunca eğitim gördüğüm okul, Eskişehir’in en başarılı üçüncü okuluydu. Öğrencilerin kitapsever olduğunu umarsınız değil mi? Öyle düşündüyseniz yanılıyorsunuz. Zekiydiler, zehir zemberek zeki ve çalışkan. Ancak nedense çoğunluğu dudak bükerdi kitaplara. Hiç unutmam, lise birinci sınıftayken bir arkadaşıma doğum günü hediyesi olarak Dostoyevski’nin "Suç ve Cezası"nı verdiğimde parfüm, takı, vb. hediyeleri tercih etmiş olan diğer arkadaşlar epey alaycıydılar: “Sevgi’den ne beklenirdi ki zaten?”

İşte böyle akranlar yüzünden ergenlikte sorgulamalar hiç bitmez; fakat kendimi sorgulamadığım, bir an bile tereddüte düşmediğim ve kimsenin beni yapmaktan caydıramadığı tek eylemim okumaktı! Onlar o cümleyi sarf ettiğinde ya da benimle dalga geçtiklerinde bile “Acaba?...” dedirtmedi bana kitaplar. Kısacası benim alamet-i farikam okumaktı.

Hediyeden söz etmişken, ailem dışında en fazla bir-iki arkadaşımdan kitap hediyesi almışımdır. Sayıları az da olsa o insanlara gönülden müteşekkirim. Fakat “birisi” var ki, yıllarca okuduğu, kıymet verdiği ve sararttığı şiir kitabını bana hediye etti ya, artık o benim kutsal emanetimdir. Devlet dairelerindeki gibi “Yangında ilk kurtarılacak” listem şimdiye değin olmadı; ama günün birinde hazırlayacak olursam, o kitap, listemin birinci sırasına çoktan sabitlenmiştir!

Öğrenciyken durum buydu da, öğretmen iken farklı mı? Ne münasebet! Eskiden çalıştığım lisedeki veli toplantısında çocuğunun hiç kitap okumadığından şikayet eden bir veliye sordum: "Siz kitap okuyor musunuz?" Yanıt: "Kuran okuyorum." Takip ettiği ayetlerin kaçta kaçını hayatına kattı, bilemem. İronik bulduğum, okuma eylemini Arapça Kuran hatim etmekten ibaret sanmasıdır.

Okumayı ve okuyanları bu kadar olumlamadan sonra gelelim durgun suları bulandırıcı bir soruya: "Okuyan insan, insanlığa yararlıdır" savı ve bunun karşıtı olarak "Okumayan insan, insanlığa yararlı değildir" diyebilmek mümkün mü? 

Birinci sav için, Ahmet Cemal'in yıllar önce okuduğum bir köşe yazısından hatırlayabildiğim kadarıyla tartışmalı bir örnek sunuyorum: Gündüzleri yüzlerce insan boğazlayan Naziler, akşam olunca nasıl oluyordu da iç huzuruyla Rilke'den şiirler okuyordu?! 

Birincinin karşıtı, öteki sav için bizden bir örnek: Aşık Veysel gözü görmez, okumaz yazmaz bir adam; ama paslanmaz bir gönül aynı zamanda. Sözlerinde tanrısal bir hikmet duyuluyor ve okumayan bir adamdan nasıl dökülebiliyor şu dizeler?!

Diyor ki dünya evvel su imiş
Oku anla dünya nedir ne imiş
Yükselenler bilgi ile büyümüş
Uyan bu gafletten uyuma yurttaş

Allah'ın varlığı mevcut insanda
İlim akıl fikir sermaye sende
Çalıştır gemiyi otur dümende
Uyan bu gafletten uyuma yurttaş

Hiçbir şey bilmezsen dik biraz kavak
Boş gezene derler serseri savak
Yumma gözlerini dünyaya bir bak
Uyan bu gafletten uyuma yurttaş

Veysel ne durursun herkes gidiyor
Zaman uymaz sen zamana uy diyor
Fen çok büyük kerameti yuduyor
Uyan bu gafletten uyuma yurttaş

O halde savı şöyle değiştirmeli; okuyan insan okuduklarını içselleştirdiği ve yaşamında olumlu yönde değişiklikler yaptığı sürece yararlı ve hatta daha iyi bir insan olabilir. Bizler Aşık Veysel değiliz sevgili okuyucum; tanrısal ilham ve hikmet sana bana şimdilik bahşedilmediğine göre gözümüz sapasağlam görürken okumalıyız. Kitap kokusunun üstüne sindiği ve ölümsüz satırların ruhuna işlediği insanlardan olmalıyız.




19 Eylül 2015 Cumartesi

Bir roman insanı ne kadar sarsabilir?

NOT 1: Eski defterleri karıştırırken karşılaştığım bu yazıyı 25.07.2009 tarihinde yazmışım. Noktası virgülüne dokunmadan burada paylaşmak istedim. Olur da, bir kişide bile bahsettiğim romanı okuma isteği uyanırsa, yazım karanlık çekmecelerde israf edilmemiş olur. Sevgili okuyucum, yoksa sen hâlâ "Tutunamayanlar"ı okumayanlardan mısın?

Tutunamayanlar'a başlarken yaşadığım tedirginliği, bitirirken de hissedeceğimi nereden bilebilirdim? Hiç okuma fırsatı bulamamaktan, okusam da anlayamamaktan korktuğum şaheseri bir çırpıda anlatamamak telaşındayım şimdi. Gereksizdir telaşım biliyorum; çünkü sayfalarca tezler, eleştiriler ve kitaplar kaleme alınmış bununla ilgili. Bir çırpıda, bir sayfada elbette eli kolu bağlanır yorumcunun. Ancak ben romanı yeni bitirmişken, sıcağı sıcağına not almadan geçemeyeceğim. Ve bu romanın gizemli kapılarını aralayarak kuytularını ışıldatan araştırmaları hep okuyacağım. 

Kitap, küçük burjuva dünyasının alaya alınması olarak tanımlanagelmiş. Bence eksik. Şöyle somutlanabilir roman: Yazar, "Selim Işık" karakterini bir taş gibi -uçsuz bucaksız bir deniz düşünün- o denize fırlatıyor. Denizde oluşan halkalardan biri, küçük burjuva değerlerini; öteki, eğitim sistemini; beriki, bürokrasiyi; bir başkası, kadın-erkek ilişkilerini temsil ediyor ve aslında bütün insanlık - bahsettiğimiz deniz- kitabın elverdiği ölçüde bundan nasibini alıyor. O nedenle, aydın-çevre uçurumu veya aydın yabancılaşması gibi yaklaşımlar, her ne kadar öze dokunsa da kitabı tümden karşılamaktan uzak.

Romanı okurken yer yer Yusuf Atılgan'ın "Aylak Adam"ını anımsamadan edemedim. Orada da paralel bir tema vardır. Ancak şu biçim farkıyla: Yusuf Atılgan doğrudan sataşır. Dobra dobra sorar "Niye böylesiniz?" diye ve hatta C., isim takar kendinden olmayan ezici çoğunluğa. Oğuz Atay ise insanlığı getirir bırakır romanın orta yerine, arkasına saklandığı çalılıktan izler "ol serencâmı" ve kıs kıs güler. Bu gülüş, kâh acı kahkahalara bırakır yerini, kâh buruk bir gülümseyişe. 

Başlıktaki soruya gelirsek... Bir roman; konu edindiği küçük, toplumun görmezden geldiği, yarı masal yarı gerçek bir aydın kitlesine okurun kendisinin dahil olup olmadığı konusunda okuru şüpheye düşürecek kadar sarsabilir(miş)! Ve kitabın sonunda, yazarın "tutunamayanlara" olan ithafını görünce elimizde olmadan kendimize "Bana da mı?" sorusunu soruyorsak, evet! Bir roman, insanı ancak bu kadar sarsabilir, sersemletebilir ve yakasına yapışabilir.

NOT 2: Ruhun şad olsun Oğuz Atay. Peki vaktinde kadrini bilmeyenlere ne demeli? Sen ölmeden romanına omuz silken, öldükten sonra "Tabii ya!" deyip kafasına elma düşmüşcesine ayan edebiyat-çı zevatı Allah'a havale etmeli. Kalanını onlar düşünsün.

15 Eylül 2015 Salı

Gökyüzüne değen

Gökyüzüne değen minareler
"Canın ve gönlün halvet sarayı olan Hazreti Adem'in vücudunu pergelsiz ve cetvelsiz bina eden Allah'a hamdediyorum."  Mimar Sinan





Kardeşimin fotoğrafladığı Selimiye Camii'nden bir andır. Bu dimdik minareler, az sonra gögün mürekkebine batacak divitler gibi!... 

Victor Hugo demiş ya: "Bana yağmuru anlatma şair; yağdır!" Sen de koca Sinan, mabedini nasıl bir haşmet diliyle sırladıysan, ezanlar okunup susulduğunda bile, minarelerinden durmaksızın ezanlar yazılıyor göğe.

11 Eylül 2015 Cuma

What is Cahit Sıtkı Tarancı?

What is Cahit Sıtkı Tarancı?

Bir gazetecinin twitter hesabında paylaştığı çeviri harikasıdır bu! Ama durun, hemen haksızlık etmeyin! Cahit Sıtkı Tarancı tükenmez kalem değildir de nedir? Bir şairin dizeleri, o şairin adını dahi işitmemiş kitleler tarafından ezbere biliniyorsa (Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder), o şair gerçekten hiç tükenmeyecek bir kalemdir! 

Şiirleri de, edebiyat derslerinin ve üniversite sınavına hazırlanırken çözdüğümüz testlerin vazgeçilmez malzemesidir. Okuduğum lisede her sene aynı örnek bıkmadan usanmadan verilirdi tecahül-i arif (bilineni bilmezden gelme) adlı söz sanatını açıklamak için:
Şakaklarıma kar mı yağdı ne var?
Benim mi Allahım bu çizgili yüz?

Gel de isyan etme! 35 yaş, yolun yarısı, çizgili yüz, ağaran şakaklar... derken karamsarlığın, çökkünlüğün şairi oldu çıktı Cahit Sıtkı. Sabahattin Eyüboğlu, klasiklere yapılan bir haksızlıktan söz eder; Cervantes'in Don Kişot'u veya Shakespeare'in Hamlet'i gibi dev yapıtlar hakkında milyonlarca insan az çok fikir yürütür ya da en azından adına aşinadır. Buraya kadar güzel. Ne var ki, herkesin “bildiği” bu kitaplar, kütüphane raflarında öylece bekleme talihsizliğinden muzdariptir. Açılıp okunmaz, üzerine tartışılmaz. Anlayacağınız, pek çok kişi için Don Kişot, yel değirmenlerine savaş açan bir avanaktan ibarettir, Hamlet ise elinde kafatasıyla geyik muhabbeti yapan bir meczup! Cahit Sıtkı’nın Otuz Beş Yaş'ı da işte ona bu hüzünlü meşhurluğu getiriyor! Oysa Otuz Beş Yaş’ın burukluğuna hapsedilemeyecek kadar rengârenk şiirleri var kitabında: Çocuksu, serseri, çapkın (bir kadın göğsünü konuşturacak nispette!), iflah olmaz bir hayalperest… En sevdiğim aşk şiirlerinden birkaçı ona aittir: Desem ki, Karasevda, İmkansız Vuslat... Abbas da bir masal diyarından yola koyulan ulak gibidir:

Haydi Abbas, vakit tamam;
Akşam diyordun işte oldu akşam.
Kur bakalım çilingir soframızı;
Dinsin artık bu kalp ağrısı.
Şu ağacın gölgesinde olsun;
Tam kenarında havuzun.
Aya haber sal çıksın bu gece;
Görünsün şöyle gönlümce.
Bas kırbacı sihirli seccadeye,
Göster hükmettiğini mesafeye
Ve zamana.
Katıp tozu dumana,
Var git,
Böyle ferman etti Cahit,
Al getir ilk sevgiliyi Beşiktaş'tan;
Yaşamak istiyorum gençliğimi yeni baştan.

Cahit Sıtkı'nın şiirleri kadar avarelikleri de güzel! Mülkiye'de öğrenciyken az haylazlık yapmamış. Dersten kaytarıp çimenler üzerinde sigarasını tellendirirken şiirlerini düşünürmüş. Yakışır şairime! Düşünüyorum da, keşke benim öğrencilerim de bunun için kırsalar okulu. Ders kitapları dışındaki kitaplara gömülmek, "Ölü Ozanlar Derneği" filmindeki gibi birbirlerine şiir okumak için kaçsalar dersimden! O zaman aşağıdaki öğretmen gibi kalanlara fırça atmak için bir saniye tereddüt etmezdim:



Fakat çağımız anlı şanlı "iletişim" çağı, telefonlarda yüzlerce oyun varken kime lazım şiir! Yine de kötümser olmamalı; belki bu çağ da kendi şairlerini yaratacak. Her şair devrinin ürünü olduğuna göre, bu devrin şairleri de başka yollarda ve söyleyişlerde akacak. Ama akmak için de beslenmek gerek! Cahit Sıtkı'dan başlayarak mesela...

10 Eylül 2015 Perşembe

Cennet cennet dedikleri...

Şehit haberleri uğursuz yıldırımlar gibi düştükçe ülkemin çatısına, havada müsrifçe uçurulan kelimelerden biri olageldi "cennet". Durum bu olunca, Cennet cennet dedikleri / Birkaç köşkle birkaç huri / İsteyene ver anları / Bana seni gerek seni diyen Yunus Emre'ye sarılıyorum cenneti bir parça anlamlandırabilmek için. Ömrümüzün özeti, ölümden sonra bir tepsi içinde Yaradan'a sunulup mükâfat ya da ceza mı beklenecek saygılı bir sessizlikle? Ve mükâfat eşittir cennette deniz manzaralı bir köşe kapmak mıdır?

Dünya hayatının ötesine inanan bir insan olarak cennet kavramına bakışımı dönüştüren cümlelerden biri, yazar Kubilay Aktaş'ın kaleminden dökülendir: "Burada bulamadıysan, öbür tarafta ne bulacaksın?". Ben de bu cümleyi zihnimde şuna bitiştirmiştim: Burada cennetini yaratmadıysan, öbür tarafta cenneti mi bulacaksın? İsra Sûresi 72. ayet de sanki bunu sezdiriyor gibi: "Kimin bu dünyada gözü kapalı ise ahirette de kapalı, hatta oradaki şaşkınlığı daha ziyade" (meal: Mehmed Akif). 

Cennetten bir selamı gönül gözüyle dünyayı seyreyleyenler alabilir ancak. Cami avlusundan ibaret değildir cennete uzanan yol; hayatın yorucu akışında rahat bir soluk aldırabilmektir bizim dışımızda da soluk alıp verenlere! Tanımadığın bir çocuğu sevindirmek, sevmediğin bir insana da iyilikte bulunabilmek, sahipsiz bir hayvanın ihtiyacını gidermek, trafikte anlayış göstermek, bir fikri aykırı bulmana rağmen onun varlığına saygı duymak...

Çalışkan insanın idealizmini, bir amaca adanmışlığın coşkusunu bunca törpüleyen ve hissizleştiren topluma inat emeğinden vazgeçmiyorsan; yani sert kabuğundan ekmeğin sıcacık buğulu içini çıkarıp yer gibi iştahla yapıyorsan işini, işte cennettesin. Şahsına münhasır cennetini yaratmışsın.

Dünya hayatında ördüğümüz veya bize örülen kozayı yırtıp kelebek olduğumuz andır cennet. Tırtıllıktan kelebekliğe süzülüşün ardından iki kanat çırpışı ve sonrası kendi miracımıza havalanma...

Buradakinden bahsettik, peki ya oradaki cennet? Cennet ötesi cennet var belki. Ya da cennet içre cennet?... Keşfettikçe kaybolacağın, kayboldukça tatlı bir esrikliğe kendini bırakacağın bir mekânda mekânsızlık duygusu...

Teolojik bilgim birkaç Kur'an ayetiyle sınırlı olunca, haliyle bilgim de sınırlı oluyor ve sorular soruları doğuruyor. (Cehaletimi bağışlayın.) Örneğin, cennette hep tok kalınacakmış; öğrenme açlığı olmayacak mı? Yürekten gelen tüm "Amin!"ler susacak mı, kurtuluşa erince iyi dilekler son mu bulacak? Nimetlerin bolluğundan şükretmek unutulacak mı? Oysa şükretmek bana göre bütün nimetleri kanatlarının altına alan, yücelerden bir nimet.

"Allah Allah deyu" akacak olan "şol cennetin ırmakları" orada yaşanılacağı varsayılan, huriler ve gılmanlarla dolu hedonizm soslu anların kenar süsü olarak kalmaya mı mahkum yalnızca? 

Yazıma yukarıdaki dizeleriyle esin kaynağı olan, şiirlerinde bana cenneti yaşatan dil ermişi Yunus Emre, cennete en çok yakışacak insanlardan biri. Cennette herkesin sevdiğiyle beraber olacağı söylenir; akrabalık veya kan bağı gerekmeksizin, sözgelimi Yunus Emre'yi sevenler onun yanı başında dizelerini dinleyebilecek mi? Yunus Emre'siz bir cennet tasavvur edemiyorum; bırakın cenneti, ırmakları bile hüzünlü akar, eksik akar.

Bir de cennetin yalnızca yayılıp ense yapma yeri olduğunu kim, nereden çıkardı? "En güzel günlerimiz henüz yaşamadıklarımız" demiş ya mavi gözlü dev, şairler de orada henüz söylenmemiş şiirlerini neden söylemesinler, ressamların paleti eşi görülmedik renklerle neden kuşanmasın, hiç duyulmamış notalardan bambaşka ezgiler neden sökün etmesin? Geometri aşığı biri neden orada cennetin geometrisinden mahrum kalmalı? Henüz keşfedilmedik yıldızlara seyahat olmasın mı?

Belki tüm bunlar benim kuruntumdur! Fakat şundan yüzde yüz eminim: Cennet, elma armut sayar gibi günah-sevap cetveli tutmaya, ibadet hesaplamalarına denkleştirilecek kadar ucuz ve sığ değil. Sadece kendi ailesine bir yıl fazlasıyla yetecek kadar istiflenen kurban eti, patronun da göreceği safta kılınan namaz, oruç tutmayanları doğduğuna pişman ederek tutulan oruç, devlet kasasından bilmem kaçıncı kez gidilen hac, kendisine yapılmadıkça haksızlığa lâl olan dille edilen dua, çekilen tesbih... Cennetin anahtarı bunlar mı? Hayır, ibadet maymuncuk değil; cennet de alelade bir kapı değil. Yine Yunusça bir zarafet gerekiyor kuru kuru ibadetin yetmeyeceğini ifade etmeye: Bir kez gönül yıktın ise / Bu kıldığın namaz değil / Yetmiş iki millet dahi / Elin yüzün yumaz değil.

Fani dünyada da, baki evrende de cenneti hak etmek mücadele istiyor, inananlardan erdemli bir duruş bekliyor. Sevilenin cemaline ötelerde kavuşma umudunu da asla yitirmeyerek. Ezcümle cennet, kollarını bütün ihtişamıyla açmış, talibini sabırsızlıkla bekleyen dosttur! Burada da, orada da...

8 Eylül 2015 Salı

Saygı duruşu


Bayrağın ölümlerde değil; neşeli düğünlerde ve bayramlarda pencerelerden dalgalandığı günlerin hasreti ve umuduyla...