31 Mayıs 2016 Salı

"Körleşme"ye yarı kör bir bakış

Uzun süredir okumayı düşündüğüm Elias Canetti'nin "Körleşme"sini (Sel Yayıncılık, çev. Ahmet Cemal) okuduktan sonra yapıt üzerine en fazla körün fili tarifine benzer bir yorumlamada bulunabileceğimi gördüm. Çünkü kitap biraz zor bir kitap. Okumaya başladığım günün gecesinde karmakarışık rüyalar görmekle başladı serüvenim. İlerleyen sayfalarda bazı satırları dönüp dönüp tekrar okudum, bazılarını da olduğu yerde bırakmak zorunda kaldım. Tüm bu zorluğuna rağmen elimden düşmeyen bir kitap oldu. Hatta kitabın bende bıraktığı izi "Bir hışmınan geldi geçti, peh peh peh!..." diye özetleyebilirim. Bu yapıttan payıma şimdilik neler düştü; sıcağı sıcağına ve tane tane yazayım:

1) Şapka çıkarılası bir birikim ve yazın ustalığı var karşımızda; çünkü bu yapıt 26 yaşındaki bir yazarın kılıcını kınından çıkarıp edebiyat dünyasına acımasızca sallaması ve kafa tutmasıdır adeta! Karakterlerin özgünlüğü, okuru hep diken üstünde tutan akıcılık, kurguda okuru kimi zaman ters köşeye yatırma, vahşi bir güzelliği olan ürkütücü tasvirler (örn: Cennetin Yıldızları adlı pavyonun anlatımı), dikkatin sınırlarını zorlayan absürtlükler (örn: Kien ve kambur cücenin, kitap yiyen ve göbeği köşeli domuzdan kitapları kurtarma operasyonu!)... Ionesco ve Beckett'in absürt tiyatro ile yarattıklarının bir benzerine şahit olduğumu hissettim. Yazar, karakterlere saçmalatmış ama sağlam saçmalatmış! Örneğin bilimden, felsefeden ve kitaplardan beslenen Kien'i o noktada körleştirirken, emekli polis olan kapıcı Pfaff'ı da şiddet sarmalında körleştirmiş. 


2) Pek çok yerdeki tanıtımda kitap, sinoloji uzmanı Kien'in dış çevresine yabancılaşması ve körleşmesi üzerinden özetleniyor; bence karakterlerin hepsinde var bu. Körler sağırlar birbirini ağırlar misali; diyaloglar tam bir sağırlar diyaloğu. Ve karakterlerin yanılsamaları ile diğerlerinki bazen öyle birbirine giriyor ki, hangisi gerçek hangisi yanılsama?... Bunun içinden çıkmaya çalışırken Charlie Chaplin'in "Sirk" filmindeki ayna sahnesini yaşar gibi oldum:




3) Karakterlerin yaşadığı değişimlere hemen kendilerince bir kılıf uyduruvermeleri de çok ilginç. Örneğin kitabın başında Kien'in okumaktan mahrum kalma endişesi yüzünden kör olmaktan korkması, hatta körlerin yaşamalarının anlamsızlığına ilişkin yargıları var. Ancak ilerleyen bölümlerde evliliğinde yaşadığı rahatsızlıklar onu tam tersi bir duruşa, "körlük kuramı"na savuruyor:

"Körlük, zamanı ve mekânı alt etmeye yarayan bir silahtır; varlığımız tek dayanağını duyularımızla, gerek yapıları, gerekse kapsamları bakımından pek yetersiz olan duyularımızla kavradığımız birkaç kırıntının dışında, sonsuzluğa dek uzanıp giden bir körlükte bulur. Evrende egemen olan kuram, körlüktür. Körlük, birbirlerini görmeleri halinde beraberlikleri düşünülemeyecek nesnelerin ve yaratıkların yanyana bulunabilmelerine olanak tanır. Zamanın artık çekilmez olduğu, taşınması olanaksız bir yüke dönüştüğü noktada koparılabilmesi, ancak körlüğün yardımıyla düşünülebilir. Bu konuda en canlı örnek, çiçeksiz bitkilerin üreme organlarıdır. Elverişsiz yaşama koşullarının içinde bulundukları sürece bu organlar kalın zarlara sarınır, körlüğün koruyucu örtüsüne bürünür; ta ki elverişsiz koşullar ortadan kalkana dek. Ondan sonra organ, kendini savunabilmek amacıyla körlüğün karanlıklarına sığınmış organ, örtüsünü atar ve bir avuç yaşam niteliğiyle ortaya çıkar. Süreklilik niteliğini özünde taşıyan zamandan kaçabilmenin bir tek yolu vardır insanoğlu için: Arada sırada zamanın akışına gözlerini kapamak ve böylece görüldüğünde bize yabancı, itici gelmemesi için onu taşınabilir parçalara bölmek."

Bu satırları okur okumaz Nâzım Hikmet'in "Taranta-Babu'ya Altıncı Mektup"ta yazdığı "Kör Olmak" şiiri düştü aklıma:

Kör olmak ne iyi şeydir,
ne güzeldir sevmek karanlığı.
Ne yalın bir kılıç gibi bir ışık
ne renklerin ağırlığı
ve ne şekillerin kalabalığı..
Ne güzeldir sevmek karanlığı..

Kör olmak ne iyi şeydir.
Kapalı gözleriniz
                    çevrili içinize,
kıyısında oturup bakarsınız
içinizde dalgalanan denize.
Kapalı gözleriniz çevrili içinize..

Kör olmak ne iyi şeydir.
Körlerdir ki yalnız
kendi yürekleriyle baş başa kalırlar.
Ne kimseye kendi gözlerinden verirler
ne kimsenin gözlerinden alırlar.
Körlerdir ki yalnız
kendi yürekleriyle baş başa kalırlar.

Ne güzeldir sevmek karanlığı.
Karanlık allah gibidir ve tek başınadır.
Karanlık ölüm gibidir
                           rengi yok
                                     ahengi yok
                                              dengi yoktur karanlığın.

Dağıtın yanınızdan sopalarınızla
karanlığın peygamberleri, körler,
                                                       kalabalığı..
Kör olmak ne iyi şeydir
ve ne güzeldir sevmek karanlığı..

4) Kitabın iliğine kemiğine işlemiş koyu kıvamda, taş gibi bir mizah var. Hatta "Konfüçyus'un Çöpçatanlığı" ve "Taşlaşma" bölümlerinde kahkaha attım. Oğuz Atay'ın mizahına çok benziyor; zaten Oğuz Atay istemiş Ahmet Cemal'den bu yapıtı Türkçeye kazandırmasını. İyi ki istemiş ve iyi ki Ahmet Cemal'den istemiş. Üniversitede ders alma şansına eriştiğim hocam Ahmet Cemal'in kullandığı her sözcük ve cümle öyle yerli yerinde ve öyle bizden ki, insanın "eser Türkçe yazılmış ama olay başka diyarlarda geçiyor" diye düşünesi geliyor.

5) Ve özlemini çektiğim bir duyguyla yıllar sonra yeniden kuşandım: Kitabı okuduktan sonra onu okumuş birisiyle oturup uzun uzun konuşmak isteği: "Şu düğme meselesine ne diyorsun?", "Ya roman kahramanlarının yanı sıra bir karaktere dönüşmeye ramak kalmış, neredeyse konuşacak hale gelen kolalı etek?", "Kien'in yaşadığı yabancılaşma, beğenmediği insanların dünyasında oyuncak olması ve çöküşü günümüze ne söylüyor?", Yahudilik, akıl hastanesi, vb. semboller ve konu başlıkları üzerinden gidecek bir sohbet belki yarı körlüğümü çeyrek körlüğe indirebilir!

6) Romanda üç bölüm var: "Dünyasız Bir Kafa", "Kafasız bir Dünya" ve "Kafadaki Dünya". Kitabı okuduktan sonra benim kendi içimde açtığım dördüncü bölümün adı şu oldu: "Kafa Bi' Dünya!" Evet, Canetti'nin yapıtı fena kafa yapıyor! Karmakarışık bir evrende, baş döndürücü hızla çarpıklıklar geçit resmi izleniyor ve okuru düşündürtüyor.

16 Mayıs 2016 Pazartesi

"Yine Yapraklar"





Yine yapraklar yine güller 
yine güneşli yollarda yaz
yine küçük odalarda yalnızlık

benim de öyle gecelerim vardı
mavi bir deniz gibi
aşardı başımdan ay ışığı

benim de ellerim vardı
ince uzun beyaz
dokunurdum yoklardım
kapılar açılırdı önümde
içim içime sığmaz

bir kül bırakarak geçti mevsimlerim
güller yeniden açtı
uzak bir yıldız gibi kaldı
küçük odaların yalnızlığı.


OKTAY RİFAT

12 Mayıs 2016 Perşembe

Hayyam ve "Kimse Bilmez"

Bulut geçti, göz yaşları kaldı çimende
Gül rengi şarap içilmez mi böyle günde?
Bugün bu çimen bizim, yarın kim bilir kim
Gezecek bizim toprağın yeşilliğinde.

***

Seher yeli eser yırtar eteğini gülün
Güle baktıkça çırpınır yüreği bülbülün 
Sen şarap içmene bak, çünkü nice gül yüzler
Kopup dallarından toprak olmadalar her gün.

***

Bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye?
Ne zaman yıkılıp gidecek bu güzelim kubbe?
Aklın yollarıyla ölçüp biçemezsin bunu sen
Mantıkların, kıyasların sökmez senin bu işde.

11 Mayıs 2016 Çarşamba

Obama: Hollywoodvari bir aldatmaca-parlatmaca

Güle güle Obama... Ya da gülmeye gülmeye Obama... Tahta çıktığında Barack'ı bıraktık; ikinci isminin Hussein olması vesilesiyle, doğan görünümlü şahin misali Müslümanımsı görünmen hoşnut etti milyonları. Michael Jackson gibi kendini çitilete çitilete yüzünü ak pak, pür nur eyledin, ABD'nin ilk siyahi başkanı olarak insanlık tarihine adını altın, elmas, zümrüt, yakut (değerli yeraltı kaynağı olarak ne varsa) harflerle yazdırdın. 

Çalışma masanın üzerinde ayak ayak üstüne atıp ona buna talimatlar yağdırırken ne kadar samimiydin, ne kadar Harvard'lıydın, ne kadar Morgan Freeman abimizdin. Yine -güya Erdoğan ile Suriye meselesini görüşürken- bir elinde telefon, öbür elinde sımsıkı kavradığın beyzbol sopanla verdiğin pozda mahallede top oynayan çocukların topunu eline geçirince "bak keserim ha!" diye tehdit savuran, tansiyonu ve şekeri yüksek amca kadar bizdendin. Yetmedi, gazozumuza ilaç attın ve biz seni Nuri Alço kadar cana yakın bulduk, ne de olsa baba yarısıydın.

Kara mizahınla da bizleri gülmekten kırıp geçirdin; ülkendeki kimi Müslümanlara verdiğin bir yemekte yarım yırtık Arapçanla "esselâmun aleyküm" diyerek huzurundaki cemaati huşu ile selamladın, "İslam barış dinidir" mesajını da bize "Selam dünyalı biz dostuz" diyen şirin Marslılardan duymuşuz gibi hissettirdin. (Hatta ilk Türk uzaylı Mustafa Topaloğlu adına şarkı bile söyledi, klip bile çekti, boru mu?)

Bizim ellerde halkın yarısının tapıp diğer yarısının yaka silktiği yöneticilere kapris yaptığında o yöneticilerden nefret edenlerin yüreklerine, gönüllerine ve daha bilmem nerelerine su serptin, "Obama takmadı bizimkileri" diye onları zil takıp oynattın. Oysa o yöneticileri geç; ülkenin itibarı paspas olmuştu, duyan olmadı.

Sizin sistemin cahiliyim; tek gördüğüm, bir mavicilerin bir kırmızıcıların sırayla top çevirdiği. Clinton'ın zamparalıklarından ve baba Bush'un şehzadesi idiyot Bush'un yarattığı travmalardan sonra en falsosuz sen çıktın. Biz seni çekirdek çitleyip izlerken, petrol varillerinin arasında ve silah lobilerinin yaktığı romantik ışıklar altında eşinle ne zarif danslar ettin, fast food lokantalarında ağzı açık hayranlarınla "çak" yaptın.

Ya senden sonra kim gelecek? Bizi derin derin düşündüren soru bu! Sen maviciydin, sıra kırmızıcılara geçti. Acaba kırmızı görmüş boğa gibi toz kaldıran Donald mı trampa edilecek seninle, yoksa zampara Clinton'ın bahtsız refikası mı?

Amaaan!... Benim de dertlendiğim şeye bak! Müslüman coğrafyasının mevtası kokuşmuş, cenazenin her yerini cılk yaralar sarmış, ben ise gassal pamuğu tıkarken ne renk takke giyecek diye hâlâ sorar dururum!

Sen gittikten sonra düzen değişir mi, değişmez mi? Düzülen değişmedikten ve gıkını çıkarmadıktan sonra...

Sana yaraşır ihtişamda, havai fişekli, deli fişek bir veda bu sayfayı aşar; beni affet dear Obama. Ama en azından bizim ellerin ölümsüz bir ozanının ezgisiyle arkandan tenekemi çalayım...


8 Mayıs 2016 Pazar

Kuzulama mevsimi

Canım kızım, 
Kucaklaşmamıza çok az kaldı. Yalnızca iki ruhun konakladığı Sevgi adacığında her şeyi birlikte yaptık: Gerçekleşmeyeceğini bile bile, sırtında yumurta küfesi olmayan hayallere daldık. Bazen bir ezgiden yükte hafif, pahada ağır sevinçler devşirirken, bazen de dizelerde sürgün veren dertlere kürek çektik... Fakat doğa, acı-tatlı her ânımı beraber yaşayacak kadar seninle yüz göz oluşuma bir süre sonra müsaade etmeyecek. Yani senden beklenen, bağımsızlığını ilan etmektir artık! Bu bir başkaldırıdır ve hiçbir bağımsızlık başkaldırısı sancısız, gürültüsüz, patırtısız gerçekleşmez! 

Gelmeye pek meraklı olduğun dünyaya şimdiden hazırlıklı olman için yazıyorum: Buraları güllük gülistanlık değil; çünkü güller daha taze goncayken hoyratça dalından koparılıp atılıyor. Eskiden yaşanan felaketlerde önce kadınlar ve çocukların kurtarılacağı söylenirdi. "Modern zamanlarda" ise önce kadınlar ve çocuklar kurban ediliyor! Küçücük bebek ölüleri, zavallı çakıl taşları gibi sahillere yığılıyor. Her gün binlerce çocuk; öldürülen anne, baba ve kardeşlerinin arkasından yaşlarına hiç yakışmayan yaslar tutuyor. Ana-dolu'da, anaçlığın topraklarında bile özgür olduğu varsayılan kadınlar akıl almaz nedenlerle katledilirken, başka diyarlardaki esir kadınlar, 21. yüzyıl dünyasının orta yerinde köle pazarlarında satılıyor. Yine kadınlar ve çocuklar, her an iğrenç tuzaklara kurban ediliyor.

Bütün bunları duyduktan sonra bile inatla, bağıra çağıra geleceksin. Hoş gelişler ola şimdiden. Bu dünyada çirkinlikler çok fazla; ancak Sait Faik'in sözünü de boş geçmemeli: "Dünyayı güzellik kurtaracak. Bir insanı sevmekle başlayacak her şey!" Ben de senden yaradılışın eşsiz güzelliğinin küçük bir temsili olmanı istiyorum. Karşılaşabileceğin her çirkinliğe karşın güzelliği koruyarak, onu savunarak, severek ve sevilerek... Yalnızca insanı değil; onun bencil varlığı dışındaki canlı-cansız her şeyi katıksız bir sevgiyle kucaklayarak: Sessiz duran ama suskun olmayan ağaçları, kaşla göz arasında tepemizi gübreleyen güvercinleri, aklına eseni yapan kedileri, kadim dost köpekleri, ağırbaşlı kayaları, kendi yağıyla kavrulan kolektif karıncaları... Onlardan da bir şeyler öğrenme hakkını yabana atmadan!

Yapacağın işin, kuracağın düşlerin, tarafında olduğun düşüncenin hakkını vererek, namusunu kurtararak yaşamaktır dünyaya gelişinin sırrı. Sana kutsal bir nefes üflendi. Geri dönüşü olmayan bir yaşam hakkı ve bu yaşam hakkını potasında eritebileceğin muhteşem bir güç de bahşedildi. Bu gücün, dünyanın her yerinde seninle aynı anda doğacak tüm arkadaşlarına eşit dağıtılacağını ama hepinizin bundan farklı oranlarda faydalanacağını ve bu durumun arkadaşlarının suçu olmadığını hep hatırla. Ben burada sana söz veriyorum: Uçurtmanı özgürce uçuracağız! Seni sen olmaktan vazgeçirecek, varoluşunu gerçekleştirmende yoluna takoz koyabilecek her türlü düşünce kalıbının öreceği tellerin karşısına dikildiğinde yanında ben de duracağım. Benim görüşlerim ve yürekten geldiğine inandığım inançlarım var ve bunlar "bana özgü"lüğünden ötürü benim için değerli. Seninle elbette hepsini paylaşacağım. Ancak bunları, salt ben doğru buluyorum diye, tartışmasız kabul etmene gönlüm razı olmaz. O muhteşem içsel gücünü devreye sokmayıp hazırın kolaylığına sığınman içime sinmez. Ben seni bir kez doğurduktan sonra isterim ki, her öğrendiğinle sen yeniden doğabilesin. 

Şu söz daima aklımdadır: "Çocuklarınızı projeniz olarak görmeyin!" Gerçekleştiremediğim başarılar, öğrenemediğim diller, erişemediğim yerlerin ukdesini senin sırtına yükleyip kendimi hafifletmem için gelmeyeceksin yanıma! Sen, sağlıklı ve mutlu bir insan daha insanlık denizine armağan olsun diye bana emanet edildin. Ve bu insan, dünyada taş üstüne fazladan bir taş koyacaksa, kendisi dışında bir varlığın da derdini dert edinip ona derman arayacaksa daha ne isterim ki bir elçi olarak ben ondan! İşte böyle bir amaç kutsaldır; onu gerçekleştirmek için seçilecek yöntem farklıdır sadece. Kimi şiir yazarak yola koyulur, kimi deney yaparak. Kimi canlıları tedavi ederek, kimi dikiş dikerek, kimi toprağı ekip biçerek.

Sevgili kızım, 
Karın duvarımı durmadan gıdıklayarak bugüne değin yabancısı olduğum bir dilde bana kendini ifade ettin. Ben de yüzünü görmeksizin, sesini duymaksızın da olsa, seninle zaten sohbet halindeydim. Bundan sonraki sohbetlerde seslerimiz çarpışabilecek. Çarpışmaların en güzeli!...

Bu dünyadaki yolculuğun hangi yöne olursa olsun, 

Seni kayıtsız şartsız sevmeye yazgılı ve bunda bir an dahi tereddüt etmeyecek olan annen...




2 Mayıs 2016 Pazartesi

Gorki'nin tualinden

"Mezarlığın ötesinde, kırlarda akşamın alaca karanlığı kızarıyor. Sokaktan, âdeta bir ırmak gibi alaca bulaca giyinmiş büyük et parçaları akıyor. Çocuklar kasırga gibi dönüyor. Ilık hava baygın ve sarhoş. Bütün gün ısınan kumlar, keskin bir koku yayıyor. Mezbahanın yağlı, tatlımtrak kokusu, kan kokusu, özellikle duyuluyor. Kürkçülerin bulunduğu avludan, keskin ve ekşi bir deri kokusu yükseliyor. Kadınların dırdırı, sarhoşların nâraları, çocukların kulak tırmalayan çığlıkları, armoniğin gür sesi, hepsi, hepsi, yoğun bir uğultu halinde birleşiyor, sanki durmadan yaratan dünya, güçlü güçlü soluk alıyor. Her şey kaba ve çıplak bir biçimde, hayvanca denecek kadar edepsiz, kapkara hayata, büyük ve güçlü bir inanma duygusu aşılıyor. Kendi gücüyle övünen hayat, bütün çabasıyla bu gücünü akıtacak, dökecek bir yer arıyor." 

Okurun beş duyusunu gıdıklayan ve vahşi bir tablo güzelliğindeki bu satırlar Ekmeğimi Kazanırken (çev. Hasan Âli Ediz) yapıtından aktarıldı. Gorki'nin tualinden dökülen hayatın bu ağır fakat bitmez deviniminde herkes en insan haliyle yerini alır: Ağzı bozuk balıkçılar, işçiler, mujikler, cimri patronlar, sarhoş gemiciler, Kazaklar, Tatarlar, dindarlar, fahişeler, devrimciler, fırsatçı tüccarlar... Hatta biraz ben, biraz sen...