Bugüne değin genelde hüzün ağır basıyordu buradaki yazılarda ve okuyanlara içimden sabır diliyordum. Hele son günlerde patlamalarla yatıp bomba ihbarlarıyla kalkınca yazmakla yazmamak arasında bocaladım durdum. Yazmak, sanki sızlanmalarıma başkalarını da ortak etmek gibiydi. Yazmamak ise toptan duyarsız olmak, şu kamusal günlüğe hiçbir not düşmemek anlamına geliyordu. Yazsam ayrı çıldırıyordum, yazmasam ayrı. Ancak batı ülkelerinin kendi yurttaşlarını "Türkiye'ye gitmeyin. Gittiyseniz de çabuk dönün ey ahali" şeklinde uyarmaları, uzun süredir beklettiğim bu kel alaka yazıyı yayımlama fikrini bende yeniden ateşledi. Neden mi?
Adamlar, yalnızca kendilerine uygar; onların canı can, diğerlerininki patlıcan: Ortalığı karıştırdıktan sonra sanki bunda hiç suçları yokmuşcasına yurttaşlarına kaç diyor; fakat bindirilmiş kıtalar halinde mültecileri güvensiz ve kaçılası dedikleri ülkemize yollamak için fırsat kolluyor. Ya biz, dört koldan sıkışmışlar, nereye kaçalım? Hele ben, şu matruşka bebek halimle?! Hadi ölümden rastlantı payıyla paçayı kurtardık; her gün üstümüze yürüyen kara haberlerin bunalımından nasıl kaçalım? Bu yazıdaki gibi. Bambaşka gündemlere sığınarak. Bunu hangi savunma mekanizmasıyla açıklarsanız açıklayın, beyin firar etmek istiyor! İçki, sigara, zevzek televizyon programları, spor, sanat, vs. tercihler değişir. Bense bu yazıda yazı akışını asla değiştirmeyen diğer blogcu zevata özenip bir şeyler geveleme hakkımı kullanacağım dış güzellik üzerine. Ama benim onlardan şöyle bir farkım var: Masum bir yazı bu, reklam yok. Yani ağzıma yılışık bir sırıtışı yapıştırıp elimdeki ürünü tanıtarak para kazanma hırsım yok. Nihayetinde biz burada amme hizmeti yapıyoruz!
Neyse efendim, ben de zaman zaman güzellik ve estetik üzerine düşünen ve eylemde bulunan biriyim. Eylemde bulunmak derken kuaförden çıkmayan, makyajsız gezmeyen birisi de hiç olmadım. Hatta çoğu kez makyaja öyle uzağımdır ki, düğünde bayramda canım çekip de yapacağım tutarsa, eve döndüğümde o makyajı çıkarınca bin kiloluk zırhımı çıkarmış gibi olur, hafiflerim. Zaten o malzemeleri sürdüğüm anda gözlerim yanıyor, cildim kaşınıyor. Üstelik bunları organik ürünler diye pazarlıyorlar bol keseden lugat paralayarak: "Bilmem ne kıtasındaki bilmem hangi denizden çıkarılan falanca bitkinin yağı teninizi nazikçe saracak..." Yersen rafta dolma var!
Garip bitkilerden üretilmiş tuhaf malzemeler, hele yeşilin tonlarıyla, doğanın renkleriyle paketlendiyse nasıl da içimize su serpiyor. Kimyasal madde yok bunda deyip kendimizi aldatmamız bir kaçış. Örneğin "paraben" maddesinin çok tehlikeli olduğu söyleniyor ve raflar "paraben içermez" etiketli ürünlerle kaynıyor. Ve ben bundan da işkillenerek şunu düşünür oldum: Paraben içermemesinin ilanıyla "Kuşa bak!" denip daha tehlikeli başka kimyasallar mı gözden kaçırılıyor? Komplo teorileri kafayı sıyırtır, ama şu çok net; ne denli "parabensiz", organik, doğal diye satışa sunulursa sunulsun, uzun ömürlü ve boyalı ürünler tehlikeli maddeler içeriyor. Adı ister paraben olsun, ister maraben.
Böylesi organik, "mucize krem"lerden birinin satış temsilcisiyle muhatap olmuş bir tanıdığımızın öyküsü de ayrı bir ironi. Teyzemizin romatizmal rahatsızlıkları var ve kadınların artık iyice aşina olduğu jojobasından, aloe verasından, envayi çeşit yağından geçilmeyen, post-modern mesir macunu ayarında, şifalı bir krem tanıtılıyor kendisine. Hevesle satın alıyor. Ama bir türlü cesaret edip kullanamıyor. Nedeni sorulduğunda "Cilt hastalıklarından kireçlenmeye kadar binbir hastalığa iyi geldiği yazıyor üstünde. Bir krem bütün hastalıklara iyi gelir mi? İçine ne koydukları belli değil. Korktum, kullanamadım." diyor.
Yıllar önce böyle organik takıntılar henüz oluşmamışken bir şampuanın ambalajında "yosun özlü" ibaresi gözüme ilişmiş ve gülmüştüm. Annem de "bunlar yakında b.k özlü şampuan da çıkarır" demişti. Şimdi bakıyorum da, annemin ileri görüşlülüğünü takdir etmemem mümkün değil. Belki b.k özlü bir ürünü üretip pazarlayabilme aşamasında değil üreticiler (belki de üretildi, başka ambalajlarla sunuluyor, kim bilir?), fakat işin hakikaten b.ku çıktı! Televizyonu açıyorsunuz; yüzüne kireç sıvamış gibi pudra sürmüş hatunlar yumurta akından yaptıkları maskeyi ballandıra ballandıra anlatıyor. Gazete sayfalarını çeviriyorsunuz; "zırva otu kökünü kaynatın için, safsata özünü elinize yüzünüze sürün"den geçilmiyor. Bir doğal güzellik hareketi, bir yaşlılıktan kaçış telaşıdır sormayın gitsin. Kim istemez bebek gibi çizgisiz, kırışıksız, sivilcesiz, tüm zahiri pürüzlerden azade olmayı? Ancak benzetim kendini ele veriyor: bebek! Biz bebek değiliz. Ve fotoğraflardaki örnek gösterilen güzellik anlayışının nasıl bir fasarya olduğunu aşağıdaki hınzır görsel özetliyor:
Yıllar önce böyle organik takıntılar henüz oluşmamışken bir şampuanın ambalajında "yosun özlü" ibaresi gözüme ilişmiş ve gülmüştüm. Annem de "bunlar yakında b.k özlü şampuan da çıkarır" demişti. Şimdi bakıyorum da, annemin ileri görüşlülüğünü takdir etmemem mümkün değil. Belki b.k özlü bir ürünü üretip pazarlayabilme aşamasında değil üreticiler (belki de üretildi, başka ambalajlarla sunuluyor, kim bilir?), fakat işin hakikaten b.ku çıktı! Televizyonu açıyorsunuz; yüzüne kireç sıvamış gibi pudra sürmüş hatunlar yumurta akından yaptıkları maskeyi ballandıra ballandıra anlatıyor. Gazete sayfalarını çeviriyorsunuz; "zırva otu kökünü kaynatın için, safsata özünü elinize yüzünüze sürün"den geçilmiyor. Bir doğal güzellik hareketi, bir yaşlılıktan kaçış telaşıdır sormayın gitsin. Kim istemez bebek gibi çizgisiz, kırışıksız, sivilcesiz, tüm zahiri pürüzlerden azade olmayı? Ancak benzetim kendini ele veriyor: bebek! Biz bebek değiliz. Ve fotoğraflardaki örnek gösterilen güzellik anlayışının nasıl bir fasarya olduğunu aşağıdaki hınzır görsel özetliyor:
Fotoğrafın sol tarafındaki yüceltilen, hatta ütopik sayılabilecek, fotoşop güzelliği arayışları üzerine bir belgesel izlemiştim aylar önce. Malum, artık mankenler özellikle Latin Amerika ülkelerinden çıkıyor. Gecekondularda, teneke evlerde yaşayan gariban ailelerin kızları bütün yazgılarını mankenlik yarışmalarındaki sinirli jüri üyelerinin iki dudağının arasından çıkacak tek bir kritik cümleye bağlıyor. Jüri de görevini canla başla yapıyor tabii: Kurban pazarlarındaki sığırları yoklarcasına ahu gibi kızlara "ön dişlerini yaptır", "dudaklarını şişirt", "bacaklarından yağ aldır" diyebiliyor. Sonra büyük bir kayıtsızlıkla sıradaki kader kurbanına geçiyor. Kulp taktıkları kızlara bakıyorum, kızlar gerçekten muhteşem. Ama sözgelimi yüzündeki milimetrik bir kusur o kızın kendisine tüm bakışını çarpıtıyor. Soluğu estetik cerrahın kapısında alıyor. Cerraha yok canından para yağdırıyor, acı çekiyor ve yüzü gözü bandajlıyken aynadaki zavallı haline "işte şimdi güzel oldum" diye moral veriyor.
Bir yerde okumuştum, kimin sözüydü anımsayamıyorum. Simetri, kapitalizmin hastalığıdır gibi bir şey. İnsan yüzüne ve güzelliğine bu iğrenç simetrik anlayışla yaklaşmak aşağılık bir durum. Güzellik yarışmalarında zaten insan onuru ayaklar altına alınıyor; üstüne bir de fotoşop mükemmeliyetçiliğini beslemek kadının varlığını yüceltmiyor; en fazla arzu nesnesi, tüketim nesnesi haline getiriyor.
Güzel olmayı ve güzel kalmayı istemek, bunun için aşırılığa kaçmadan çabalamak da; süslenmek, aynadaki yansımadan hoşnut olmak da güzel. Ancak güzellik, salt etin süsüne indirgendiğinde, zamanla büzüşecek, kırışacak ve eninde sonunda toprakta çürüyecek etin bozulmaması için hayatı da dondurmak gerekiyor: Vitrin mankenlerindeki gibi kırışıksız, pürüzsüz, botokslu bir cildimiz olsun; ama donuk bir yüzle geleni geçeni seyredelim.
Etin güzelliğinin ötesinde bir güzellik en başta gülümsemekle mümkün. Gülümsemek en güzel makyajdır diyenler var, bana göre doğrudur da. Üstelik yalnızca kadınlar değil, erkekler ve çocuklar da doyasıya faydalanabilirler bundan. Bir kütüphanenin fotokopi bölümünde çalışan bir kadın tanımıştım. İnsanların pek çoğunun ilk bakışta belki dikkatini çekmeyecek küçümen bir çalışan. Upuzun fotokopi kuyruklarında sırası gelen her kişiye sıcacık gülümsemesinin eşlik ettiği tatlı peltek konuşmasıyla "Hoş geldiniz" der, o kişinin işi bittiğinde onu "İyi çalışmalar" veya "Kolay gelsin" diyerek uğurlardı. O zamana dek fotokopi çekenlerde istisnasız gözlemlediğim ruhsuzluk, bezginlik ve suratsızlığı öylesine kanıksamıştım ki, sürekli gülümseyen kadına hayret ediyor, "acaba benim kaçırdığım eğlenceli bir şey mi var bu işte" diye etrafıma bakınıyordum. Çekingenliğimden yakayı sıyırıp da bu güzel enerjinin kaynağını soramadım ona.
İşte benim gözümde o kadın çok güzeldi, harikaydı. Sohbet edilesi, uğruna o kuyruklarda vakit öldürülesi bir insandı. Neşet baba bile türküsünde önceliği "tatlı dillim, güler yüzlüm"e veriyor; "ceylan gözlüm" arkadan geliyor. Yani ceylan gözlü olup olmamaktan önce, mesele o gözden sızan ışık... Dolgun dudaklara sahip olmaktan önce, yine mesele dudakların bir gülümsemeye su gibi akışı, o dudaklardan dökülen yumuşatıcı, onarıcı, kuşatıcı sözler... Ceylan göz, biçimli dudağa hayır da denmez elbette. Lezzetli bir tatlının üstüne serpiştirilen ceviz ya da tarçının geri çevrilmediği gibi.
Bir yerde okumuştum, kimin sözüydü anımsayamıyorum. Simetri, kapitalizmin hastalığıdır gibi bir şey. İnsan yüzüne ve güzelliğine bu iğrenç simetrik anlayışla yaklaşmak aşağılık bir durum. Güzellik yarışmalarında zaten insan onuru ayaklar altına alınıyor; üstüne bir de fotoşop mükemmeliyetçiliğini beslemek kadının varlığını yüceltmiyor; en fazla arzu nesnesi, tüketim nesnesi haline getiriyor.
Güzel olmayı ve güzel kalmayı istemek, bunun için aşırılığa kaçmadan çabalamak da; süslenmek, aynadaki yansımadan hoşnut olmak da güzel. Ancak güzellik, salt etin süsüne indirgendiğinde, zamanla büzüşecek, kırışacak ve eninde sonunda toprakta çürüyecek etin bozulmaması için hayatı da dondurmak gerekiyor: Vitrin mankenlerindeki gibi kırışıksız, pürüzsüz, botokslu bir cildimiz olsun; ama donuk bir yüzle geleni geçeni seyredelim.
Etin güzelliğinin ötesinde bir güzellik en başta gülümsemekle mümkün. Gülümsemek en güzel makyajdır diyenler var, bana göre doğrudur da. Üstelik yalnızca kadınlar değil, erkekler ve çocuklar da doyasıya faydalanabilirler bundan. Bir kütüphanenin fotokopi bölümünde çalışan bir kadın tanımıştım. İnsanların pek çoğunun ilk bakışta belki dikkatini çekmeyecek küçümen bir çalışan. Upuzun fotokopi kuyruklarında sırası gelen her kişiye sıcacık gülümsemesinin eşlik ettiği tatlı peltek konuşmasıyla "Hoş geldiniz" der, o kişinin işi bittiğinde onu "İyi çalışmalar" veya "Kolay gelsin" diyerek uğurlardı. O zamana dek fotokopi çekenlerde istisnasız gözlemlediğim ruhsuzluk, bezginlik ve suratsızlığı öylesine kanıksamıştım ki, sürekli gülümseyen kadına hayret ediyor, "acaba benim kaçırdığım eğlenceli bir şey mi var bu işte" diye etrafıma bakınıyordum. Çekingenliğimden yakayı sıyırıp da bu güzel enerjinin kaynağını soramadım ona.
İşte benim gözümde o kadın çok güzeldi, harikaydı. Sohbet edilesi, uğruna o kuyruklarda vakit öldürülesi bir insandı. Neşet baba bile türküsünde önceliği "tatlı dillim, güler yüzlüm"e veriyor; "ceylan gözlüm" arkadan geliyor. Yani ceylan gözlü olup olmamaktan önce, mesele o gözden sızan ışık... Dolgun dudaklara sahip olmaktan önce, yine mesele dudakların bir gülümsemeye su gibi akışı, o dudaklardan dökülen yumuşatıcı, onarıcı, kuşatıcı sözler... Ceylan göz, biçimli dudağa hayır da denmez elbette. Lezzetli bir tatlının üstüne serpiştirilen ceviz ya da tarçının geri çevrilmediği gibi.
Bir kitap önerisi: Güzellikten ve otlardan umulan şifadan bahsettikten sonra İlhan Berk'in adını anmamak olmaz. "Şifalı Otlar Kitabı"nda yer yer tarihe ve efsanelere dayanarak tatlı tatlı anlattığı meyve, sebze ve çeşitli otların öyküsünü okuduktan sonra insanın onları öpüp koklayası geliyor. Hele ıhlamurdan söz ettiği şu satırlar buradaki sınırlı güzellik tanımımın eksiğini kapatıyor: "güzelliğini öyle türünün öbür ağaçları gibi bağıra bağıra, insanın gözünün içine baka baka yapmaya kalkmaz, içten içe, sessizce, kendi temiz huyunun gereği olarak yapar."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder