31 Aralık 2015 Perşembe

1,5 porsiyon rüya

Dinle küçük insan,

Bugüne dek yazdığım en küçük insan… Aslında bana tavsiye edilen, sana sesimi duyurmak. Ancak ben bunu yazıyla yapmayı seçiyorum: Harfleri havaya üflemeyi değil; satırlara kondurmayı.

Ne güzeldir Fatih Erkoç’un şarkısı değil mi: “Avuç içi kadar mutluluk yeter”. Seni şimdilik avuç içi kadar mutluluk olarak tarif etmeliyim. Bir mikroskobik damlacık sıvıyken bir susam tanesine, oradan bir ceviz içine, narin bir çilekten kütür kütür bir elma diriliğine uzandın aylar boyu. Hiç yılmadan büyüdün, sıkılmadan o karanlıkta bekledin durdun. Hâlâ bekliyorsun. 

Birkaç gün önce çocuksu düşüncelere dalmış buldum kendimi. Acaba dedim, benim gördüğüm rüyaları sen de görüyor musun? Keşke görsen… Etrafımdakilere takılırım gece hayatım renklidir diye. Rüyalarım eğlencelidir; yumuşak uçuşlar ve konuşlarla doludur. Ama ben kanat takıp uçmam asla. Koşarım, koşarım, hızımı aldım mı, havaya!… Ya da zıplayıp zıplayıp şimdi uçmalıyım dediğim anda isteğim gerçekleşir. Yani rüyalarım sihirli lambamdır.

İşte bu masalsı boşlukta uçmaya alışkın Sevgi, rüyalar diyarındayken ilk kez birisinin daha bu rüyalara ortak olmasını istedi. Ve o çocuksu isteğini içinden geçirdiği günün akşamı, rüyasında o küçücük insanın büyümüş halini soluk bir imge olarak ilk kez gördü ya da gördüğünü sandı, ilk kez onunla konuştu ya da konuştuğunu sandı. Öyle ya da böyle, ilk kez seninle yüz yüzeydik küçük insan. Yani rüyalarım hep 1 porsiyondu bugüne değin; o rüyadan itibaren artık 1,5 porsiyon!

Usulcacık yuvarlanan kartopuyken, eninde sonunda çığa dönüşüp malûm infilâkını yapmadan önce, rüyaların yanı sıra orada dertlerimle de dertleniyor musun bilmiyorum. Fakat iç depremlerimin bedenimdeki artçı sarsıntılarını mutlaka hissetmişsindir. Sana bunları yaşatmak istemezdim; ama annen böyle ne yazık ki. Doğacağın dünyanın gül bahçesi olması ihtimalinin gülünçlüğü bir yana, sana anne kuytusunu bile gül bahçesi haline getiremediğim için bağışlanmamı dilerim. 

26 Aralık 2015 Cumartesi

Hekimler

Söz ağızdan bir kez çıkar; Hipokrat nârına yanmışlar bir kere! İtiraf edeyim, aslında hekimlerden pek hazzetmem. Hele ilaç mümessillerinin bir gömlek üstünde seyredip tüm alternatif yöntemleri ve insan ruhunun gücünü şiddetle reddeden ultra-pozitivist, hiper-rasyonalist, maddeci-kimyasal tıp dairesinde kalebentlikle vakit dolduran hekimlere dönüp de bakasım yok. Ancak aşağıda kulaklarını yarı şaka-yarı ciddi çınlatacağım insanlar, güzel insanlar; zira onlar bir misyona adamışlar ömürlerini. Bazen inatçılıklarıyla bizi güldürseler de ufuk açtıkları kesin. Kaldı ki, birilerinin kanıksanmış kuyulara delicesine taş atması lazım ki, "hele ürksün fincancı katırları!" (Can Yücel). 

Antr parantez: Alternatif yöntem demişken, bulabilse zıkkımın kökünü bile şifa niyetine kakalayacak olan soytarıları hekimden saymak yersiz. Onları Grup Vitamin'e havale ediyorum: Üfürükten teyyare, selam söyle o yâre...

Ümit Aktaş
Fitoterapi gibi tekerleme tatsızlığında, takır tukur bir sözcüğü bana ısındıran karizmatik hekim. Şu kupkuru sayfamı renklendirsin diye sakal bıraktığı güncel bir fotoğrafını buraya kondurayım diyordum; fakat ne çare! Ara ki bulasın. Hep sinekkaydı pozlar... Sakallısını bulduğumda buraya yapıştıracağım, söz!

Ümit hocayla sohbet etmeyi gerçekten isterdim. Öncelikle marifetli bir insan: Geçenlerde bir programda kendi elleriyle hazırladığı bitki çayını sunucuya ikram etti. Sunucunun yüzünde tuhaf bir ekşime belirdiyse de, kadıncağız hocayı memnun edecek bir yanıt bulmaya kıvrandı birkaç saniye. Oysa bana ikram etseydi o çayı?! Zerre ekşitir miydim yüzümü! Ümit hoca adını sanını duymadığım garip gureba otlardan faydalı olanları ayıklayacak, zahmet edip bana çay yapacak şifa bulmam için ve ben aciz, beğenmeme şımarıklığında bulunacağım! O çayı içtiğim dakikada yüzyıllardır açılmayan şu ses tellerim dile gelir, İsrafil bin yıllardır pineklediği yerinden doğrulur ve Sur'unu üfleme provasını ses tellerim üzerinde yapar!

İkincisi, sözünün etki gücünden emin. Diksiyonu, vurguları, tonlamaları mıymıy tıp kongrelerindeki gibi değil; "Çanlar sizin için çalıyor ey kardeşlerim, ey güzel insanlar" der gibi kudretli. Cümle düşüklüğü yok, asalak ses olarak adlandırılan "eee", "ııı"lar asla duyulmaz onun söz akışında. Konuşmalarına bazen kendimi öyle kaptırıyorum ki, işte o an, Sezai Karakoç'tan şöyle ağzını doldura doldura, o tok sesiyle (mesela "yoktan da vardan da ötede bir Var vardır" gibi "a" sesleriyle kabaran) bir dize patlatacak diye alesta bekliyorum. Ama o tutturmuş "gluten" de "gluten" diye... Neyse, Ümit Yaşar Oğuzcan'ın "Ayten" şiiri gibi bu şahane doktordan gluten faslını dinlemek de güzel. 

Yavuz Dizdar
Allah rızası için yok mu şu adama bir masa sandalye verecek olan? Sırtına geçirivermiş bir hırka, komşusuyla kapı önünde ayaküstü sohbete dalmış gibi çalıştığı hastanenin onkoloji kapısının önünde veriyor haber bültenlerindeki bütün röportajlarını! Yağmurda, karda, güneş altında bu adamcağız hep o kapının önünde. Hadi ofisten, masadan geçtim; yok mudur bir saçak altı? İşin kötüsü o güzelim saçları bozulacak tozdan, çamurdan.

Evet, saçlarının hastasıyım hocanın! Onları beyaza kesmiş bir top kır çiçeği gibi gelişigüzel toplayıvermiş arkada. Önde ise, kelleşen ve genişleyen alnı GDO'lu gıda firmalarına meydan okuyan bir kalkan gibi parlıyor. Uzun uzun süzülen favorileri, yukarıdan aşağıdan yaramazca fışkıran saç tutamlarıyla karışıyor; rüzgarda halay çekiyorlar hep birlikte. Aklar, karalar, gümüş teller uçuşuyor; bilim adamı gözlüklerinin üstüne konup kaçıyor, konup kaçıyor.

Sakatatlara ilgi uyandıran adamdır Yavuz hoca. Kelle paça tariflerini, beyinden yapılan ekşili soğuk mezelerin faziletlerini ondan dinleyin. Hormonlu tavuklara, boyalı yumurtalara, ilaçlı meyvelere, damacanalardaki sulara, kanserojenli sütlere nasıl acımasızca nişan aldığını görün. Gerçi Yavuz hocanın yolundan gidersek, elimizde kala kala sakatatlar kalıyor; zira her şey zehirli. Artık ona da bir zahmet katlanıverin. Haftanın her gününü bir sakatata ayırırsınız, olur biter. Pazartesi böbrek, salı beyin, çarşamba dalak, perşembe ciğer, cuma paça derken... Bakın hafta sonuna erdik bile! Afiyet olsun.

Erkan Topuz
Adını zikrederken dahi titreyip kendimize gelmemek mümkün değil. Soyadı zaten Osmanlı topuzu! Bağıra bağıra gelen, alarm zillerini çaldırtan, mertin dayanıp namerdin kaçtığı (namert burada kanser oluyor) ve onu görünce meydanın gümbür gümbürdendiği bir hekim. Erkan hocaya göre aldığımız nefes kanserojen, verdiğimiz nefes kanserojen, boş bulunup havaya saldığımız doğal gazı söylemeye ne hacet! Sürekli "dinle burayı" diye bağıran öğretmenler gibi heybetle kükrüyor, sarı saçlarımızdan biz suçluyuz çünkü. (Pardon, onu söyleyen Kayahan'dı değil mi?) Yaşamaktan biz suçluyuz yani. 

Bir de her şeyin ev yapımı ve doğal olanını bulmamız gerekiyor. Ne var bunda canım; evinizin bir köşesini üzüm bağı, öbür köşesini zeytinlik, öteki köşesini ekmek fırını, beriki köşesini kümes hayvancılığına ayırırsanız alın size dört köşe sağlık, dört köşe mutluluk. Radyasyon saçan televizyonlarınızdan ve hantal koltuklarınızdan lütfedip feragat edin artık. Size de iyilik yaramıyor. 

Canan Karatay
Elbette assolistler en son çıkar! Caps'lerin sultanı; ağzımıza her baklava götürüşümüzde kulağımızda çınlayan, Demokles'in kılıcı misali tepemizde sallanan suçlayıcı ses onun çıtırdak sesi! İslam inancına göre her insanın yanında "Kiramen kâtibin" melekleri vardır biri sağda, biri solda olmak üzere. Tutanak tutar gibi sağdaki melek sevapları, soldaki melek günahları an be an raporlaştırır ve biz öldükten sonra defteri kapatıp onu asıl sahibine teslim eder ya; Canan hocayı da biraz bu meleklere benzetiyorum. Özellikle soldakine! O, bu toplumun soldaki kâtip meleği: Pilav yedin; şekere döner. Şeker yedin; zaten eşittir zehir. Ekmek yedin; bittin sen oğlum! 

Sivri çıkışları ve hiçbir derneğe, kuruluşa, yerleşmiş düşünceye pabuç bırakmaz tavırlarıyla hayran sayısını gün be gün artırıyor. Tam bu noktada bir önerim var: 17 Ağustos depreminin akabinde Ahmet Mete Işıkara nasıl Türkiye'nin en seksi erkeği seçildiyse, şimdi de huzurlarınızda Türkiye'nin en seksi kadın adayı! Son derece ciddiyim, önceki yazılarımı takip edenler bilirler: Bana göre seksilik et meselesi değil; bir ruh meselesidir demiştim. Canan hocada da Don Kişotvari ruh fazlasıyla mevcut. En son jinekologlara savaş açmıştı; sırada kim var acaba? Benim gibi İngilizce okutmanları mı?

Son eylemi, bir oturuşta 71 adet zeytin yiyip üstüne bir bardak zeytinyağı içmek oldu. Bakınız; icraat demiyorum, eylem diyorum. Çünkü icraat, muhafazakar tonlayan bir sözcüktür (Anımsayınız: İcraatın İçinden). Eylem ise devrimcidir, anarşisttir. Canan hoca, zeytin üzerine sıkıcı bir basın açıklaması yapsaydı kaçımız kulak verecektik acaba? Zeytinin faydasını en devrimci biçimde böyle gösterdi; iyi de etti. 

Ocağına zeytin ağacı dikilsin be hoca! Beddua değil; tam aksine bu bir hayır duadır! Zeytin ağacı gibi uzun ömürlü olasın da, bizi ilaç şirketlerinin yatırdığı gaflet uykularından uyandırasın.


25 Aralık 2015 Cuma

Şarkıcılar - 1

Yazı öncesi uyarı: Okuyacağınız satırların yazarının aldığı tek müzik eğitimi temel düzeyde bağlama ve vurmalılar üzerinedir ve nota bilgisi ilkokul solfejini geçmemektedir. Müziğe ilişkin aşağıdaki yorumlar, bir dinleyicide oluşmuş uçucu izlenimlerden ibarettir.

SEZEN AKSU: İstanbul kadını
Eskiden TRT’nin radyo kanalında pop müzik saati bittiğinde ciddiyetle titreşen bir anons duyulurdu: “Hafif müzik dinlediniz.” Klasik Türk müziğinde “hafif” bir usuldür ve bununla ilgisi var mı bilmiyorum; fakat bu anonsu duyunca hep aklımdan şu geçerdi: “Ne yani, dinlediğim Sezen Aksu hafif kadın mı oldu şimdi?” Hayır, ne Sezen Aksu’nun kendisi, ne şarkıları hafiftir; tam aksine silindircesine ezip geçmiştir beni o şarkılar… Sezen Aksu İstanbul’dur kuşkusuz. Ben Eskişehir kızıyım, İstanbul beni gizemleriyle daima ürkütmüştür; fakat Sezen Aksu’nun şarkılarındaki İstanbul aşk şehridir, gitmelerin kalmaların mütereddit basamakları vardır orada. Vapurda rüzgâr püfür püfür yüzüme eserken “Ada vapuru yandan çarklı”dır. Sarışın erkekler zerre kadar ilgimi çekmediği halde “Gel gel sarışınım” hatırına sarışın birisine âşık olasım gelmiştir bir zamanlar. Hele “Karaağaç”… Gölgesinde az mı gözyaşı dökmüşümdür! Hangi birini saymalı; her şarkı düş gücümün bileyicisi, elimden tutup sayısız romantik komedi, dram, trajedi izletendir. Kimi sokulgan ve sıcacık, kimi zilli ve oynak, kimi asi, kimi ürkek; kısacası kadınlığın tüm halleri... Haldun Taner usta boşuna mı söylemiş: “Kadın deniz gibidir, bir dalgalı bir durgun”. Sezen Aksu şarkıları da dalgalandırıp dalgalandırıp durultuyor ruhumu. Bazen kabıma sığmıyorum; saraylar, hanlar, hamamlar, köşkler sahibiyim sanki, o derece hoşnutum kendimden! Bazen kaçacak delik arıyorum yalnızlığın sağanağından. Tıpkı "Yine mi güzeliz yine mi çiçek"teki gibi:

gece çok genç, arzular şelale
haber etsek o yare
gelse Bomonti'den
şereflendirse bizi
olsak teyyare

CEM KARACA: Şepkemin altındayım
Çok erkeksi, dikenli, sakallı bir ses… Sevda şarkılarında bile huzur vermeyen bir yanı var. Nidası var göğe ağan. “Nem alacak felek benim” derken adeta küfür uçurur talihine! “Raptiye rap rap”ta Özal’a, Demirel’e, “Netekim”e, 80’lerin cümle figür ve figüranlarına tabancasını ateşler. Ama benim gözdem: “Sen de başını alıp gitme”. Şarkıya başlarken “Beeeeeen!” diye öyle bir haykırışı var ki, sanki o giden kadının saçını bileğine dolamış kendine çekiyor! Sıkıysa terk etsin bakalım o vefasız kadın! Bir de son demlerinde Marksist kimliğinin ağırlığından soyunduğunda söylediği “Allah yar” nice ilahiden daha dokunaklıdır ve çalındığı-söylendiği mekanı hacmiyle doldurur. İyi ki varmışsın şapkasının kuytusunda şarkısını ünleyen adam…

ZÜLFÜ LİVANELİ: Kendi bestelerini mahveden zarif insan
Zülfü Livaneli benim için bir pişmanlıktır. Şarkılarını dinlediğim için değil; dinleyemediğim için. Şöyle izah edeyim: Babamın adaşı olan bu zat, ben çooook küçükken Eskişehir'e teşrif buyurmuştu. Babam da beni onun konserine götürecekti. Onun şarkılarıyla büyüdüğüm için çok sevinmiştim, e bir de baba-kız konsere gideceğiz; az şey miydi bu? Gideceğimiz akşam, çocukluk işte, ben konseri unuttum ve uyudum. Babam da beni uyandırmaya kıyamamış olmalı ki, konsere gidemedik. Yıllar geçti, bir türlü fırsat geçmedi elime bu adamı kanlı canlı dinlemeye. Eskişehir'e de seyrek geliyor. Ancak bir gün şansımız yaver giderse, babamı ben konsere götüreceğim. Bu kez o uyuyakalmazsa tabii! 

Bestelerinden bahsedecek olursam... Milyonların söylediği "Karlı Kayın Ormanı" (Söz: Nazım Hikmet) benim de en sevdiğimdir diyemeyeceğim (gıcıklık değil mi). Çünkü en sevdiğim değil. Hatta bana biraz çocuk şarkısı gibi geliyor! "Saat 4 yoksun" mu desem (Söz: yine Nazım Hikmet), "Yıkıcı bir aşk" mı desem (Söz: Cemal Süreya), "Çırak Aranıyor" mu desem (Söz: Refik Durbaş)... Seçemedim. En iyisi dinleyip siz karar verin. 

İcrası besteciliğinin çok altındadır yalnız. Kendi bestelerinin şarkıcısı olamamanın dramı vardır onda! Bazen detone olur, sesi kendi yazdığı notalara tutunamaz, düşüverir. Hele "Yaşamak" şarkısına bir başlayışı var ki... Tam bir fecaat! O ne ruhsuz söyleyiş, o ne acemi okul korosu donukluğu!... Şarkı hem sözleriyle, hem bestesiyle tam bir kitle şarkısı, dillerde marş olup arşa yükselebilecek bir çaptayken yörüngesinde dönüp durmuş... Ah ah... 

AHMET KAYA: Yaşarken cehenneme sürülmüş, ölünce devlet affıyla cennete dönmüş
Ülkemin şu çelişkisine gülmeli mi, ağlamalı mı: Birbirine kanlı bıçaklı düşman iki politik güruhun üzerinde istese de istemese de birleştiği ve büyük bir iştahla dinlediği yegane besteci ve şarkıcı... Silahını kabzasında tutamayan adam... Hayli protest, bir miktar arabesk. Şarkılarının pek çoğunun bestesi ona ait, sözleri şairlere. Şairlerden beslenmesi de onu benim için vazgeçilmez kılıyor. Düzenlemeler ona mı ait bilmiyorum. Bağlamayla onca damardan girişin ardından kemanlar, flütler niye o kadar inceden, çocuksu tınılamaktadır? Dinmeyen bir hasreti var, ondan olsa gerek. 

Şafak Türküsü... Saçlarına ak değil yıldız düşen, mahpushane kapılarında bekleşen analara güzelleme... Nevzat Çelik'in şiirlerini fazladan okutan bu bestedir ve Ahmet Kaya'nın aralara serpiştirdiği şiir okuyuşlarıdır işte! Besteleriyle hüzünlendirdiği yetmezmiş gibi, şiiri de iyi seslendirirdi rahmetli. Ahmed Arif'in "Uy Havar"ında "Muhammed İsa aşkına" derken sanki kadim kutsal bir metinle avaz avaz vaazına başlayacak gibi açar ağzını. "Birazdan Kudurur Deniz"in şiir okuduğu bölümlerinde "bu ilişkiler, bu zaaflar seni yiyip bitirir / seni yiyip bitirir / dirhem dirhem azalırsın" da deniz kenarında yükselen dalgaları dalgın dalgın seyrederken içsel hesaplaşmasını yapan bir adamın bıçak sırtı tedirginliğini duyarız. Halim Şefik'in "Balık Ağzı" şiirini "Kılıç Balığının Öyküsü"nde okurken Ruhi Su'nun epey etkisinde kalmış, coşkusunu bastırmış. Okyanuslara yaraşır taşkınlıkta akabilirdi oysa! 

Ahmet Kaya, eserlerinde kabadayıvari bağırıp çağırmalarıyla, utangaç sevgi cümleleriyle, terk edişleriyle, başkaldırmalarıyla yarına kalacak bir adamdır. Bu topraklarda çokça tartışılmış, çokça cezalandırılmış, hem alaşağı edilmiş hem gizliden kutsanmış, kendi trajik öyküsünün notalarla kuşanmış bir kahramanı ve anti-kahramanı... "O mahur beste çalar" ve ağlatır durur bizi...

(Son dönemdekilerden bir bonus) 
TOYGAR IŞIKLI: Dizileri reyting celladının ipinden alan adam
Yanlış okumadınız; reklamlarla ve baygın bakışmalarla neredeyse 3 saat boyunca ekranlara vasatlık kusan (bazen onun bile altında!) Türk dizilerini gitarının dokunuşuyla biraz olsun hizaya getiren, boşluklarını dolduran biri varsa o da bu adamdır. Senaryolarını, oyuncularını boş verin; bir zamanlar Kıraç’ın dizilere kattığı neyse bu adamın da yaptığı o! Müziğini bestelediği dizileri oturup izlemişliğim yoktur; fakat bestelerini mutlaka dinlemişimdir. Örneğin “Hayat gibi” çok anlamlıdır benim için. Hâsılı, dizileri değil ama seni severim duygusal dazlak!

To be continued... (Meali: Bu şarkı burada bitmez!)

21 Aralık 2015 Pazartesi

Yolun yarısına 2 sokak daha var


Geriye dönüp bakan bu kadının ömründe 32 sene tamamlandı. Elbette 32 yıllık yolculuğun her ânı, fotoğraftaki gibi rüzgarın tatlı esintilerinin doldurduğu tekne gezintisi tadında geçmedi.

Amansızca savaştığım, yine bu kadındır. Kavgada yumruk aranmazmış; zalim mızraklarla birbirimizi parçalayıp kanattıktan sonra bile karşılıklı diz çöküp onun benim, benim onun yaralarını sarmışlığım, sırtını sıvazlamışlığım da vardır.  

Dilimin ucundayken söylemediklerim, yüreğim ağzımdayken renk vermediklerim oldu. Yaşamadığımın delili midir bu? Hem evet hem hayır. Metin Altıok'un "Sürgün" şiiridir bu hallerimi tasvire yetkili:

Kendine sürgün
Bir garip kişiyim; 
Sabah akşam imza veren.
Bilmemem gereken 
Şeyler öğrendim;
Taraf tutmaz
Tanrı bilirim
Kaybetmekten 
Korktuğu için.

Sorular sordum
Sormamam gereken.
Kendime bir
Kefen biçtim
Kendi tenimden.
Sınırlarımı aşmak 
Yasaktır bana.
Yoksul yüreğim
En kuytu kahvem.

Acıya tezhibim,
Hüzne redif.
Yalnızlığın gözlerine
Sürme çeken
Öyle biriyim ki;
Geceleri uykusuz
Kuyuları dinleyen.
Adım büyücüye
Çıktı bu yüzden.

Kendine sürgün 
Bir garip kişiyim;
Kutsallığı zincir gibi
Parmağında çeviren.
Umudu depremden,
Aşkı külden
Bekleyen benim
Aranızda
Yerim yok zaten.

Her canlının büyük bir aşkla yaratıldığına ve tabiatın da o aşkla döşendiğine inanıyorum. Biz de bu aşkın küçük (!) birer tecellisiysek, benim payıma düşen de, haddinden fazla çarpan bir yürek oldu. İsmi ile cismi müsemma olmak bu galiba: Sevdiğini içi ezilircesine sevmek, üzüldüğüne ciğeriyle yanıp tutuşmak...

Kafası hep karışık, bilmediğinden gayrısını bilmeyen biriyim; o yüzdendir Sokrates'e tutkunluğum. Baldıran şerbetini kızılcık şerbeti gibi içişine de.

Montaigne efendi kınasın kınayabildiğince hüznü: "hüzün her zaman zararlı, anlamsız, küçük, pısırık bir duygudur". Reddediyorum; hüzün güftelerin saçını tarayan, besteleri giydirip kuşatan en soylu duygulardan biridir. Hüznü seviyorum, şiiri sevdiğim kadar! Ve en şen şiirde bile eser miktarda hüzün mevcuttur!

Doğum günüm de hüzünlü bir kış günüdür ve o gün bana çok anlamlı gelir: Ülkemin bulunduğu kuzey yarımkürenin en uzun gecesi. Yani Sevgi, en uzun geceden sağ salim çıktı; annesinin rahim karanlığında en uzun gecenin karanlığını eritti ve bir okun yaydan fırlayışındaki büyük cüretle savruldu dünyaya. 

Esas en uzun gecesi acep ne vakit ola? Ne demiş bir şair: "Ben ölürsem akşamüstü ölürüm". Her fani gibi ölümüm üzerine düşünmüşümdür; fakat ilk kez ölüm vaktim üzerine düş kurdum, ve evet, benim ölümüm bir günün sona erişinde olmalı. Gün batımının kızıl pelerinini mavinin üstüne savurduğu saatler günün en şiir anlarıdır. Hiç şiir yazmazsam o âna kadar, en azından şiir gibi bir vakitte ölmeliyim. Gün biterken ben de bitmeliyim. (Bunları düşünürken dinlediğim: Gurûb etti güneş dünya karardı - Beste: Hacı Arif Bey)



Köprüden önce son çıkış şarkısı...