5 Aralık 2021 Pazar

Murakami'den "Sadece Müzik"

Kimi kitaplar vardır; okuruna tepeden bakar. Okurun cehaletini yüzüne vurur ve bir gram yararı dokunacaksa bile bunu adeta onu döverek yapar. Örneğin "gençler bilmez", "insanımız falanı okumamıştır", "toplum filandan habersizdir" gibi cümleler uçuşur böyle kitapların satırlarında. Bu cümlelerin benim zihnimdeki meali şudur: "Hadi yine iyisin; lütfedip seni cehaletinden kurtarıyorum. Bu kıyağımı unutma!" 

Kimi kitaplar ise kendi yatağında akıp giden gür ırmaklar gibidir. Orada sizi korkutan bir taşkınlığa yer yoktur. Bazen içeriğine tam hakim olamayabilirsiniz, akıp gidişine tanık olmakla yetinirsiniz. Fakat bu tanıklık bile sizde mutlaka iz bırakır. Onun akışına kulak verirken yine cehaletinizi hatırlarsınız; ama o bunu sizin başınıza kakmak amacıyla yazılmamıştır. 

Yazımın başlangıcından kolaylıkla tahmin edebileceğiniz gibi bana göre ikinci grupta yer alan bir kitaptan bahsedeceğim: Haruki Murakami'nin "Sadece Müzik" kitabı. 

Murakami'nin diğer yapıtlarından farklı olarak bu kitap uzun bir söyleşiden ibaret. Ünlü Japon orkestra şefi Seiji Ozawa ile Batı klasik müzik eserlerinin yorumlanması, orkestra şeflik deneyimleri ve gençlerle çalışma gibi konular üzerinde bir sohbet gerçekleştirmiş Murakami. Murakami, kitaplarında müziğe sıklıkla atıfta bulununca bu kitabın çıkması da şaşırtıcı olmasa gerek. Bence asıl şaşırtıcı olan, Murakami'nin klasik müziğe hakimiyeti. Müzikal anlamda teknik bilgisinin kısıtlı olduğunu belirtmesine karşın Ozawa gibi dünyaca ünlü bir şefle rahatlıkla sohbetini sürdürebiliyor ve hatta bazen onun fark etmediği ayrıntıları kendine has betimlemesiyle ifade ederek onu şaşırtabiliyor. Bunda Murakami'nin aynı besteleri defalarca ve farklı kayıtlardan dinlemesinin payı büyük. Ve belli ki bu dinleme, başka bir işle meşgulken fon müziğini duyma gibi arka planda kalan bir dinleme değil. Her tınısına dikkat kesilerek, tutkuyla dinleme. 

Ben bu kitabı elime aldığımda -itiraf edeyim- daha hafif bir içerik bekliyordum. Sözüm ona klasik müzik seviyorum, büyük besteciler ve onların birtakım eserleri belleğimde iyi kötü yer etmiş, araba kullanırken TRT radyo 3'ü takip ediyorum, Chopin’in bestelerini şehirlerarası yollardaki dinlenme tesislerinde çalan müziklerden rahatlıkla ayırabiliyorum… Daha ne olsun derken, söyleşiyi okumaya başlamamla afallamam bir oldu. Cehaletimin kibrini yere seren tanımadığım pek çok isim, yorum, teknik bilgi üstüme geldi; ancak garip bir hazla devam ediyordu okumam. Anlamadığım pek çok yer vardı kitapta; ama bir o kadar müzikle ilgili öğrendiklerim de oldu. Ünlü şeflerin yaklaşımları; bestecilerin bestelerini kağıda dökme biçimleri; Avrupa, Amerika ve Japon orkestraları ve seyircileri arasındaki farklar v.b... Örnek olarak şöyle bir ilginç bilgi aktarayım: İtalyan seyircisi müzisyenleri yuhalamakla ünlüymüş. Ozawa, Milano'da yuhalandığında Pavarotti onu "burada yuhalanmak demek müzik dünyasında en üst sıralara çıktığın anlamına gelir" diyerek onu teselli etmiş. 

Ayrıca orkestra şeflerinin ne denli önemli olduğunu yine bu kitabı okuyarak öğrendim. Özellikle Ozawa'nın şu cümleleri kitabı özetliyor gibi:

"Bizim işimiz orkestradan ses çıkartmaktır. Ben partisyonu okuyup zihnimde müziği bir araya getirir ve orkestradakilerle birlikte onu gerçek sese dönüştürürüm, bu süreçse içinde pek çok şeyi barındırır. İnsanlar arası ilişkiler kadar o müziğin neresinin vurgulanması gerektiği gibi müziksel kararlar almayı da içerir. Bazen genele odaklanarak müziğe bakarsın, bazen de bunun aksine detaylı kısımlara odaklanmak gerekir. Bu görevlerin hangisine daha çok ağırlık vereceğine de karar vermen gerekir. Tüm bu deneyimler bir şef olarak beni değiştirir." (ss. 178-179)

Yukarıdaki satırlar bana İngilizcede sevdiğim ve bazı öğretim metodolojisi kaynaklarında karşılaştığım bir sözcüğü anımsattı: orchestrate. Bu sözcük, hem orkestra için beste yapmak hem müzik dışında bir şeyi -sözgelimi bir kampanyayı- yürütmek, yönetmek, düzenlemek gibi bir anlamda kullanılabiliyor. Yani bir öğretmenin sınıf yönetiminden söz edilirken bu sözcüğe rahatlıkla başvurulabilir. Öğretmenin yönetiminden ne çıkıyor: kakofoni mi, senfoni mi? Ve Ozawa'nın belirttiği gibi şeflerin orkestra üyeleriyle geçinememe ihtimali her zaman mevcut. Tıpkı bir öğretmenin öğrencileriyle geçinememe ihtimalinin olduğu gibi. Ama en önemlisi Ozawa, genç müzisyenlerle çalışmanın ve onlara müzik öğretmenin kendisini nasıl geliştirdiğinin farkında. Evet, tıpkı öğrencilerinden feyzalan bir öğretmen gibi. 

Diyebilirim ki, "Sadece Müzik" sayesinde ilginç bir okuma deneyimim oldu. Sadece müziğe değil, kendi yaşamıma dair önceden üzerinde durmadığım ayrıntılarla karşılaştım bu akıcı söyleşide. Ve Murakami'nin mertebesine varacak kadar olamasam da, klasik müzik dinlerken biraz daha özenli ve dikkatliyim artık. 

* Sadece Müzik - Haruki Murakami Seiji Ozawa - Doğan Kitap

2 Mayıs 2021 Pazar

Ben var üniversite almak

Üniversite öğrencilerine internet üzerinden yaptığımız İngilizce yazma sınavında "Herkes üniversiteden mezun olmak zorunda mıdır?" sorusuna aldığımız yanıtlardan biri aşağıdadır. İngilizce bilenler buyursunlar:

 

İngilizce bilmeyenler için Türkçeye çevirmek gerekirse -başlıktaki kadar kötü bir ifade olmasa da- öğrenci "evet herkes bir üniversite sahibi olmalıdır" diye yazmış. Öğrenci lisans derecesi anlamına gelen "university degree" ifadesindeki  "degree" (derece) kelimesini yazmadığı için ortaya böyle komik cümleler silsilesi çıkmış: Herkes bir üniversiteye sahip olmalı... Herkes bir üniversite edinmeli...

Haklısın genç dostum. Herkes bir üniversite edinmeli. Ülkemizdeki üniversite bolluğunda neden olmasın? Zaten birbiri ardına yeni üniversiteler kurulması bu hızda giderse, birey başına en az bir üniversite düşmesi yakındır. Bu noktada Cumhurbaşkanının 12 Şubat 2021'de ne dediğini hatırlayalım:

"Türk yükseköğretim sistemi ileri bir seviyeye ulaştı. Üniversite sayımızı 77'den 207'ye çıkardık. Almanya'dan çok çok ilerdeyiz onu söyleyeyim, Merkel'e 8 milyon 400 bin üniversite gençliğimiz var deyince şöyle bir üff dedi"

(Sözcü)

Merkel'in şöyle bir üff deyişi neye delalettir? Tahminleri alayım. 

8 milyon 400 bin genç = 

8 milyon 400 bin kez nitelikli eğitim olanakları  
8 milyon 400 bin kez kendi alanında istihdam 
8 milyon 400 bin kez insanca yaşamayı sağlayacak ekonomik gelir...

Alman politikacının, yukarıdaki maddelerin bir ülke ekonomisi üzerindeki ağırlığını zihninde hızlıca hesap ederken ağzından çıkıvermiş bir üf, bizim için övünme vesilesi haline geldiyse yazımın başındaki paragrafı yazan öğrencinin ve onun gibi binlercesinin profilini bir gözden geçirmek gerek. Örnekteki öğrencimiz, dil eğitimi aldığı kurumun en yüksek yeterlik düzeyindeki bir sınıfta İngilizce eğitimi alıyor. Yani bu öğrenci, çok değil, bir-iki ay sonra sınavlarını başarıyla geçerse İngilizce konuşabilir ve yazabilir düzeyde olduğunun onayını alarak üniversitedeki bölümüne geçecek. 

Peki bu öğrencinin durumundaki gibi milyonlarcasının var olduğu araştırmalarla da doğrulanmış Türk öğrenciler, İngilizce yazma ve konuşma açısından yurtdışındaki üniversite öğrencileriyle denk midir? Maalesef değil. Gelişmiş ülkelerdeki öğrencilerin yazdığı metinler okunduğunda bizim öğrencilerimizin yazdıkları ilkokul çocuğunun kaleminden çıkmış gibi duruyor. Tıpkı üstteki örnekte olduğu üzere. Öğrenciden beklenen, "Herkes üniversiteden mezun olmalı mıdır?" sorusunu akademik yazı üslûbuna uygun gerekçelerle yanıtlaması iken, öğrenci, bozuk bir İngilizceyle "bazı insanlar üniversiteye gidemiyorlar, buna üzülüyorum, inşallah herkes bir gün üniversiteye gider" gibi çocuksu temennilerle yazısını sonlandırıyor. Aklınıza sınav kaygısı gibi hafifletici sebepler gelebilir; bence kovun onları. Çünkü yıllardır İngilizce yazı yazmayı öğretiyorum (belki de öğretemiyorum) ve görüyorum ki sınıfta yazılanlar ile sınavda yazılanlar arasında uçurum yok. Lisans ve lisansüstü bölümlerde olup bitenleri varın siz hesap edin.

Velhâsıl, Merkel'e katılıyorum ve ben de üff diyorum. Onca üniversite, onca öğrenci, onca akademisyen, onca emek, onca harcanan zaman, onca yapılan masraf, onca umut sonunda eğitim-öğretim açısından gelinen nokta bu. Salt nicelik, ancak savaş meydanında düşmanın gözünü korkutmak için işe yarayabilir; ama orada bile nitelikli savaşçılar ve komutanlar sonucu belirler. 

4 Şubat 2021 Perşembe

Her eğitimcinin ve öğrencinin okuması gereken bir kitap: İrade Terbiyesi

Yalnız tek bir şeye çok ihtiyacımız vardır: Çalışkan olmak. Toplumsal hastalıklarımızı incelersek temel olarak bundan başka, bundan önemli bir hastalık keşfedemeyiz; hastalık budur. O halde ilk işimiz bu hastalığı esaslı bir şekilde tedavi etmektir. Milleti çalışkan yapmaktır. Servet ve onun doğal sonucu olan refah ve mutluluk, yalnız ve ancak çalışkanların hakkıdır.

 ATATÜRK

Jules Payot'nun "İrade Terbiyesi" adlı eserini okurken Atatürk'ün yukarıdaki sözleri kulağımda çınladı durdu diyebilirim. Jules Payot da tıpkı Atatürk gibi tembelliği bir hastalık olarak görüyor ve kitabında bu hastalığa şifa olabilecek bir reçete sunuyor. Hatta tembelliğe öylesine hücum ediyor ki, adeta okura disiplin altında bir asker gibi davranması gerektiğini hissettiriyor. Aslında bu disiplinin asker disiplininden daha kalıcı olması onun bir otoritenin zoruyla değil; içimizden gelen bir itkiyle oluşması. Ve bu özenle oluşturulmuş itkiyi çevresel dikkat dağıtıcılar hiçbir surette bertaraf edemiyor.

Payot, irade terbiyesi sürecini "kendinin efendisi olma", "kendini fethetme", "özgürleşme" gibi ifadelerle tanımlıyor. Bu sürecin adımlarını anlatmaya başlamadan önce bazı düşünürlerin karakterin değiştirilemezliği üzerine kafa karıştırabilecek düşüncelerini çürütmeye girişiyor. Diyor ki: "Bir karakter, yarım saatliğine de olsa kökten değişebiliyorsa hiç değişmez değildir ve bu değişimin gitgide sıklaşacağına dair umut beslenebilir." Tam bu noktada duyguları işe koşmamız gerektiği ortaya çıkıyor. Duyguların irade üzerindeki etkisine ilişkin ilginç örnekler veriyor Payot. İşte size onlardan biri:

 
Duyguların anlık da olsa etkisi bu denli yoğunsa üzerimizde, onlardan sürekli nasıl yararlanılabilir sorusunun yanıtı ise "DERİN DÜŞÜNME" uygulamasından geçiyor. Derin düşünme tekniği, otohipnoz (self-hipnoz) veya çalışma motivasyonunu uyandırmaya yönelik bir meditasyon olarak da adlandırılabilir. Yani kendi kendini duygusal olarak çalışmaya hazırlama. Kendinize her gün 10-15 dakika ayırıp sessizlik içerisinde düzenli çalışmanın size getireceği ödülleri gözünüzde canlandıracaksınız. Canlandırırken beş duyunuzu işin içine katarak. Örneğin, ders çalışmak istiyorsunuz ve mantığınız bunun size yararlı olacağını tereddütsüz söylüyor; gelgelelim masanın başına geçip ders kitabınızın kapağını açasınız yok. Derin düşünme sırasında ders çalışmanın size kazandıracağı ödülleri bir bir gözünüzün önünden geçireceksiniz. Sözgelimi üniversite öğrencisisiniz ve düzenli ders çalıştıkça notlarınızın tırmanışa geçtiğinin, hocalarınızın sizi örnek gösterdiğinin, ailenizin sizden gururla bahsettiğinin ve arkadaşlarınızın size nasıl gıpta ettiğinin görüntü ve seslerini en ince ayrıntısına kadar bir film senaryosu yazıyormuşçasına tasarlayın ve filminizi izlemeye başlayın. Mümkünse bu filme koku, tat ve dokunma duyularını da ekleyin ki büyüsü katlanarak artsın. Çok başarılı oldunuz, bölümünüzü birincilikle bitirdiniz, kutlama yaptınız. Belki çiçek aldınız ve onun kokusunu duydunuz. Veya sevdiğiniz bir arkadaşınız size sarılırken parfüm kokusu geldi burnunuza... Tatlılar yendi, içecekler içildi. Buz gibi bardaklara dokundunuz. İnsanlarla tokalaştınız. Mutluluk ve gururdan içiniz kıpır kıpır oldu, kalp atışınızı göğüs kafesinizde hissettiniz... Ya da tam tersi bir film çekebilirsiniz. Ders çalışmadınız, her gün internette zaman öldürdünüz, koltuğunuza oturdukça oraya zamkla yapıştınız adeta ve gece geç yattığınız için sabah uyanasınız gelmedi. Dersleri kaçırdınız. Notlarınız gittikçe düşüyor... Herkesin rahatlıkla geçtiği derslerden siz kaldınız. Aileniz sizden ümidi kesmiş... Bu felaket senaryosunu bir önceki zıt örnekte olduğu gibi beş duyunun da yardımıyla abarttıkça abartın ki Payot'nun deyimiyle "tiksinti" oluşsun içinizdeki tembele karşı:

"Kendinin efendisi olmayı başarmanın en etkili yolu, ruhta coşkulu beğeniler ve şiddetli tiksintiler uyandırmaktır. Bu nedenle öğrenci, basit ve tanıdık düşünceler sayesinde kendine çalışmayı sevdirmenin ve kolay, işe yaramaz, aptal, aylak hayattan nefret etmenin yollarını arayacaktır."

Payot, bu derin düşünme sürecini düşünceleri damla damla damıtarak bal elde etmeye benzetiyor. Fakat sizin de tahmin edebileceğiniz gibi yalnızca hayal gücüne yaslanarak başarı gelmez. Bize çalışma şevki versin diye hayal kuruyoruz. Derin düşünmeyi her gün uygulamaya devam ederken bal elde etmek için arı kadar çalışkan olmayı dert etmeliyiz. Çalışkan olmanın ipuçlarını şahane metaforlar ve anekdotların ışığında bir bir sıralıyor Payot. Aşağıya kendimce önemli bulduğum noktaları maddeliyorum:

1. Payot'nun kullandığı anahtar kavramlardan biri ALIŞKANLIK. Alışkanlığa dönüşesiye dek küçük ama devamlı adımlar atmalıyız. Bugün bize basit ama sıkıcı görünen bir görevi tamamladığımızda, örneğin bir sayfayı okuduğumuzda o günkü görevimizi tamamlamanın rahatlığına kavuşuruz. Bu eylemi her gün düzenli yaptığınızı düşünün. Her gün bir özveride bulunuyorsunuz ve bu küçük başarılar birikerek büyük başarıları besliyor.

2. Hiçbir çabayı ve başarıyı küçümsememeliyiz. 

3. Sabırlı olmalıyız. Payot'nun da altını çizdiği gibi:

"...her gün az da olsa bir şey elde etmek yeterlidir çünkü en yavaş hızda bile gidilse belli bir yol alınır. Entelektüel çalışma için önemli olan, yalnız düzen değil, aynı zamanda sürekliliktir. Deha, sadece uzun bir sabırdır deniyor. Tüm büyük işler, devamlı sabır gösterilerek başarılmıştır."

4. Hiçbir zaman boş kalmamalıyız. Boş kaldığımızda yarım kalan işlerimiz bize suçluluk hissettiriyorsa bu histen derhal faydalanmalı ve o işleri tamamlamalıyız.

5. Kendimize katı bir çalışma programı hazırlamaktan kaçınmalıyız. Payot, insanın tembelliğine bahaneler üretmekteki becerisini çok iyi bildiği için katı programlara uyulmayacağından emin. O nedenle, çalışmak için belli bir saat yoktur; tüm saatler uygundur diyor. Ona göre önemli olan; aktif olmak, sabah yataktan çevik bir şekilde kalkmak, kararsızlığın ve endişelerin zihnimize sızmasına izin vermeden çalışmak, gücümüzün tükendiğini hissettiğimiz anda yürüyüşe çıkmak, bize çalışma zevki veren arkadaşlarımızla sohbet etmek veya en azından odamızı havalandırmak gerekiyor.

6. Ertelememeliyiz. Dikkatin dağılması, oyalanması, eğlenmesi için fırsat vermeden zihni çalışmaya itmeliyiz ve kendimizi çalışma masasının önünde bulmalıyız. Yapılması gereken bir görevi yerine getirmeden asla uykuya dalmamalıyız.

7. Her dakikanın hakkını vermeliyiz. Zaman elimizdeki en değerli varlığımız olduğuna göre onun her anından yararlanmalıyız. Burada Payot, öğle yemeği tam vaktinde hazır olmadığı için on beş dakikalık bekleme süreleri içinde kitap yazan bir yazarı örnek veriyor.

8. Muğlak ve genel hedefler yerine daha açık ve gerçekleştirilebilir görevler belirlemeli ve başlanan bu görevleri bitirmeden masadan kalkmamalıyız. Daha açıklayıcı olması için Payot'dan olduğu gibi alıntılıyorum:

"Asla genel bir hedef belirlenmemelidir. Asla, "Yarın çalışacağım" denmemelidir. Hatta "Yarın Kant'ın ahlak anlayışını çalışacağım." da denmemelidir. Her zaman açık ve özel bir görev belirlemek gerekir. "Yarın kararlı bir şekilde çalışmaya başlayacağım ve başlangıç olarak, Kant'ın Pratik Akıl'ını okumaya başlayacağım. Ya da fizyolojinin şu bölümünü çalışacağım ve özetleyeceğim." denmelidir."

9. Aynı anda tek iş yapmalıyız. Zira ilerleyen bir işin yarattığı sevinci yaşamak varken birden fazla tamamlanamayan işe daldığımızda huzursuzluk, kaygı gibi olumsuz duygularla dolarız. Bu duygular da doğal olarak enerjimizi düşürür.

10. Kitapta olmayan son maddeyi ben ekliyorum: İrade Terbiyesi'ni okumalıyız.

Okumalıyız çünkü bu kitap bize, çalışmanın başkalarından işitilecek vaazlarla değil, sonuçlarının getirdiği hazlarla anlam kazanan bir erdem olduğunu hatırlatıyor. Okumalıyız çünkü çalışmakla ilgili kafalardaki basmakalıp düşünceyi yıkıyor Payot:

"... bu çalışma kelimesi masaya yaslanmış, oturan bir öğrenci heykeli imajı çağrıştırmamalıdır. Yürürken okunabilir, gezinerek düşünülebilir, üretilebilir. Bu; en iyi, en az yorucu ve keşiflerde en verimli olan yöntemdir. Yürüyüş, zihnî malzemelerin benimsenmesini, özümsenmesini ve bunların uygulanmasını tek başına kolaylaştırır."

Çalışmaya kendimizi hazır kılmanın yöntemlerini ayrıntısıyla anlattıktan sonra Payot, kitabın bir sonraki bölümünde çalışma azmimizi kıracak düşmanlarla baş etme yollarını gösteriyor. Bu düşmanlar: muğlak duygusallık ve şehvet, tembel arkadaşlar ve tembel safsataları. İrade Terbiyesi 1909 yılında yayımlandığına göre aradan bir yüzyılı aşkın zaman geçmiş ve Payot'nun saydığı düşmanların hepsini içinde barındıran ama hepsinden kat be kat güçlü bir düşman cebimize kadar girdi artık. Evet, internet. Akıllıca kullanıldığında bir bilgi ve kolaylık deryası, ama bağımlısı olunduğunda sizi boğacak bir derya bu. Hele yapay zekanın sunduğu hazlarla bu denli iç içeyken boğulmamak ne mümkün! Bin türlü sosyal paylaşım mecrası, alışveriş siteleri, oyun, pornografi, çevrimiçi kumar ile değil saatler ve günler, yıllar öldürülüyor. Daha da kötüsü, internet bağımlılığının beyinde bıraktığı hasarın kalıcı olduğu araştırmalarla doğrulanıyor. Alkol ve uyuşturucu bağımlılarının girdiği çapta bir bataklığa bazen kendi ellerimizle çocuklarımızı itiyoruz. Z kuşağı zekidir deniyor, doğruluk payı vardır elbet; ama pohpohlamanın ötesinde onlara Payot'nun kitabındaki gibi uyarılar ulaşmalı ki, zekâlarından toplum faydalansın. Hatta ulusal eğitim politikamız çalışmanın hazlarını öğrencilerimize aşılamak üzerine yürütülmeli ki, yazımın başında alıntıladığım Atatürk'ün sözündeki servet, refah ve mutluluğu toplumun tüm tabakalarına yayılacak şekilde inşa edebilelim.

İrade de zekâ gibi muhteşem bir güç. İradenin zekâya üstün gelen tarafı şu ki; ancak irade güçlendirildiğinde zekâ harika işler başarabiliyor. Payot'nun önerileriyle bu neden gerçekleşmesin? Denemesi bedava. Bütün işlerinizi aksatacak derecede internet bağımlılığınız varsa mutlaka profesyonel destek almak gerekir. Ama törpülemeniz gereken ve sizi ulaşmak istediğiniz başarıdan alıkoyan bir yanlış alışkanlığa sahipseniz ve onun getirdiği miskinlik sizi ele geçirdiyse kendinizi mutlaka o huydan tiksindirip üzerinizdeki ataleti silkeleyerek yolculuğunuza başlamalısınız.

 * İrade Terbiyesi - Jules Payot - Karbon Kitaplar

31 Ocak 2021 Pazar

Bugün günlerden babam ve ben

Sevgili babacığım,

Bugün 31 Ocak 2021. Seninle 2. ölüm yıl dönümünde de sohbet etmek istiyorum. Günlerdir bugünü bekledim diyebilirim; çünkü içimdekiler çok birikti.

2020 yılı milyonlarca insanın sağlık, huzur, sabır gibi ince ayarlarını bozduktan sonra 2021'in kapısının önüne tortusunu bırakıp gitti. İyi ki görmedin bu yılları, iyi ki yaşamadın yaşadıklarımızı. Kanser hastası olarak omuzlarına binecek yük katlanarak artacaktı ve seni 2019'da değil de, salgın zamanında kaybetseydik sevenlerinle cenazende bir araya gelip yasımızı paylaşamayacaktık. Dört başı mamur bir cenaze törenine eşlik eden kalabalıklar ve dualarla seni uğurlayamayacaktık. Bu duruma şükretmemiz sence de ironik değil mi baba? Normal şartlar altında insanlar sevdiklerini bir gün fazla yaşatmanın derdindeyken salgın şartları, 2020 öncesi cenaze törenlerini bile arattı.

Öte yandan 2020 benim için de sancılı; fakat değiştirdikleriyle apayrı bir yıl oldu. Yıllar sonra ilk kez seninle hesaplaşabildim baba. İçimdeki sen'le hesaplaşabildim. “İdeal insan” yetiştirmek niyetiyle istemeden beni nasıl hırpaladığını 40'ıma yaklaşırken keşfedebiliyorum. Kafandaki "Sevgi projesi"nin maliyeti bana hastalık olarak döndü. Bunu asla hesap edemezdin değil mi? Senin hayal ettiğin üzere on parmağında on marifeti, hitabeti ve geniş sosyal çevresiyle herkesin ağzını açık bırakan Sevgi yok babacığım. Kâh boğularak kâh zorlanarak dahi olsa konuşan, işini bu zor koşullarda sürdüren ve bu zor koşullara rağmen yaşamı kucaklayan bir Sevgi var. Hayallerinde yaşattığın Sevgi hiçbir zaman var olmadı. Olamazdı da. Çünkü Sevgi senin sandığın gibi içe kapanık değil; içine dönüktü. Kend'özüyle sarmaş dolaş; notlar çıkardığı kitaplarıyla, yazılarıyla, günlükleriyle, şarkılarıyla, evde yüksek sesle okuduğu şiirleriyle ve anlaşabildiği kadar insanın yanında olmasıyla mutluydu. Ama sen, oynadığımız tüm oyunlarda yenilmez bir model olan sen, kendin tasarladığın bir elbiseyi bana giydirmeye çalışmakla yenildin. Hayranlık duyduğum sana senelerce benzemeye çabalarken ve tam senin istediğin gibi (belki de senin gibi) birine dönüştüğümü düşünürken gördüm ki ikimizin de aklının ucundan geçmeyecek biri oluvermişim.  

Fakat yaşadığım onca buhrandan sonra vardığım noktayı yine seninle paylaşmayı çok isterdim. Biliyor musun baba, ben senin Sevgi'ni değil; yorulmuş ama kendini bulma yoluna koyulmuş Sevgi'yi seviyorum. Öteki Sevgi, ümitsiz bir mükemmelin arayışındaydı. Ben ise, ne mutlu bana ki, hata yapma hakkımı kullanıyor ve hatalarımın öğrencisi olarak yolculuğuma devam ediyorum. Hele bu sene daha da hoşnutum kendimden. Kronik toplumsal hastalığımız olan "el alem ne der kaygı bozukluğu"ndan sıyrılıp başkalarına kötü görünme pahasına bile olsa "kendime iyi" olmayı başarabiliyorum artık. Elleri memnun etmek, onları konuşturmamak üzere ömür sürenlere “el iyisi” derler ya, ben ise aldığım kararlarla el kötüsü olmayı tercih ediyorum. Hatta kimi zaman bundan zevk duyuyorum. Zira inanıyorum ki, kendi mutluluğu için sorumluluk üstlenmeyi ve bedel ödemeyi göze alan insan sağlıklıdır, çalışkandır, günleri verimlidir ve gerçek anlamda başkalarına yararlı olabilir. Dün yaşadıklarının arkasında yüreklice durabilenler, yarınlarına karar verebilirler. Ve inançlı bir insan olarak şuna gönül huzuruyla iman ediyorum: Yaradan'ın şahitliğine inananlar, diğer insanların şahitliğine ihtiyaç duymazlar.

Adım gibi eminim babacığım; yazdıklarımı okuyabilseydin ya da ben sana bunları anlatabilseydim, gözlerin dolarak ve "Ah canım kızım..." diyerek bana sarılır, mahcup bir özeleştiri yaptıktan sonra benimle ne kadar gurur duyduğunu söylerdin. Hâlâ benimle gurur duymana ihtiyaç hissetsem de, yıllarca içimde kök salmış "hayran olan kız-hayran olunan baba" hiyerarşik ilişkisi, yerini seni ve kendimi olduğu gibi kabullenen bir evlat ve babanın eşitlikçi ilişkisine bıraktı. Böylesi daha sağlıklı değil midir zaten? Hayranlık körlüktür; oysa  yanlışlarını doğrularıyla harmanlayarak bir insanı sevebilmek, sevginin katıksız ve derin halidir.

Bak aklıma ne geldi: Sen sağken seninle konuşarak sohbet ediyordum. Şimdi seninle sohbet halindeyim yine bir 31 Ocak günü. Yalnızca kullandığım araç değişti. Bundan sonra bugünü ikimizin günü ilan edelim!

Seni rüyalarımda mutlu görüyorum; inşallah öylesindir o âlemlerde. Oraya göçmüş sevdiklerimizi görüyorsan selam söyle; ama Şehriban teyzeye özellikle selamımı ilet. Bayramlarda bana söylediği cümleler hâlâ yüreğimin pasını alıyor. 

Görüşmek üzere...

30 Ocak 2021 Cumartesi

Beş adımda şair geçinmeye hazır mısınız?

 "Yağdı yağmur; çaktı şimşek

Sen de mi şair oldun be eşşoğlueşşek!"

Yukarıdaki anlamlı (!) sözlerde şiire olan toplumsal mesafemiz ne güzel özetlenmiş. Aslında şiir geleneğimiz köklüdür; ama ne hikmetse Türkçenin şiir pınarından kana kana içen sayılı. Ne de olsa içmek için su başına gitmek gerekiyor, yani kitapların kapaklarını açmak. Ama internet gibi bir derya varken pınara kadar zahmet edilmiyor. Asıl sorun burada başlıyor işte! Yağdı yağmur, çaktı şimşek düzeyindeki yazılar şiir zannediliyor ve yetmezmiş gibi bunlar Türk edebiyatının yüz akı şairlere atfediliyor.

Örneğin, birisi size "Can Yücel'in şiirlerini çok beğeniyorum" derse hemen yoklayın o kişiyi. Gerçekten kitaplarını okumuş mu, yoksa internetteki zırvaları mı şiir zannediyor? İkinci durumun çıkması yüksek ihtimal. İnternette karşılaştığım kadarıyla bu iş Can Yücel'den başka yazar ve şairlere de sıçrayalı çok oldu: Turgut Uyar, Oğuz Atay, Attila İlhan, Sabahattin Ali, Nazım Hikmet, Aşık Veysel, Cemal Süreya, Mevlana... Peki neden bu isimler? Çünkü bazıları televizyon dizilerinde isimlerinin anılması, bazıları da popülerleşen eserlerinin sayesinde, birilerinin üretip dolaşıma soktuğu sahte şiirleriyle dillere pelesenk oldular. 

Şimdi sıkı durun. Siz de çorbada benim de tuzum olsun, başka bir şairin ismiyle şiirim alsın yürüsün diyorsanız doğru yerdesiniz. Size birkaç tüyo vereceğim. Bu taktikler sayesinde Yiğit Özgür karikatüründeki adam gibi saçmalamanıza da gerek kalmayacak.


1. Konunuz mutlaka kadın-erkek ilişkileri olsun. Hem herkesin ilgisini çekmeniz garanti, hem de başınıza iş açacak başka bir konuyu (sözgelimi hayat pahalılığını) seçip cumhurbaşkanına hakaretten tutuklanma tehlikesi yok.

2. Bu konuya dozunda bir miktar hikmet yumurtlayan ağır abi sosu katmalıyız ki savurduklarınız biraz yaşam koçluğu koksun. Koca şairsiniz siz! Hiçbir konuda şüpheye yer bırakmayın ve daima akıl dağıtın. Okuyanlar hem derin tecrübelerinizden feyzalsın, hem yazdıklarınız vasıtasıyla kendi hayatlarından ortak noktalar yakalasın, hem de böyyük bir şair tarafından onaylanmanın ve haklı çıkarılmanın keyfini çıkarsın. Esin kaynağı olması için, Semih Çelenk’in sürekli güncellediği "sahte Can Yücel metinleri listesi"ni incelemenizi öneriyoruz.  

3. Ayrıca bolca genelleme yapmalısınız ki, okuyanlar bir gruba ait olmanın ve kendilerini üzenlerin de karşı grupta yer almasının verdiği gönül rahatlığıyla yazılanlara inansın. "Kadın dediğin...", "Dünyadaki bütün terk edilenler...", "Erkekler iki tür kadını öper..." , "Kadınlar üç tür adama adam der..." gibi. 

4. (Bu aşama isteğe bağlıdır) Kendinizi daha da inandırıcı kılmak istiyorsanız, adı geçen şair ve yazarların kitaplarından birkaç cümle araklayarak veya kendi cümlelerinizi onunkilere benzetmeye çalışarak şiirinize ufak profesyonel dokunuşlar yapabilirsiniz. Ancak bu aşamanın riski büyüktür! Hafazanallah, örneğin Can Yücel’in küfürbaz muhalif dizelerine yanaşırsanız soluğu hiç tahmin etmediğiniz yerlerde alabilirsiniz! 

5. Gelelim biçimsel özelliklere... Kafiye paralamanıza hiç gerek yok. Elinizi tutan da yok. Serbest şiir, serbest atış. Sallayın sallayabildiğinizce. Metafor kullanımında da elinizi korkak alıştırmayın. Kadınları ve erkekleri, okuyanı ağlatacak bir şeye benzetin de, neye benzetirseniz benzetin.

Teorik bilgileri beş adımda böylece verdikten sonra örnek uygulamamıza geçebiliriz. Klavyeler hazırsa başlayalım:

1. Konumuz, kadın-erkek ilişkilerinin en rağbet gören alt konusu olsun: ayrılık. Biz acı biberi sevdiğimiz kadar arabeski de seven bir toplumuz. Şiir dediğiniz biraz can yakmalı ve of çektirmeli ki, dilden dile, ekrandan ekrana yayılsın gitsin.

2. Sahte şiirin hangi ağızdan yazıldığı önemli. Ben artık Can Yücel’e doyulduğunu düşünüyorum. Biz daha az yayılmış bir isme yönelmeliyiz. Oğuz Atay uygun bir seçenek olabilir. Kim uğraşıp karıştıracak onun tuğla gibi romanlarını da, yazdıklarımızın sahte olduğunu ifşa edecek?

3. Veee serbest atışa başlıyoruz. Oğuz Atay’ı seçtiğimize göre yazacağımız ayrılık acısı bir erkeğin ağzından çıkmış olmalı. Bu adam çok sevmiş ama karşılığını bulamamış olsun. Öte yandan kahramanımız, öyle yüce gönüllü ki kendisini terk eden kadına nefret duymuyor. Sevgilisinin gidişine içi yanıyor ama ona asla toz kondurmuyor. (Ne muhteşem bir erkek profili değil mi? Şimdiden tavladınız binlerce kadının gönlünü.) 

4. Başlangıç için Orhan Veli’den biraz ilham alabiliriz. Şair “Bakakalırım giden geminin ardından” diyordu; bizim Oğuz Atay’ımız da kapıdan kadının gidişine baksın kalsın. Canlandırın o bakışı gözünüzde... Canlandırdınız mı? Şimdi o hüzünlü bakışlarla uzaklara dalsıııın gitsin Oğuz’umuz Atay’ımız ve onca üzüntüsüne rağmen bilgeliğini bir an bile elden bırakmasın:

Sen gittiysen, 
Bil ki seven bir adamı değil
Kendini terk ettin.

Sessizliği taşırım elbet, ama sensizliğe alışmak zor...

Sen yoksun, ama yalnız değilim ki... 
Bana eşlik ediyor kokun, hatıralar ve son içtiğin sigaranın küllükteki izmariti...

Yeryüzünün bütün güçlü erkeklerini eninde sonunda iki kadının gidişi yıkar. Biri anneleri, diğeri sevgilileri... 

Nasıl ama sevgili şair geçinenler? Gördüğünüz gibi hiç de zor değil. Bahsettiğim adımları uyguladıkça ustalaşacak ve siz de rahatlıkla popüler şiir miir yazabileceksiniz. Hatta gün gelecek, sosyal medya hesabınızdaki akışta hiç tanımadığınız birinin yazdıklarınızı paylaştığını ve “ne güzel söylemiş Oğuz Atay” dediğini gururla göreceksiniz. Biraz ticari cevheriniz de varsa ve şiir okuyuşunuza güveniyorsanız, çekin videonuzu. Fonda ağlak bir müzik eşliğinde akan güller, gözyaşı döken mavi gözler, betona düşen yağmur damlaları filan. Reklam geliri almanız an meselesi. Başardınız! Artık siz de bir sahte şairsiniz. Cümleten afiyet olsun.