29 Kasım 2015 Pazar

Bağlama, Aşık Veysel ve sehl-i mümteni üzerine notlar

Müzik enstrümanlarından bağlamaya sevgim apayrı bir yerdedir. Gönlümün baş köşesine astım bağlamayı. İçimden doya doya seyrediyorum onu, hayalimde resitaller veriyorum (gerçek yaşamda kenarından geçemesem de!). Tınısını duymazsam o gün tatsız tuzsuzum. Deryada olup susuzum. Yakınlarda kaybettiğimiz Kıvırcık Ali'nin söylediği gibi "tel vurdu beni". 

Bağlama bozkır kokuşludur. Diğerlerine benzemez: Piyano, aristokrat tınılarla salonları çınlatır. Ney, selatin camii tavanlarından yayılıyormuşcasına iç titreten huşuya hapseder insanı. Davul duyuru yapar, meydanları gümbürdetir. Keman, nezih pastanelerde lepiska saçlı sevgilisini bekler. Bağlamaya ise o türküleri çaldıran kara kaşlı-kara gözlü bir yar, bir Türkmen güzeli vardır.

Yalnızca kara sevda mı, başkaldırı da bağlamadan sorulur. Özellikle deyişlerde uygulanan şelpe tekniğinde bağlamanın etiyle kemiğiyle titreştiği duyulur. Bağlama, tüm bedeni ve ruhuyla kendini seve seve teslim eder gibidir. Hatta kimi deyişlerde damarına damarına basılır; o vakit bağlama öfkelenir, kalayı basar ve bir isyan ateşi tutuşturur sanki. Aşağıda fotoğrafını gördüğünüz Pir Sultan Abdal heykelindeki gibi. 



Bu topraklarda bağlama çalışın da, türkü söyleyişin de binbir emek vereni ve dostu var; hangi birini saysak? Aklıma gelen birkaçı: Aşık Veysel, Cengiz Özkan (Aşık Veysel'in günümüzdeki temsilcisi), Erkan Oğur, Erdal Erzincan, Tolga Çandar, Özlem Özdil, Özay Gönlüm (üçlü bağlamasının özel bir adı var: Yaren), Neşet Ertaş (bozkırın tezenesi), Ruhi Su, Mahsuni Şerif, Hasret Gültekin (Sivas'ta katledilen çok genç bir yetenekti), Musa Eroğlu, Ali Ekber Çiçek, Arif Sağ ve aklıma gelmeyen niceleri...

Aşık Veysel'i ilk olarak anmamın özel bir nedeni var. Çok mu iddialı bir lakırdı olacak emin olamıyorum; fakat ne çare, ben dursam kalemim durmuyor: Aşık Veysel, elinde sazı olan Yunus Emre'dir benim gözümde. Hemen dini açıdan bakmayın lütfen. Aşık Veysel'in sözlerinde edebiyatçı takımının sehl-i mümteni dediğinden (yazımı kolaymış gibi görünen ancak derin çağrışımlar uyandıran söz sanatı) fazlasıyla mevcut. Şimdi ben durup dururken "edebiyatçı takımı" diyerek niye onlara sataşıyorum? Yazımın asıl konusundan (bağlamadan) uzaklaşma pahasına buraya kayıt düşeyim: Yıllarca edebiyat öğretmenlerimiz söz sanatlarını uzun uzun anlattıktan sonra son noktayı "sehl-i mümteni" ile koyarlar ve Yunus Emre'den şu örneği verirlerdi: "Ete kemiğe büründüm / Yunus diye göründüm". Neymiş, bu sözler çok sade görünürmüş; ancak kimsenin aklına gelemeyecek bir derinlikteymiş. Doğrudur, eyvallah! Benim itirazım şunlaradır: 

1) Sehl-i mümteni çok kapsayıcı bir söz sanatı gibi görünüyor; örneğin teşbih (benzetme, metafor) gibi sınırları belli değildir, muğlaktır bana kalırsa. Hatta öznelliğin kıyılarında gezinmektedir; yani bir yorumcuya sehl-i mümteni görünen, bir diğerine "hadi canım sen de!" dedirtebilir. Tartışmaya çok açıktır. 

2) Sehl-i mümteni üzerine senelerdir Yunus Emre'nin yukarıda alıntıladığım dizeleri örnek olarak sunulur. Başka? Sehl-i mümteninin Türk edebiyatındaki bütün yükünü bir tek garip Yunus mu sırtlanıyor? Edebiyat öğretmenlerimiz ve kaynaklarımız kendini yenilemeli!

3) Son olarak, sehl-i mümteniyi ayrıca bir söz sanatı olarak sınıflandırmak bana gülünç geliyor! Edebiyatın kendisi sehl-i mümteni değildir de nedir? Şöyle bir varsayımım var buna ilişkin: Yalın, ancak insanı etkileyen, vuran, sarsan bir şey varsa ve edebiyatçılar bunu hiçbir söz sanatına indirgeyemiyorsa, burada sehl-i mümteni kurtarıcı olarak devreye giriyor galiba. Hınzırca olacak ama sehl-i mümteni edebiyatçıların köşeye sıkıştığının resmidir!

Bu notları da düştükten sonra dönelim Aşık Veysel'imize... Aşık Veysel de sehl-i mümteniyi sızdırır inceden inceye. Türkülerinde barındırdığı sehl-i mümteniye ek olarak, Aşık Veysel'i neden Yunus Emre'ye benzettiğime dönersem, bu noktada Tanpınar bana tercüman olacaktır. Tanpınar, Beş Şehir'de Yunus Emre'den bahsederken eşsiz tespitlerde bulunmuştur: "Taptuk Emre'nin müridinde Mevlana'nın zenginliği yoktur. Onun şiiri bir çekirdek gibi kurudur. Sanki bu köylü derviş yazmaz, içinde kaynaşan şeyleri sert bir ağaca oyar. Böyle olduğu için de olabildiğine kendisi, uyandığı toprak ve etrafındaki cemaattir. Fakat Oğuz Türkçesinin tecrübesizliğine rağmen o ne sağlam yürüyüştür ve ne keskin hayallerle konuşur? İnsanın, Yunus'un şiirine kelimeler eşyanın kendisi olarak gelirler, diyeceği geliyor."

Aşık Veysel de köylüdür. Türküleri sade ancak özlüdür: En iyi bilinen örnek: "Uzun ince bir yoldayım / Gidiyorum gündüz gece" Şimdi buradaki dervişane söyleyiş, adeta Yunus gibi, bu topraklardaki milyonlarca insanın yüreğine "oyulmamış" mıdır? Yine Tanpınarca ünlersek: "O ne sağlam yürüyüştür!" Evet, Aşık Veysel'in gece gündüz yürüyüşü ne sağlammış ki, bitmiyor. Yüzyıllar boyunca da süreceğe benziyor. Hayatın kaçınılmaz başlangıcı ve sonu karşısında çaresiz kalan her faninin dudakları bu dizeleri söylemeye mahkum: "İki kapılı bir handa / Gidiyorum gündüz gece" 

Bağlama hocam "Ah be Veysel bir de gözün göreydi, kim bilir daha ne besteler döktürecektin?" demişti bir derste. Aslında bu söz, Aşık Veysel'i eksik tanımaktan kaynaklanıyor; çünkü Veysel'in anlattığına göre kör olduğu için oyalansın diye bağlama eline tutuşturulmuştur. Kör olduğundan ötürü askere de gidememiştir ve buna içi çok yandığından kendini iyice sazına vermiştir delikanlı Veysel. Yani gözünün görmemesidir Veysel'i "Aşık Veysel" yapan. Görseydi; askere gider, çiftiyle çubuğuyla yetinen biri olurdu belki de...


Ben gidersem sazım sen kal dünyada

Gizli sırlarımı aşikar etme

(Fotoğraf: Ara Güler)

Aşık Veysel'in ince zeka örneğiyle dolu sayısız öyküsü vardır. Bunlardan birini paylaşayım, ardından kadim dost bağlamaya yüzümüzü çevirelim yeniden. Yukarıda türkülere emek verenler listesinde ismini zikrettiğim Ruhi Su (opera eğitimi almış bir bas-baritondur; ancak yolunu türkülerden yana çizmiştir) Aşık Veysel'i ziyarete gider. Onun karşısında saz çalar, türküler söyler. Aşık Veysel'in yorumu şu olur: "Dağlarda kır çiçekleri olur, onu alır şehre getirirsen, güzel saksılarda yetiştirirsin. Belki daha güzel bir çiçek olur; ama o eski kokusunu bulamazsın." Kırıp dökmeden eleştirmenin soyluluğu ve inceliği bu olsa gerek.

Benim bağlamayla muhabbetim nasıl diye sorarsanız... Bağlama bana uzaktan göz eden bir nazlı dosttur. Ben ona yaklaştıkça kaçar, yaklaştıkça kaçar. Aslında bende de var hata. Bîvefayım ona karşı; sırlarından bîhaberim. Nasreddin Hoca bir gün almış sazı eline, sol elinin parmaklarını nota perdelerinde hiç gezdirmeden, bir yere sabitlemiş, hababam vururmuş tellere. Tıngırdayan ses, hep aynı ses! Sormuşlar, "Hocam neden böyle çalarsın? Neden senin parmakların diğer saz çalanlar gibi perdeler arasında gidip gelmiyor?" Hoca: "Onlar çalacağı yeri arayıp dursunlar, ben yerimi buldum!" Ben de Nasreddin Hoca misali, birkaç türkümü bulmuşum, şimdilik onlarla avunuyorum. Gelecekte bağlama bana biraz daha yaklaşır mı, yoksa ben onu bir kuytuda gafil avlar da kendime çeker miyim, bilmiyorum.

Bu yazı, bağlamaya yakışır şekilde sonlanmalı! O halde gelsin Özay Gönlüm'den "Bağlamamın Düğümü". Hem bağlamaya, hem de ay yüzlü, keman kaşlı, eli kınalı yavukluya sevimli bir güzelleme. Bunca kan ve gözyaşının ortasında bizi bir arada tutabilecek, elimizde kalan son sığınaklarımızdan bir türkü...



12 Kasım 2015 Perşembe

Üç kulhüvalla bir evham

Dostlar, Romalılar, vatandaşlar!... Çok fena evhamlardayım! Sebep: Kendim ettim, kendim buldum, kendim kaşındım. Doktora denen illet mi, zillet mi, ne karın ağrısıysa artık, ona başladım ya bir kez, yarım bırakıp kaçamıyorum da! Tez yazım aşamasındayım; fakat şu tez, tez bitemiyor! Üç vakte kadar üç ihlas üflenişi çabukluğunda bitmeli, yoksa?!...

Doktora eğitiminin tez aşamasında düzenli aralıklarla tez izleme komitesi (TİK) toplanıyor. 
TİK'in olduğu günün sabahı, kendimi koca bir Kafkaesk böceğe dönüşmüş olarak buluyorum yatağımda. Böcek olarak uyanınca tüm gün böcek olarak geçiyor tabii. Dualar ederek yollara koyulsam da, yok yok, o gün meleklerin hepsi olay mahallinden sıvışmıştır çoktan. Toplantıdan önce hocaların gelmesini beklerken o asık suratlı odalarda kusasım geliyor! Ve hocaların gözünden hiçbir eksik kaçmıyor, röntgenimi çekip tutuşturuyorlar elime: "Al bak bu senin tez dediğin müsvedde! Bunlar da içindeki rezil kara delikler! Nihahaha..." Böyle davranmıyorlar elbet, yapıcı eleştirilerde bulunuyorlar; fakat bendeki yankıları bu! Ben arızalıyım çünkü. 

Sorun doktorada değil aslında. Sorun, yaptığım işe inanmamam, bundan zerre kadar heyecan duymamam. Hani şimdi okuduğun 
şu alelade satırlar var ya, onları bile içimden taşan bir mutluluk ve coşkuyla yazıyorum. Taştığı için yazıyorum zaten. Yazarken kelimelere çiçek açtırıyormuş gibi hissediyorum. Yazmak bir iddiadır, buna katıksız inanıyorum. Ve benim şu yazdıklarımın -Dostoyevski'nin iddiası kadar heybetli ve ölümsüz olmasa da- mütevazı bir iddiası var arkasında durduğum. Ancak tezimde ben bunu göremiyorum şimdilik; o nedenle elim yazmaya ve verileri çözümlemeye gitmiyor. Arkasında duramayacakmışım, tüm varsayımlarım çöküverecekmiş gibi geliyor. Bu süreçte anladım ki benden akademisyen çıkmıyor, basmadan abiye dikilemiyor!

Şiir okuyorum, hayal dokuyorum, felsefenin şapkasını önüme koyup düşünüyorum; gel gör ki tezimle ilgili lütfedip kaynakları karıştırmıyorum. Keşke biri o eski Türk filmlerinden fırlayıp gelse, elimden tutup şefkatten titreyen sesiyle bana "Nen var kuzum?" dese içimi döküp rahatlayacağım; fakat heyhat! Herkes bitir diyor, başka da bir şey demiyor. Ben de tutmuş hâlâ buralarda oyalanıyorum. Sen de uyarsana beni, okuyucu, bitir şu tezi diye!...

Tek

Alışveriş merkezleri üzerine durup düşündünüz mü hiç? Yerden biter gibi ne zamandan beri türedi bunlar? Ve sayıları son yıllarda neden bu kadar hızla artar oldu? Hayatımızı işgal eden bu çok katlı-çok çalımlı yapıların, şehirleri bizlere dar eden varlığına memnuniyetle boynumuzu uzatmaktayız. Fakat benim fena halde boğazımı sıkıyor bu yerler, nefes alamıyorum ve bir süre sonra başım dönüyor oralarda. Bunu çevremdekilere aktardığımda değişik tepkiler alıyorum; ancak benim gibi eski kafalı (!) birkaç dost da meğer benden farksızmış. Hay yaşayın, yalnız değilmişim. AVM'lerin beni hem fiziksel hem ruhsal anlamda yormasını, oraların yoğun ışıklandırma düzenine, havasızlığına ve kalabalıklığına bağlamıştım. Bahsettiğim dostlarımla sohbetlerim sayesinde bende yeni farkındalıklar oluştu. İster adına komplo teorisi deyin, ister gerçeklik: AVM'lerde o dükkan senin, bu dükkan benim koşturan insanların üzerinde yoğun bir alma/tüketme/harcama enerjisi varmış ve bu kötü, kirli enerji bizim gibi savurganlığa meyli olmayanları yoruyormuş. Kulağa mantıklı geliyor.

AVM yorgunluğunun üzerime kara bulut gibi çökmesinin bir diğer nedeni de, ağır telkin bombardımanına maruz bırakılmam sanırım. Subliminal telkinler üzerine okuyasıya dek etkilerinin pek farkında değildim. Yeni yeni uyansam da kendi hesabıma seviniyorum; zira biraz daha kendimi ve sevdiklerimi koruma şansım var artık. Örneğin, AVM'lerdeki dükkanlarda çalan müzikler genelde temposu yüksek, yerli-yabancı pop müzikler ve tempolu müziklerin satın almayı tetiklediğini duymayan kalmadı. Benim keşfettiğim asıl ilginç nokta şu: Mağazalarda herhangi bir radyo kanalı ya da müzik kaydı çalınmıyor. Sözgelimi A mağazasına girdiğiniz zaman şarkı aralarında spiker devreye giriyor ve tıpkı radyo yayını gibi o mağazaya has duyurular yapıyor: "A mağazalarında alışveriş keyfinin tadını çıkarın. Falanca ürünlerde şu kadar indirim, filanca ürünlerde..." veya "Mağazamız Adana şubesinden satış sorumlumuz Ayşe hanımın doğum gününü kutlar..." Belli ki bu yayınlar kurumlara özel ağ bağlantıları, yani intranet gibi, ülkenin dört bir yanında yalnızca o mağazanın şubelerine özel canlı yayın yapıyor. Ne var bunda, diyebilirsiniz. Şu var (Yine ister komplo teorisi deyin, ister gerçeklik): Bu yayınlardaki müziklere işitsel telkin yerleştirilmediğinden nasıl emin olabiliriz? Ben yerleştirildiğinden eminim. Kulaklarımız duysun duymasın, fısıltı halinde dahi olsa bilinçaltımız onları "aldım, kabul ettim" şeklinde beynimizin kıvrımları arasına yerleştiriyor ve davranışlarımızı o doğrultuda biçimlendiriyor. Hatta bu telkinleri duyduğum da olmuştur: Bir mağazada çalan parçada: "Al al al al al al..." diye adeta sonsuza akıp giden emirler silsilesi vardı. Ama öylesine ustalıkla yerleştirilmiş ki parçanın içine, duymak için gerçekten dikkat kesilmek gerekiyor. İlk başta kendimi sorgulamıştım bile: "İyice sıyırdın" diye, ancak hayır, tekrar tekrar dinleyince yanılmadığımı anladım.

Ne hazindir aslında... Sözünün üstüne söz ettirmeyen, ricaya gelemeyen, herkese kafa tutan sayısız insan bu sinsi telkinlerin esiri olmuştur. AVM'lerde delicesine pılı pırtı didikleyen insanların manzarası bana çok acınası geliyor. Bir de girilen mağazalara göre statü artıyor. Vay canına. Taksit taksit de olsa, kıyısından köşesinden lükse ve ihtişama "yanaşmak" tam bir küçük burjuva tutkusu... Yanaşma burjuva!

Gorki, küçük burjuvayı tanımlarken "Her küçük burjuvanın temel özelliği kendisinin bir tek, "eşsiz" olduğuna inanmasıdır" demiş. Ah be Gorkim, sen istemeyerek de olsa reklamcıların metinlerinin altyapısını hazırlamışsın sanki. Baksana ünlü bir makyaj markasının sloganına: "Çünkü ben buna değerim". "Bir şeyi kırk kere söylersen olur" sözüne güler geçerdim; meğer bir hakikati işaret ediyormuş. Bu cümlenin reklamlarda bilinçaltına defalarca işlendiğini biliyoruz: Çünkü ben buna değerim. Çünkü ben buna değerim. Çünkü ben buna değerim. Çünkü ben buna değerim. Çünkü ben buna değerim... Bir süre sonra "Evet ya, ben buna değerim" diyoruz. Çok mu basit? İşte bu kadar basit! Çünkü bilinçaltımızın çalışma prensibi de böyle basit. Düğün hazırlıklarında da denmiyor mu: "Ömründe bir kere yaşanacak!", "Gelinlik bir kere giyilecek!", "Eşyalar bir kere alınacak!". Bunlardan hareketle başlanıyor yaygaraya: "Ben eşsizim, düğünüm de eşsiz olmalı, o yüzden benim istediğim şatafatlı mekanlar tutulacak, pahalı eşyalar alınacak." Sırf bu zavallı nedenden ötürü kavga eden, birbirini hırpalayan, hatta son anda evlenmekten cayan o kadar çok çift tanıdım ve duydum ki!...

Bu duruma karşı seçeneğimiz yok mu? Tam tersi bir kutba mı savrulalım; yani kınayanların kınamasına aldırmayan Melâmetilere mi karışalım, "bir lokma bir hırka" düsturunca mı yaşayalım? Doğrusu buna benim itirazım yok, fakat az tüketmekten kendime bir dervişlik makamı bahşedecek değilim! Ben derviş de değilim, benim gibi düşünenler de değil. Nefsimiz durmaksızın sesleniyor en işveli sesiyle (ki galip geldiği de oluyor!). Toplum da bizi yontmuş bir kere; ama neyse ki farkındalıklarımızı törpüleyememiş. 

Ben şu noktadayım: Ben tekim, sen de teksin ve eşsizsin. Parmak izinle, ayak izinle, ısırdığın elmadaki diş izinle, sevdiklerinin kalbindeki izinle, gök kubbede baki kalan sedanla senden başka sen yok, dünyaya gelmedi ve gelmeyecek (Yani Gorki'ye katılmıyorum). Ama bunun hakkını vermen için bir marka değerine ihtiyacın yok, senin öz değerini yansıtacak yolları tutman gerek. Senin farklılığına, tekliğine ve "insan"lığına kanıt; kıyafetindeki etiket, bindiğin araba, elinde tuttuğun telefon değil; adından söz edildiğinde insanların bunu nasıl tonladığı! Tatlı tatlı mı çınlıyor kulakların, yoksa siren sesi gibi mi? İyilik ve güzelliğin kokusunu bırakır mısın gittiğin yere? Darda kalmışlara elinden geldiğince yardım mı edersin, yoksa dolabına bir takım elbise daha mı eklersin? Hiçbir şey yapamasan da bağışların en güzeli, gülümseyişinden mahrum bırakır mısın çevrendekileri?

Aşık Daimi ne hikmetli söylemiş: "Kainatın aynasıyım / Mademki ben bir insanım / Hakkın varlık deryasıyım / Mademki ben bir insanım". İşte sen, kainatın aynasısın ey insan! Galaksideki yıldızlardan fazla hücre sığdırılmış içine. Dünya kabuksa sen çekirdeksin, içinde milyonlarca yeni çekirdeğin tohumunu taşıyan çekirdek... Sen, insan! Dünyanın çekirdeği, yaratılmışların en şereflisi, Hakkın varlık deryası! Şimdi yavaşça yere bırak o doldurduğun alışveriş sepetini!

5 Kasım 2015 Perşembe

Yaşlı başlı bir yazı

Etrafımdaki yaşlılar beni şaşırtıyor. Bu şaşkınlığımı kuşak çatışmasıyla filan açıklamaya girişecek değilim. Tuhaf alışkanlıkları, kemikleşmiş ifade kalıpları, hatta kimi zaman görgüsüzlük boyutuna sıçrayan yadırgatıcı davranışları var. Aslında ben yaşlı insanları seviyorum; bir gazetecinin deyimiyle onlar "ak saçlı delikanlılarımız"dır bizim. Bilgelikle tecrübeyi harmanlayarak yaşama canla başla sarılan delikanlılardan benim gibilerin öğrenecek çok şeyi var. Fakat bezgin ihtiyarlarda, onların söyleyişiyle, "kocamışlar"da keramet arayamam. Sait Faik bir öyküsünde "yalnızca namazlarını ve torunlarını düşünen ihtiyarlar"dan bahseder. Tıpkı kendi köşesinde olup bitenler haricindekilere yüz çevirenler gibi. Müzik dinlemezler, gazete okumazlar. Havadaki bir sineği kovar gibi ukdelerini, gerçekleşmemiş düşlerini elleriyle kovarken "Bizden geçti evladım." derler, pardon, ne geçti?... Renklere ambargo koyarlar; kırmızı yasak, yeşil yasak, mor yasak... Karaları bağlayıp otururlar. Düğün bayramda eğlenmek şöyle dursun, ağız dolusu gülmeyi suç sayarlar. Fazladan bir dakika yaşamaları onların kabahatiymiş gibi suskunlukta boğarlar zamanı. Elbette hastalıklar ve yılların katmerlenmiş dert yükü bir kamburdur sırtlarında ve sızlanışları sebepsiz değil. Fakat bir insanın ölüme kurulu bir çalar saat gibi pineklemesini aklım almıyor. 

Görgü perdesini yırtıp atan ihtiyarlara ne diyelim? "Zaten bir ayağım çukurda, sizinle ve kurallarınızla işim kalmadı artık ey dünyalılar" dercesine yerleri adeta tükürüğüyle kırbaçlayan ve akabinde gayet mağrur bir edayla camilere doluşanlar... Ya da bir şeyler yiyip içtikten sonra dilleriyle her şükrettikçe gastritli midelerine de gürültüyle şükrettirenler... Hayır, hayır, böyle yaşlanmak değil; büyümek ve olgunlaşmak farzdır bize.

65 yaş üstü yurttaşlara toplu taşım araçlarında ücretsiz ulaşım hakkı tanındığından beri Eskişehir'deki taşıtlarda kapasitelerinin çok üstünde bir yolcu kalabalığı var. Ve bu kalabalıkların çoğunluğunu bu yurttaşlar oluşturuyor. Eskişehir'deki öğrenci yoğunluğu da buna eklendiğinde tramvay ve otobüslerdeki tabloyu varın siz gözünüzde canlandırın. Fransız İhtilali'nin (bayraklı kadının ön safta yürüdüğü) o sembol tablosunu mu ararsınız, İstanbul'un fethini mi? Mecazi anlamda söylemiyorum, gerçekten "genci yaşlısı" her sabah cenge gidiyor! Etten duvarları kulaç atarak yaranlar, nezaketin her kılığını deneyip son çareyi şirretlikte bulanlar... O hengâmede koltuk kavgası, boş yer şamatası gırla. Böyle bir taht kavgasını Sultan Süleyman dahi görmemiştir! Nitekim bu tantanalara ne zaman şahit olsam, o kudretli hükümdarın "Saltanat dedikleri ancak cihan kavgasıdır" dizesi (ne ilgisi varsa?!) aklıma gelir ve gülümsetir beni.

Yer kavgası demişken, yıllar önce bir arkadaşımın taşıtlarda yaşlılara neden yer vermediğine ilişkin bir savunmasından söz edeyim. Özellikle yaşlı teyzeler için "Kurabiye canavarı onlar, kurabiye canavarı!... Ellerinde terlik çantalarıyla günden gelirler. Benim bütün gün pestilim çıkmış çalışırken, bir de onlara yer mi vereceğim?" dediğini dün gibi anımsarım. Haklı mı derseniz, kendince haklı görünüyor. Fakat kimin ev gezmesinden, kimin -sözgelimi- hastaneden yorgun geldiğini nasıl tespit edeceğiz? Kalbimizi temiz tutalım arkadaşlar. İster altın gününden gelsin, ister torununun yanından. Bizim enerjimizle onlarınki bir değil (95 yaşındaki yogi Kazım hariç). Varsın, biz fazladan yorulalım, vicdanımızı yormayalım. Uyur numaralarına, telefonumuzla ilgilenip dünyayı unutuyormuş ayaklarına yatmayalım. 

Bir de ibadetlerin boyunduruğuyla hareket alanlarının kısıtlanmasına hayıflanıyorum sevimli ihtiyarlarımızın. İbadet insanı arındırır ve kuş gibi hafifletmez mi? Nayır, nolamaz, bu diyarlarda ağır olan, molladan sayılıyor! Özellikle hacdan dönenlere "Sen hacısın şunu yap! Bunu giymek sana yakışmaz!" gibi toplumun dikte ettiği saçmasapan kanunlar silsilesi var. Bu noktada ben, Kütahya'nın saz ozanlarından Hisarlı Ahmet'in tavrını kendime kutup yıldızı belledim. Anlatılır ki, Hisarlı Ahmet, hacca gidip döndükten sonra da sazını çalmaya devam edince çevresindekiler onu kınamışlar sen hacca gittin, bırak artık sazı diye. Hisarlı Ahmet'in yanıtı epey kükreyişli: "Ben sazımla Allah'a sizlerden daha yakınım!"

İbadet ve kadere razı geliş, dini hükümler de, yaş ilerleyince dünyayla tüm alışverişi kesmek diye bir emir mi var da her şeyden elini eteğini çekmek kutsanıyor? Kaldı ki, kişinin inancının kalitesi ve gerçek kişiliğinin nabzı insanlar arasında, mücadelenin tam ortasında atıyor. Ve herkesin mücadele biçimi farklı. Hisarlı Ahmet de sazıyla belki bir sesi çıkmayının sesi, onun yarasının merhemi olmuştur, kim bilir?

Yaş almak güzeldir; fakat görgüsüz, nobran veya yılgın bir ihtiyara dönüşmeden olursa tabii. Yine de dile kolay, kapıda ölüm beklemekte. O eşiğe yaklaşmanın huzursuzluğunu, ilerleyen hastalıkların yıpratıcı törpüsünü asla yadsıyamam. Ancak herkes eninde sonunda bunu yaşayacak, kimsenin bu hususta ne eksiği ne fazlası var. O halde hüznüyle ama bir o kadar asaletiyle yaşanmalı bu süreç. Bu anlamda somut bir örnek görmek istenirse Yıldız Kenter'in baş rol aldığı "Hanım" filmini öneririm.

Bu yazının da sonuna geldik birlikte ey okuyucu; fakat ben, anlatıcı, biraz yoruldum. Şöyle bir köşeye geçip soluklanayım. (Yoksa yaşlanıyor muyum?) Seni de bu arada Türk şiirinin ölümsüz şövalyesi, hiç yaşlanmamış kaptan, Attila İlhan'la baş başa bırakayım.

ihtiyarlar balladı
onlara ün mü gelir bazı bir ses mi duyarlar
yumuşak bir kedere ufalır bakışları
idam mahkumlarıdır aslında ihtiyarlar
ölüme koşullanmış bütün davranışları
yorgun öksürükleri oturup kalkışları
       yaşayıp durmaktan gizlice utanırlar
       her gece artık gitmek vaktidir sanırlar
       geçmiş günlerinden bir destek aranırlar
uysal bir gülümseme tek sızlanışları
idam mahkûmlarıdır aslında ihtiyarlar
ölüme koşullanmış bütün davranışları

yolculuk sabaha mı yoksa akşam üstü mü
aylardan bu ay mı günlerden acaba ne gün
yılan gibi çöreklenmiş bu boğuk kördüğümü
çözebilirsen çöz çözememekten üzgün
kaç kere hesabını çıkarırlar bir ömrün
     şu yağmurlu güz dünyadaki son güzü mü
     bir daha yiyecek mi yediği şu üzümü
   ya uykuda giderse söylemeden son sözünü
ölmek var mı farkına varmadan öldüğünün
yılan gibi çöreklenmiş bu soğuk kördüğümü
çözmeye uğraşırlar çözememekten üzgün

bakılan her resim bütün bir ömrü saklar
ellerini kaldırsalar yıllar dökülüşür
birazdan yalıda sanki buluşacaklar
bir yerde saat çalsa o sevgili görünür
umut heykeli midir ay ışığı örtünür
       bir pencere açılsa unutulmuş şarkılar
       çocuk bahçelerinden nasıl yankılanırlar
       kalkan her vapurda giden bir yolcu var
gönderilen her mektup onları götürür
idam mahkumlarıdır aslında ihtiyarlar
sabahtan akşama hergün kaç kere ölür


NOT: Bu satırlar yazılırken şair Gülten Akın'ın aramızdan ayrıldığını öğrendim. Bu haberi özellikle burada bildirmeyi bir ödev sayıyorum; çünkü yaşamın son anına kadar düşünerek ve üreterek var olmanın en "incelikli" örneği vücut bulmuştur onda. Ruhu şad olsun.