6 Ekim 2018 Cumartesi

Cemal Süreya’dan çocuk kitabı: Aritmetik İyi Kuşlar Pekiyi

Tatlı mı tatlı bir kitaptan bahsedeceğim bugün: Aritmetik İyi Kuşlar Pekiyi. Adını yazarken bile gülümsüyorum; kim bilir Cemal Süreya eserini oluştururken nasıl gülümsemiştir. Tavsiye edilen yaş grubu 8-10 yaş olarak belirtilmiş kitabın arka kapağında; ancak siz gelin benim dediğimi dinleyin, kendinize hediye edin bu kitabı. Ve içiniz sıkıldığında satırların cıvıltısına kulak verin. 

Kitabın ön söz niteliğindeki başlangıcı, Cemal Süreya'nın okula, okumaya, edebiyat derslerine ilişkin hatıralarından oluşuyor. İlk 22 sayfada onları okuduktan sonra esere geçiyoruz. Birbirinden sevimli çizimlerin eşlik ettiği kısa 12 metin var burada. Kitap ilk kez 1993'te yayımlandığı için o dönemin politikacıları, televizyon programları, şairler, yazarlar da geçiş yapıyor. O nedenle bu kitabı bir çocukla birlikte okursanız, bilin ki size "O kim?", "Bu kim?" diye sorular sorabilir; hazırlıklı olun. 

Kendinize okursanız kitabı, şiir kokusu da alırsınız, deneme tadı da. Şu satırların sohbet sıcaklığına bir baksanıza:
Cemal Süreya

Şairleri kendi ideolojisine göre yarıştıran yetişkinlere de söyleyecek sözü var bu kitabın. 
- En iyi şair A'dır! 
- Hayır! B'dir! 
diye inatlaşanları barıştırmaya çalışır gibi yumuşak bir sesle araya giriyor Cemal Süreya: "Büyük şairleri sıraya koymak doğru değil. Yarış atı değil ki onlar, birinci, ikinci, üçüncü diye ayıralım."

Hele yaşama sevincinin tanımını değme psikoloji kitaplarında bulamazsınız: "Bir şey artık ağır gelmiyorsa, ya da daha az geliyorsa, o nedir bilir misiniz? Yaşama sevincidir."

Ayrıca lacivert ipek helikoptere el sallamak, ıssız adaya taşınmak için tüm dünyayı sırtlanıp götürmek isteyen çocukla tanışmak, "gözleri belirsiz bir ikindi vakti gibi" olan ressamla söyleşmek isterseniz buyurun. Ama bilin ki, okuyacağınız kitap herhangi bir çocuk kitabı gibi sonunda size öğüt veren bir kitap olmayacak. Çünkü şair Süreya bilgiçlik taslamaktan yana değil; onun inandığı şudur: "Çocuklar her şeyi anlar. Her şeyden söz edebilirsin onlara. Enflasyondan bile."

9 Ağustos 2018 Perşembe

Kemal Sunal üzerinden bir kuru gürültü

"Nüfusunun %99'unun Müslüman olduğu bir ülkede..." diye başlayan kaba saba ve çoğunluk tahakkümüne kapı aralayan genellemeyi yaşamınızda en az bir kez duymuşsunuzdur. Bu söyleme bayılanlar, Müslüman olmayan veya herhangi bir dine inanmamayı seçen yurttaşları %1'e sıkıştırıverir sanki onlara lütufta bulunuyormuş gibi. Sanki ellerinde bu yüzdeliklere ilişkin güvenilir veriler varmış gibi. Kemal Sunal ile ilgili son tartışma da bunu andırıyor. Kemal Sunal'ı sevdiğini iddia eden birileri, onun filmleriyle ilgili eleştiride bulunan bir kişiye "Nüfusunun %99'unun Kemal Sunal hayranı olduğu bir ülkede..." dercesine taarruz ettiler, daha arsız olanlar hakaretler yağdırdılar. Sözüne-kalemine güven duyduğum nice yazar, gazeteci, sanatçı da işi ortak değerler üzerinden ülkenin bölünmesine kadar götürdü. Vay efendim Kemal Sunal’a ne hakla "kötü" sıfatı layık görülürmüş. Oysa eleştiren kişi, Sunal'ın kişiliği üzerine değil, filmleri üzerine kendince yorum yapıyor.

Eleştiren kişinin dünya görüşünü asla paylaşmam; hatta kıyasıya eleştiririm de. Onun dışında kimdir, necidir, zerre kadar umurumda değil. Beni şaşırtan, insanları güldürme misyonuyla bu dünyada tatlı bir iz bırakmış Kemal Sunal üzerinden haber bültenlerine kadar sıçrayan akıl almaz bir tartışmanın yürütülmesi.

Yahu sinema filmleri ne ara tartışılmaz birer dogmaya dönüştü? Kemal Sunal'ın düşük bütçeli kimi filmlerini senaryo, kurgu, figürasyon gibi bileşenler açısından değerlendirirsek gerçekten rezalet. Saçmalığın daniskası rastlantılar ile halk kahramanı olması, filmlerin hep mutlu sonla bitmesi, Sunal’ın yer yer tekrara düşen oyunculuğu, vs.. gibi sayısız örnek verilebilir. Nitekim bir söyleşide Kemal Sunal'ın kendisi de kabul ediyordu bazı filmlerinin kalitesizliğini. Ama o saçma filmleri ben tekrar tekrar izledim. Televizyona gene çıksa gene izlerim. Canım sıkkın olduğunda, beni daraltan bir deli gömleğine dönüşmüş mantığımdan sıyrılıp o filmlerdeki deliliklere gülerek rahatlatıyorum kendimi. Zorluklardan bir süreliğine kaçıp basitliklerin limanına sığınıyorum; olay bundan ibaret. Öte yandan Sunal'ın nitelikli filmlerini de takdir ediyorum. Düttürü Dünya, Yoksul, Çöpçüler Kralı, Kapıcılar Kralı Türk sinema tarihi üzerine yazılan kitaplarda, yazılarda övgüyle anılır. İşte benim buradaki eleştirimden farklı bir açıyla ve daha sert biçimde görüşünü ortaya koymuş o kişi, ne var bunda?

Hal böyleyken eleştiriye değil; eleştirene “Zaten sen ocusun, zaten sen şucusun!” diye canhıraş saldırılıyor. Oysa önermeleri yüzeysel ve çürütülebilir; Sunal’ın filmleri sözüm ona izleyicilerin zihnine imamları, hocaları üçkâğıtçı olarak yerleştirmiş de, insanların zihnine büyük kötülük yapılmış. “Elinde bir psikolojik ya da sosyolojik bulgu mu var bacım?” diye kurcalamak yerine bağrışıyor herkes. Ayrıca bu kişinin düşüncesine takılıp gidersek Sunal’ın filmleri yüksek izlenme oranlarına rağmen son derece başarısız. İnsanlar hocalardan daima medet umdu, umuyor. Sunal’ın filmlerindeki sahtekar hacılar hocalar, Jet Fadıl gibi karikatürize bir tipin yanına yaklaşabilir mi sizce? Bitmedi; devlet de bu filmlerden medet umuyormuş insanları ideolojik olarak şekillendirmek için. Bir devlet düşünün ki, ucuz komedi filmleriyle halkının beynini yıkasın. Vay o devletin haline! Üstelik o filmler bu beyin yıkamayı başarabilseydi İslamcı partiler iktidar yüzü göremezdi.

Sunal’ın filmlerini sol görüşlü bir oyuncu eleştirseydi ya da mesela İlber Ortaylı yerden yere vursaydı, “Hmmm... Haklı olabilir aslında” diye ağız mı değiştirecektik? Tayyip Erdoğan rahmetlinin filmlerini methetseydi birileri beğenmeye devam edip geri kalanı nefret mi edecekti o yapımlardan? Tam tersi bir durum, Kılıçdaroğlu yorum yaptığında mı gerçekleşirdi yoksa Muharrem İnce mi? Şuraya yazıyorum: Ali Sunal, babasıyla ilgili duygusal bir paylaşım yapmayıp da “Bu eleştiriler o kişinin görüşüdür, bizi bağlamaz” diye kenara çekilseydi, babasının anısına sahip çıkmamakla hatta iktidar yağcılığıyla bile suçlanabilirdi. 

Görünen o ki, sosyal medya tam bir çevrimiçi meydan dayağı yerine dönüşmüş. Çoğulcu demokrasiden zaten bir halt anladığımız yoktu, tek bildiğimiz çoğunlukçuluk. Hadi ondan geçtim; hani engin hoşgörünün hüküm sürdüğü topraklardı buraları? Herkesin sosyal medya paylaşımlarında gerçek ya da sahte bir-iki Mevlana dizesi var; ne oldu onlara? Yaradılanı, kendi ideolojimizin bayraktarlığını yaptığı müddetçe mi Yaradan’dan ötürü seviyoruz? 

Buraya kadar yazdıklarım aslında basit bir olay üzerinden hemen 
birbirimize diş gıcırdatmaya hazır bulunduğumuzun kanıtı. Ne yazık ki aynı durum tüm kurumlarda ve insan ilişkilerinde bizi yıpratıyor. Akademik camiada, hukukta, eğitimde, sağlıkta, her yerde ve her an didişiyoruz. Toplumu bu duruma sorumsuz ve nobran siyasetçiler getirdiyse de, ateşe devamlı odun atan da bizleriz. Hem de büyük bir zevkle.

Öğretmenlikte kendime çıkardığım en büyük ders şu oldu: Hakikati söyleyen ağza kiminmiş diye bakılmaz. En umulmadık anda, en umulmadık bir öğrenci öyle bir ders verir ki! Silik, hayta, umursamaz, uyuşuk diye öğretmenin zihninde yaftaladığı bir öğrenci, gün gelir ona mesleğini öğretebilir! Hatta bunu zırvalayarak da yapabilir veya uçuk kaçık, çatlak bir fikirle de öğretmenin beyninde bir fikir kıvılcımı oluşturabilir. Sınıfı da toplumun cep aynası gibi düşünürsek, düşünce kalıplarımızı sarsan, kulağa sevimsiz gelen, en abuk sabuk görüşlere bile yaşam hakkı tanınmalıdır. Kimin ağzından çıkmış olursa olsun! Sözler hakaret ve iftira barındırmadıkça herkes her şeyi ve herkesi tartışabilmeli. Ne güzel sözdür: Hakikatin ışığı, fikirlerin çarpışmasından doğar. Aklı başında tartışarak bölünmeyiz; tam aksine çoğalırız. Ama film eleştirisiyle bile bölünüveriyorsak, emperyalizmin bizimle uğraşmasına çok da gerek yok.

15 Temmuz 2018 Pazar

Hem okudum hem de yazdım

Babama ve tüm savaşçı ruhlulara...

Sevdiğiniz sayı nedir? Uğurlu sayınızdan bahsetmiyorum. Maddi bir çıkar beklentisiyle bağlandığınız bir sayı değil; karşılıksız sevdiğiniz bir sayı olmalı. Benim var. Adı da sekiz.

İlkokulda tek ve çift sayıları öğrendiğimden beri tek sayılara hep gıcık olmuşumdur. Hele asal sayılarla (1’den ve kendisinden başka hiçbir sayıya bölünmeyen sayılarla) başım hoş değildir. Bencil ve kibirli bulurum onları. Oysa çift sayılar öyle midir ya? Kardeşçe bölebilir, bölüşebilirsiniz. Tek basamaklı çift sayıların en güzeli ise sekizdir bence. Bölüşmekte bereketli ve doğurgandır, toprak ana gibidir. İstirahatte bile boş durmaz; yatay haldeyken sonsuzluğa evrilir. Üstelik sekizi telaffuz ederken dişleriniz görünür. Sizi gülümsemeye mecbur eder neredeyse.

Velhasıl çocukluğumdan beri bu anaç rakamı sevdim. Ve yıllar sonra yine onun sofrasındayım. Neden derseniz, doktora eğitimim sekiz yıl sürdü ve bu sekiz yılın sonunda, 2018 yılında tezimle taçlandırdım eğitimimi. 

Gelelim asıl meseleye. "Bir insan ömrünü neye vermeli?" diye başlar Zülfü Livaneli'nin  "Eski Tüfek" şarkısı. Biz de bu soruya yanıt bulmak için başka sorulara doğru yol alalım. Ömrümden sekiz yıl ders çalışarak aktı gitti. Benim daha kaç sekiz yıla ulaşma şansım var? Bunun hiçbir garantisi, senedi yok. Varsayalım Yaradan bana ömür bahşetti ve birkaç sekiz yıl daha yaşadım. Peki doktora çalışmalarıyla geçen sekiz yılın gençlik enerjisinin yerini tutar mı gelecek sekiz yılların enerjisi? Sanmıyorum. 

Buradan, gençliğimin en güzel yılları ders çalışmakla geçti diye hayıflanıyormuşum sonucunu çıkarmayalım. Ama şunun hesabını kendime vermeliyim: Gerçekten değdi mi? Araştırmamı bilime sunduğu katkı açısından değerlendirmek amacıyla sormuyorum bu soruyu. Zaten yeri de burası değil. Bu yazıda benim derdim kendimle. Yani sekiz yıl önceki Sevgi'den ne kadar farklıyım?

Sayısız makale ve kitap okudum. Bir eğitimci ve araştırmacı olarak ne denli eksik olduğumu öğrendim. Zırcahillikten cahilliğe yükselmiş olabilirim. Ancak tez, bittiği yerde yeniden başlıyor! Yani “Dr” unvanı almak, onun hakkını vermeyi gerektiriyor. Daha çok okumalı, daha iyi bir eğitimci olmalıyım. Sade suya tirit makalelerle puan toplamak için değildir bu çaba, akıttığım onca ter ve gözyaşı!

Peki bu unvan ve mesleki etiketlerden bağımsız olarak, insan Sevgi’ye ne oldu? Sekiz yıl boyunca yaz-kış, gece-gündüz, ilmek ilmek dokuyarak araştırma yapmanın zorlukları bir yana; kendi hayatımdaki çıkmazlarım, hastalıklar, yavrumu büyütme uğraşım beni epey sarstı. Ağlaya ağlaya bilgisayar karşısına oturup  “Bu tez yazılacak!” diye tiyatral bir edayla kendime komut vermişliğim de olmuştur. Ancak bana asıl ders; tez yazımının en yoğun süreciyle evladımın doğumu ve babamın tedavi sürecinin kesişmesiydi. Önce bocaladım; sonra kendime şu müjdeyi verdim: Hayat kimin gül hatırı için düz ve sıkıcı bir çizgide akıp gitmiş ki, sana bu lüksü ikram edecek? İşte bu yüzden ne zaman bunaldıysam, babamın kanserle mücadelesini ayna kıldım kendime. Ne zaman yorulduysam, kızımı emzirirken güç depoladım. Bu duygu karmaşasının en somut sonucu, tez savunmasından sonraki cübbe giyme töreninde babamla fotoğraf çektirdiğimizde gözyaşı dökmemdir. Mutluluk mu, gurur mu, yorgunlukların infilak etmesi mi, hüzün mü; hâlâ bilemiyorum nedenini. Belki de hepsi.


Fotoğrafa Edip Cansever'in "İkilemler" şiirinden bazı dizelerin eşlik etmesini istiyorum:

Bu gözyaşları benim mi
Camdaki yağmur taneleri mi yoksa?

Acıyla sevinç de
Birbiriyle içiçe mi
Terketmeden biri ötekini?

Mutsuzluk mutluluğu örerken
Masmavi bir boyun atkısı gibi?
...

Kısacası, bu çalışmanın bana getirdiği en önemli kazanım, kendimi tanımama beni biraz daha yaklaştırması oldu. Bu bakımdan, Türkçenin ulu çınarı, nahif ozanı Yunus Emre'nin kendime şiar edindiğim "İlim kendin bilmektir" dizesini yaşamıma katmışım gibi hissediyorum. Ben de şöyle özetleyebilirim yaşadıklarımı:

Sonsuz bilim deryasına bir damla bıraktım.
Kimseye anlatamadıklarımı sayfalara akıttım.
Hepsini gözyaşımda damıttım.
Gözyaşlarım, kitap arasında kurutulan çiçekler gibi 
Gün ışığına çıkacakları ânı beklediler.
Sonunda hepsi okuyanların üzerine yaprak yaprak döküldüler.
Okuyanlar sandılar ki o satırlarda beş öğretmenin öyküsünü yazdım.
Aslında ben kendimi hem okudum hem de yazdım.

14 Haziran 2018 Perşembe

2 yaşındaki gül fidanı

Mah yüzüne âşıkanım
Taze bitmiş gül fidanım
Efendim nazlı cânânım 

Seni gayet sevdi canım
Severim yokdur yalanım

Hoş edalı nazik peri
Görenler olur müşteri
Canım versem vardır yeri

Seni gayet sevdi canım
Severim yokdur yalanım


Anne olmadan önce Dede Efendi'nin "Mah yüzüne âşıkanım" şarkısını her dinledikçe sözleri sanki bana yazılmış gibi düşünerek kendimi şımartırdım. Anne olduktan sonra şarkıyı kızıma yakıştırmaya başladım. Zaten "Taze bitmiş gül fidanım" metaforu 35 yaşındaki birine mi daha çok yaraşır, 2 yaşındakine mi?

Her neyse, madem şarkılardan açıldı konu ve madem kızım 2 yaşını doldurdu, size kızımla ilgili bir hayalimden bahsedeyim. Bazen sorarlar, çocuğunun büyüyünce ne olmasını istersin diye. "Ne" olacağından ziyade, mutlu ve sağlıklı yaşamasını ve hayatı coşkuyla ve cesaretle kucaklamasını candan isterim. Hangi mesleği seçerse seçsin! Paşa gönlü hangi uğraşla hoşnut oluyorsa onunla meşgul olsun. Benim ve başkalarının alkışı uğruna kızımın mutluluğunu feda edemem.

Her gönülde bir aslan da yatıyor elbet, bunu da inkar edemem. Gönlümden geçirdiğim bir meslek var. Herhangi bir enstrümanı dinleyenlere zevk verecek şekilde çalamamamdan kaynaklanan bir eziklikten midir bilemiyorum; kızımın müzisyen olmasını düşlerim. Virtüözite derecesinde bir enstrümanı çalmasını çok isterim. Klasik Türk müziği, klasik Batı müziği, caz, blues, türkü, rock fark etmez... Gerçi genetik olarak zengin bir mirasa sahip görünmüyor yavrum. Ana tarafında da, baba tarafında da sanatkâr yok. Bekleyip göreceğiz. 

Sevgili kızım,

Aldırma bu sözlerime. Benim hüsnü kuruntumun ürünü bunlar; senin kararlarını bağlamaz. Senden tek isteğim var. Mesleğin ne olursa olsun, işinin hakkını ver ve günün sonunda alnının terini vicdanıyla silen her güzel insan gibi keyifle şarkını mırıldan. Sen kendi hayatının müzisyenisin; bestesi de güftesi de sana ait. Kimse senin çabalarını takdir etmese dahi (ki etmek zorunda da değil), kendi yolculuğunun fonunda akan, sevecen ve bilgelik dolu şarkını dinlemeyi ve arada sırada bana da dinletmeyi ihmal etme.

Nice yaşlara...

30 Nisan 2018 Pazartesi

Cacık ve kanser

Cacık yeme mevsimi şimdi. Gelgelelim kabuğunun altında filizî yeşil güzelliğini saklayan utangaç, narin salatalıklar yok artık. Soyulduğunda beti benzi atmış, buz gibi bir ceset kafasını uzatıyor; kabuğu da yeşil kefeni. Genzinize dolan zirai ilaç kokusundan sebze diyemezsiniz bu yeşilimtrak heyulaya. Yemek şurada dursun, basuru olan kıçına bile süremez bunu; öylesine zehir boca etmişler zavallıya... Çabuk boy atsın diye... Kanser ilacı üreten şirketler yatıp kalkıp bizim çiftçilere dua etsinler. İş ahlakını yitirmiş bir toplumdan bir cacık olmaz belki ama sağlam kanser olur.

16 Mart 2018 Cuma

Engin Geçtan'a geç kalmış bir mektup

Merhaba Engin bey,
Geçen ay ölümünüzü üzüntüyle öğrenmiştim. Üstüne üstlük kitabınızı siz hayattayken okuyamamış olmamın pişmanlığıyla yazıyorum bu mektubu. Yaşasaydınız belki size gönderirdim yazımı. Çok severim sevdiklerime mektup yazmayı.

Ama neylersiniz, ben biraz geç kalırım güzelliklere. Üzerine ışıklar yağsın, Aziz Nesin'in o tatlı "Bağışla" şiirinde dediği gibi "ölüme erken seviye geç" yaşıyorum sanırım. Sizin "İnsan Olmak" kitabınızı da biraz geç okudum diye düşünüyorum. 35 yaşındayım ve bu yaşıma dek okumadığıma utandığım kitaplardan biri oldu eseriniz. Hoş, bu anlamda kendime bir utanç listesi çıkarsam herhalde siz de şaşar kalırdınız listenin uzunluğuna. Yine de "ah vah" etmeyeceğim, suçluluk duygumun beni eylemsizliğe (yani kitap okumamaya) itmesine izin vermeyeceğim; çünkü bu da bir kaçıştır. (Bunu da sizden öğrendim)

"İnsan Olmak" kitabınızın adını duyduğumda herhalde insanlığın yüce özelliklerine bir methiyedir diye düşünmüştüm. Oysa insanlık külliyen erdem değildir ki! Okurken kendime basbayağı ayna tuttuğumu gördüm ben. Öyle tatlı bir sohbet dili kurmuşsunuz ki okurla, yazdığınız satırlarda arızalarımı, savunma mekanizmalarımı, kaçışlarımı, savaşımlarımı, soylu ve aşağılık yanlarımı rahatlıkla gördüm. Yalnızca kendimin değil; tanıdığım insanların da. Ama zaaflarımdan dolayı hiç hor görülmüş ve parmak sallanmış hissetmedim kitabınızda. Yani siz, okurla biz diliyle sohbet ederken insan olmanın pek çok rengini önümüze seriyorsunuz. Bu renkleri az veya çok taşımamızdan ötürü yargılamıyor; yalnızca aşırılıklar konusunda bizi uyarıyorsunuz. 

Biliyor musunuz Engin bey, kitabınızı okurken bilinçaltım beni süratle yıllaaaar öncesine götürdü. Çocuklukla ergenlik arasındaki o zorlu dönemde annemin zorlamasıyla yaz tatillerinde Kur'an kursuna giderdim. Hoca diye oraya tayin edilmiş herifin bize olan tiksindirici ve katı tutumundan dolayı nefret ediyordum oradan. O zamanlar hep "keşke melek olsam" diye hayal kurardım. Neden? Çünkü günahsızlardı, hiçbir şekilde "cehennem azabı"nı tatmayacaklardı. Hoca denen herif, tepemizde sürekli bunu haykırdığı ve bizim başımızı örtmediğimiz için cehennemde nasıl yanacağımızı tüm dehşetiyle tarif ettiği için kendimce düşsel bir kaçış yolu bulmuştum: "Meleksin. Oh ne güzel... Hiçbir günahın yok. Risk yok, bedel yok. Tepende böğüren bir Kur'an kursu hocası yok. Daima Allah'la berabersin." Bu düşlerle kursta yaşadığım karın ağrımı az da olsa hafifletiyordum.

Kitabınızda insanlığın çeşit çeşit rengine boyanınca o acı hatırama bakıp gülümsedim ve dedim ki: "İyi ki melek değilim; iyi ki insanım." Neden böyle düşündüm biliyor musunuz? Bana kalırsa Allah bir insanı yoktan var ettikten sonra kuluna bırakıyor geri kalan yaratım sürecini. Günahlarınla sevaplarınla, hatalarınla ve onlarla yüzleşmelerinle sen, seni var ediyorsun. Bu, melek olmayı da aşan, çok kutsal bir çaba bence. Çok şükür Kur'an kursunda dinden çıkmayacak kadar sağlammış inancım; hâlâ İslam'ın evrensel ilkelerine ve kadere inanıyorum. Örneğin genetik özelliklerim, doğduğum coğrafya, ailem, vs. yani benim dahlimin olamayacağı unsurlar kader. Ama kader denilen tanrısal tablonun karşısında bizim elimiz de armut toplamıyor elbet; bir fırçamız var. Bu tabloyu neye çevireceğimiz bize kalmış. İstersek alırız elimize siyahların en zifirisini, karalarız tabloyu, sonra kader der, çıkarız işin içinden. Veya istersek gönlümüzün tüm renklerini gücümüz nispetince işleriz tuale. Kimimizin biraz daha ferah ve aydınlık olur, kimimizin belki biraz daha bulutlu ve karamsar. Fakat önemli olan, o fırça darbelerinde yüzde kaç biz varız? Yıllardır bu soruyu hep kendime sorarım: Eylemlerim ve söylemlerimde yüzde kaç ben varım?

İşte bu noktada tam istediğim kavramı bana sundunuz Engin bey: Kendini yaşamak. Sıkça kullanılan "kendini gerçekleştirmek"ten daha sıcak geldi bu kavram bana. Kendini gerçekleştirmek biraz daha başarı kavramını tınılarken, kendini yaşamak, insanın olumlu ve olumsuz bütün yönleriyle kendisini kabullenişle birlikte yaşamın içinde kendisi olarak var olmayı seçmesi gibi düşünülebilir. Onu kendisi olmaktan alıkoyabilecek baskıları ve engellemeleri aşma mücadelesini göze alarak.

Okurken çok düşündüm, kendimi ne kadar yaşayabiliyorum diye. Hâlâ cesur bir yanıt veremiyorum bu soruya. Sanırım tam anlamıyla kendimi yaşayamıyorum; ama onun çabasındayım. Bu da beni kimi mutsuzluklarıma rağmen daha azimli kılıyor. Korkak taraflarımı biliyorum, üstesinden gelmeye çalışıyorum. "İnsan Olmak" gibi kitaplar da bu yolculuğumda bana destek oluyor. Ha bir de Attila İlhan'ın "Diyalektik Gazel"i yoldaşımdır:

Okudunuz mu bu şiiri acaba? İnşallah gittiğiniz yerde Attila İlhan şiiri gibi güzelliklerle karşılaşırsınız. Size bir daha mektup yazar mıyım, bilmiyorum. Ama kitabınızı okuduktan sonra eski Sevgi olmadığımı biliyorum. Başka bir kitabınızda görüşmek dileğiyle...

*İnsan Olmak - Engin Geçtan - Metis Yayınları

4 Mart 2018 Pazar

İkigai: Bir tatlı huzur

Neden varsınız? Gökteki kuştan, yerdeki taştan ne farkınız var? Aklı başında her insan sanırım yaşamında en az bir kez varoluşsal amacını didikleyen buna benzer sorular sormuştur kendisine. Birkaç gün önce okuduğum *İkigai: Japonların Uzun ve Mutlu Yaşam Sırrı adlı kitap, varoluş gerekçesini arayan insanlara yardımcı olabilecek sevimli bir eser.

Japonya'nın Okinawa adası uzun ömürlü insanlarıyla meşhur. Pek çok ada sakini 100 yaşını çoktan devirmiş ve bizdeki "yaş yetmiş iş bitmiş" gibi insanı diri diri mezara gömen bir anlayışa sahip değiller. Hafif besleniyorlar, hareketi ihmal etmiyorlar, dostlarıyla hep bir aradalar ve en önemlisi meşguliyetlerine tutkuyla sarılıyorlar. Onları bu tutkuya sevk eden ilkenin adıdır İkigai. Kitabın arka kapağından çektiğim fotoğrafta bu ilkenin sacayaklarını görebilirsiniz. Fotoğrafı incelerken bir düşünün bakalım; sizin İkigainiz ne?
İkigainin yanı sıra kitaptaki bir diğer önemli kavram "akış". Yani ne geçmişe saplanıp kalmak, ne de gelecek üzerine kaygılanmak. Akış, "burada ve şimdi"nin tadını çıkarmak olarak ifade edilebilir. Kitapta akışta olan ve olmayan insan arasındaki fark öyle hoş bir tabloyla özetlenmiş ki gözümde hemen "veresiye satan-peşin satan" resmi belirdi. Siz de anımsarsınız peşin satanın keyfini ve veresiye satanın gamlı baykuş halini. 

Benim de en çok çuvalladığım konulardan biridir akışta kalmak. Özellikle şimdiki aklımla geçmişi kafamda ölçer biçer dururum. Oysa bizim kültürümüzde yıllardır kulağımıza üflenir akışa işaret eden derin sözler: Dün dünle gitti cancağızım / Bugün yeni şeyler söylemek lazım gibi. Gelgelelim akıl, bu sözlerin yüceliğini ne denli teslim ederse etsin, yürek aklın ritmiyle eş zamanlı atmıyor ki. Olaylar insanın üzerinden buldozer gibi geçip bedeni pestile çevirince, sağlığı tehdit eder hale gelince "evet hakikaten yeni şeyler söylemek lazımmış" diye hayıflanıyor insan. Hayat döve döve dedirtiyor bunu.

Siz de hayattan fazla dayak yemek istemiyorsanız bu kitaptaki önerileri dikkate alın. İkigainizi sorgulayın. Ama yaptığınız hiçbir işi ve mesleğinizi hafife de almayın. Ben o hataya da çok sık düşerim. Daha doğrusu düşerdim. İçimde habire homurdanan bir cadaloz vardı. Bu blogu açarken bile homurdanıyordu: "Yazdın da ne olacak? Kaç kişi okuyacak?" vs. Benim büyük kitlelere ulaşmak gibi gerçekçi olmayan hedeflerim yok; bir kişi bile yazdıklarımdan etkilenip bir kitap okursa mutlu sayarım kendimi. Üstelik yazarken akıştayım; yani yaptığım işin ve yazarken yaşadığım anın tadını çıkarıyor ve zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorum. Geçmişin saplantılar bataklığı ve geleceğin karın ağrıtan kaygıları yok. Şimdi önümde duran bir bilgisayar ve kafamda yazılacak cümleler var. Daha ne olsun! Siz de işiniz dışında bir meşgale yaratın kendinize; olmadı kursa yazılın, sözgelimi dans öğrenin, dil öğrenin, resim yapın. Kitabın yazarlarının dediği gibi "Sizi güvende hissettiğiniz bölgeden çıkaracak küçük bir şey ekleyin" rutininize. 

Akışa zihnimizi alıştırmanın bir yolu da spordan geçiyor. Kitapta başta yoga ve tai chi olmak üzere doğu kökenli birkaç spor örnek gösterilmiş ve bazı temel duruş ve hareketlerin anlatımı çizimlerle de desteklenmiş. Başlamakta fayda var. Zira ben yogaya tutuldum tutulalı yaşam şeklim değişti diyebilirim. Yogadan önce uzun süre anti-depresan kullanmıştım ve işin ilginç yanı, onca psikiyatr ile görüşmüş bu garibana bir psikiyatr da çıkıp demedi ki, spor yap. Biraz tavsiye ver, sonra yaz hapı gitsin. Hem de dozu çok yüksek ilaçlar reçete edildi bana. Anlayışları ne yazık ki buydu. Ve geçen zaman içinde ilaçların etkisiyle beynimin sanki çamura döndüğünü ve kendime yabancılaştığımı fark ettim. Bunun böyle gitmeyeceğini anlayınca arayışlarımın sonucunda beş yıl önce yogaya başladım. O gün bugündür yoga ve meditasyon beni hem akışa taşıdı, hem dinlendirdi, hem zinde kıldı. Elbette sizin yoga veya tai chi yapma mecburiyetiniz yok; yürüyün, bisiklete binin, yüzün, hareketli bir halk oyunu öğrenin. Kısacası size ter attıracak bir faaliyette bulunun, ama lütfen düzenli olsun.

Kitapta beni etkileyen başka öneriler yeme-içmeye (örneğin yeşil çay tüketiminin yararlarına) ve Japonların wabi-sabi düşüncesine ilişkin. Bunların ayrıntılarına da dikkat kesilmenizi öneririm. 

Demem o ki, İkigai'yi okumalısınız dostlar. Okuyun ki:
-İkigainizi bulmaya koyulun.
-Sizi zamanın ağır akışından koparacak bir akış etkinliği keşfedin.
-Zihinsel ve bedensel anlamda akışta kalma egzersizlerine bir an önce başlayın.
-Beslenme farkındalığınızı artırın.
-Okinawalı tonton teyze ve amcaların öğütlerine kulak verin. 
-Japonların zarif düşüncelerinden esinlenerek siz de yaşamı olduğu gibi, tıpkı evinize gelen bir misafiri kabul ettiğiniz gibi, zarafetle kabul edin.
...

-Hadi diyelim yukarıdakilerin hepsini es geçtik, bari 2 saatte bir kitap bitirmenin hazzını yaşayın yahu! Adamlar madde madde ne güzel anlatmış her şeyi.

İkigai: Japonların Uzun ve Mutlu Yaşam Sırrı - Héctor Garcia, Francesc Miralles- İndigo kitap

Meraklısı için: Kitapta başka bir kitabın adı sıkça anıldığı için buraya not düşmeliyim. Anlam arayışı üzerine fazladan okunmak istenirse bence çok hoş bir tamamlayıcı olur. Tavsiye ediyorum:

İnsanın Anlam Arayışı - Viktor Emil Frankl - Okuyan Us Yayın

18 Şubat 2018 Pazar

Gecenin tam üçünde

Kalbimin orta yerinde bir hapishane var. Öyle ki, demir parmaklıkların sivri uçları ciğerlerime batıyor.

Bu duyguya en çok gecenin sabaha kavuşmazdan önceki saatlerinde savruluyorum. 3-4-5 civarında. Fikret Kızılok’un “Gecenin Tam Üçünde” şarkısındaki gibi:


Aynı saatlerde hayatımın baş aktörü Bilinç istirahate çekildikten sonra perde arkasında aktörü gözlemiş olan yönetmen Bilinçaltı tüm ihtişamıyla sahneye kuruluyor ve başlatıyor kafamın içindeki film makinesinin gece gösterimini. Artık uyuyabilirsen uyu. Ben de kendimi rahatlatmak için Şimdi'nin sıkan ayakkabılarını çıkarıp yalın ayak Geçmiş'e koşuyorum. Oradaki sevinçlerimden hevesimi aldıktan sonra Gelecek'teki hayallerime doğru kanatlanıyorum. Fazla uçmuş olmalıyım ki, Şimdi çirkin dirseğiyle böğrümü dürtüyor ve beni hapishaneme geri döndürüyor. İşte o anlarda fena halde şiire acıkıyorum. Gecenin bir yarısı midesi kazınıp tıkınmaya koşturanlar gibi ben de şiirlerle tıka basa dolduruyorum içimi.

Şairlerin ölümsüz sesleri, kendi iç sesim, mızıklanmalarım, konu komşunun dedikodusu, şunun bunun ah vah'ları derken... Ne çok ses fısıldaşıyor yanımda derken... Odalar arasında dolanıp dururken... Ansızın kızımın poposunda arsız bir kahkaha gibi patlayan bir "Zort!" sesi bu yavan dramı kara güldürüye çeviriveriyor.

14 Şubat 2018 Çarşamba

Otuz milyon kelime, otuz milyon kez sevgi...

0-3 yaş aralığında çocuğu olanlar dikkat! Sizlere çok önemli bir kitaptan bahsedeceğim. Bu kitaba Doğan Cüceloğlu'nun YouTube yayınında tesadüf etmiştim. Adı: *Otuz Milyon Kelime. Kitap, bebeğinizin beyin gelişiminde 3 yaşın kritik bir sınır olduğu olgusunu bilimsel araştırmalarla gözler önüne seriyor. Yani önce sizi şuna ikna ediyor: Doğumundan 3 yaşına kadar çocuğunuz sizi anlamaz diye düşünmeyin; onunla konuşabildiğiniz kadar konuşun! Çocuğunuzun bilişsel ve duyuşsal gelişimini, matematik ve uzam algısını, ileride karşısına çıkacak zorluklarla mücadele etme gücünü doğumundan itibaren ona aşılayın. Yöntem ise son derece basit 3K aşamalarından oluşuyor: Kavra-Konuş-Karşılıklı Yap. 

Bu bir etkinlik kitabı değil. Çocuk yetiştirme sırasında karşılaşabileceğiniz sorunlarla ilgili rehberlik kitabı da değil. Ancak bu kitap, doğduğundan itibaren çocuğunuzla olan iletişiminizi sağlıklı bir temele oturtmanız için nörobilimin verileri ışığında size yalın fakat etkili bir yöntem sunuyor. Farklı kelimelerle içeriği zenginleştirilmiş, sevgi dolu bir sohbetle bebeğinizin beynine eşi bulunmaz bir yatırım yapabilirsiniz, çünkü "bebekler zeki doğmaz; aileleri onları zeki yapar."

Şimdi alttaki karikatüre bakar mısınız? (Eser sahibini bilmiyorum)
Muhtemelen çocuğun yapayalnız bırakılışı, boynu bükük duruşu sizin de içinizi acıtmıştır. Karikatürdeki kişiler dışarıdan ne denli kendi halinde, sevimli bir çekirdek aile izlenimi veriyor olsa da, aslında hepsi kendi yalnızlığına gömülmüş. Kadın ve erkek görünen o ki buna çoktan alışmışlar; ancak çocuk derin bir ıstırap içinde. Karnı tok mu? Tok. Sıcacık evinde oturuyor mu? Oturuyor, üşümüyor. Kıyafetleri var mı? Var. Oyuncakları var mı? Var. O halde neden mutsuz? 

Büyük olasılıkla karikatür çizileli epey zaman geçmiştir; fakat çoğumuzun evinde yaşanan durum tıpatıp aynısı değil midir hâlâ? Çocukların ellerindeki nesneler değişse de yapayalnız oturmaya devam ediyorlar. Telefonlar, tabletler, bilgisayarlar, televizyonlarla bomboş geçen saatler...

Çocuklarınıza yapacağınız en iyi yatırım; pahalı kıyafetler, gösterişli oyuncaklar, teknolojinin son harikası akıllı ürünler almak değil. Onlara ve dolayısıyla beyinlerine yapacağınız en iyi yatırım, onlarla 3K ilkeleri doğrultusunda etkili bir sohbet gerçekleştirmek ve bunu sürekli hale getirmek. Birlikte kitap okumak, şarkı söylemek, resim yapmak, sayı saymak, geometrik şekillere dikkat çekmek, onlara açık uçlu (neden-nasıl gibi) sorular sormak, seçenek sunmak...

Çocuğunuzu yalnız bırakmayın. Anne-baba olmak emek ve özveri ister, kolaycı anne-baba olmayın. Televizyonunuzu, telefonunuzu onunlayken kapatın. Onu da teknolojinin bağımlılık yaratan etkisine teslim etmeyin. Gözlerinin içine bakarak konuşun onunla.

Yüzyıllar önce bu topraklarda bir Yunus yaşardı. Ne diyordu Derviş Yunus: "Söz ola ağulu aşı bal ile yağ ede bir söz". Siz de sözlerinizle bal ile yağ edin çocuğunuzun sevginize aç dünyasını. Zihinsel gelişimini, kişilik oluşumunu, geleceğini bal ile yağ edin. 30 milyon kelime kullanarak, 30 milyon kez sevgi sunarak, 30 milyon kez bilgelikle yaklaşarak.

30 milyon kez saygıyla...

*Otuz Milyon Kelime - Dr Dana Suskind - Buzdağı Yayınları