31 Mart 2016 Perşembe

Zırva otu kökü, safsata özü

Bugüne değin genelde hüzün ağır basıyordu buradaki yazılarda ve okuyanlara içimden sabır diliyordum. Hele son günlerde patlamalarla yatıp bomba ihbarlarıyla kalkınca yazmakla yazmamak arasında bocaladım durdum. Yazmak, sanki sızlanmalarıma başkalarını da ortak etmek gibiydi. Yazmamak ise toptan duyarsız olmak, şu kamusal günlüğe hiçbir not düşmemek anlamına geliyordu. Yazsam ayrı çıldırıyordum, yazmasam ayrı. Ancak batı ülkelerinin kendi yurttaşlarını "Türkiye'ye gitmeyin. Gittiyseniz de çabuk dönün ey ahali" şeklinde uyarmaları, uzun süredir beklettiğim bu kel alaka yazıyı yayımlama fikrini bende yeniden ateşledi. Neden mi?

Adamlar, yalnızca kendilerine uygar; onların canı can, diğerlerininki patlıcan: Ortalığı karıştırdıktan sonra sanki bunda hiç suçları yokmuşcasına yurttaşlarına kaç diyor; fakat bindirilmiş kıtalar halinde mültecileri güvensiz ve kaçılası dedikleri ülkemize yollamak için fırsat kolluyor. Ya biz, dört koldan sıkışmışlar, nereye kaçalım? Hele ben, şu matruşka bebek halimle?! Hadi ölümden rastlantı payıyla paçayı kurtardık; her gün üstümüze yürüyen kara haberlerin bunalımından nasıl kaçalım? Bu yazıdaki gibi. Bambaşka gündemlere sığınarak. Bunu hangi savunma mekanizmasıyla açıklarsanız açıklayın, beyin firar etmek istiyor! İçki, sigara, zevzek televizyon programları, spor, sanat, vs. tercihler değişir. Bense bu yazıda yazı akışını asla değiştirmeyen diğer blogcu zevata özenip bir şeyler geveleme hakkımı kullanacağım dış güzellik üzerine. Ama benim onlardan şöyle bir farkım var: Masum bir yazı bu, reklam yok. Yani ağzıma yılışık bir sırıtışı yapıştırıp elimdeki ürünü tanıtarak para kazanma hırsım yok. Nihayetinde biz burada amme hizmeti yapıyoruz!

Neyse efendim, ben de zaman zaman güzellik ve estetik üzerine düşünen ve eylemde bulunan biriyim. Eylemde bulunmak derken kuaförden çıkmayan, makyajsız gezmeyen birisi de hiç olmadım. Hatta çoğu kez makyaja öyle uzağımdır ki, düğünde bayramda canım çekip de yapacağım tutarsa, eve döndüğümde o makyajı çıkarınca bin kiloluk zırhımı çıkarmış gibi olur, hafiflerim. Zaten o malzemeleri sürdüğüm anda gözlerim yanıyor, cildim kaşınıyor. Üstelik bunları organik ürünler diye pazarlıyorlar bol keseden lugat paralayarak: "Bilmem ne kıtasındaki bilmem hangi denizden çıkarılan falanca bitkinin yağı teninizi nazikçe saracak..." Yersen rafta dolma var! 

Garip bitkilerden üretilmiş tuhaf malzemeler, hele yeşilin tonlarıyla, doğanın renkleriyle paketlendiyse nasıl da içimize su serpiyor. Kimyasal madde yok bunda deyip kendimizi aldatmamız bir kaçış. Örneğin "paraben" maddesinin çok tehlikeli olduğu söyleniyor ve raflar "paraben içermez" etiketli ürünlerle kaynıyor. Ve ben bundan da işkillenerek şunu düşünür oldum: Paraben içermemesinin ilanıyla "Kuşa bak!" denip daha tehlikeli başka kimyasallar mı gözden kaçırılıyor? Komplo teorileri kafayı sıyırtır, ama şu çok net; ne denli "parabensiz", organik, doğal diye satışa sunulursa sunulsun, uzun ömürlü ve boyalı ürünler tehlikeli maddeler içeriyor. Adı ister paraben olsun, ister maraben.

Böylesi organik, "mucize krem"lerden birinin satış temsilcisiyle muhatap olmuş bir tanıdığımızın öyküsü de ayrı bir ironi. Teyzemizin romatizmal rahatsızlıkları var ve kadınların artık iyice aşina olduğu jojobasından, aloe verasından, envayi çeşit yağından geçilmeyen, post-modern mesir macunu ayarında, şifalı bir krem tanıtılıyor kendisine. Hevesle satın alıyor. Ama bir türlü cesaret edip kullanamıyor. Nedeni sorulduğunda "Cilt hastalıklarından kireçlenmeye kadar binbir hastalığa iyi geldiği yazıyor üstünde. Bir krem bütün hastalıklara iyi gelir mi? İçine ne koydukları belli değil. Korktum, kullanamadım." diyor.

Yıllar önce böyle organik takıntılar henüz oluşmamışken bir şampuanın ambalajında "yosun özlü" ibaresi gözüme ilişmiş ve gülmüştüm. Annem de "bunlar yakında b.k özlü şampuan da çıkarır" demişti. Şimdi bakıyorum da, annemin ileri görüşlülüğünü takdir etmemem mümkün değil. Belki b.k özlü bir ürünü üretip pazarlayabilme aşamasında değil üreticiler (belki de üretildi, başka ambalajlarla sunuluyor, kim bilir?), fakat işin hakikaten b.ku çıktı! Televizyonu açıyorsunuz; yüzüne kireç sıvamış gibi pudra sürmüş hatunlar yumurta akından yaptıkları maskeyi ballandıra ballandıra anlatıyor. Gazete sayfalarını çeviriyorsunuz; "zırva otu kökünü kaynatın için, safsata özünü elinize yüzünüze sürün"den geçilmiyor. Bir doğal güzellik hareketi, bir yaşlılıktan kaçış telaşıdır sormayın gitsin. Kim istemez bebek gibi çizgisiz, kırışıksız, sivilcesiz, tüm zahiri pürüzlerden azade olmayı? Ancak benzetim kendini ele veriyor: bebek! Biz bebek değiliz. Ve fotoğraflardaki örnek gösterilen güzellik anlayışının nasıl bir fasarya olduğunu aşağıdaki hınzır görsel özetliyor: 
Fotoğrafın sol tarafındaki yüceltilen, hatta ütopik sayılabilecek, fotoşop güzelliği arayışları üzerine bir belgesel izlemiştim aylar önce. Malum, artık mankenler özellikle Latin Amerika ülkelerinden çıkıyor. Gecekondularda, teneke evlerde yaşayan gariban ailelerin kızları bütün yazgılarını mankenlik yarışmalarındaki sinirli jüri üyelerinin iki dudağının arasından çıkacak tek bir kritik cümleye bağlıyor. Jüri de görevini canla başla yapıyor tabii: Kurban pazarlarındaki sığırları yoklarcasına ahu gibi kızlara "ön dişlerini yaptır", "dudaklarını şişirt", "bacaklarından yağ aldır" diyebiliyor. Sonra büyük bir kayıtsızlıkla sıradaki kader kurbanına geçiyor. Kulp taktıkları kızlara bakıyorum, kızlar gerçekten muhteşem. Ama sözgelimi yüzündeki milimetrik bir kusur o kızın kendisine tüm bakışını çarpıtıyor. Soluğu estetik cerrahın kapısında alıyor. Cerraha yok canından para yağdırıyor, acı çekiyor ve yüzü gözü bandajlıyken aynadaki zavallı haline "işte şimdi güzel oldum" diye moral veriyor. 

Bir yerde okumuştum, kimin sözüydü anımsayamıyorum. Simetri, kapitalizmin hastalığıdır gibi bir şey. İnsan yüzüne ve güzelliğine bu iğrenç simetrik anlayışla yaklaşmak aşağılık bir durum. Güzellik yarışmalarında zaten insan onuru ayaklar altına alınıyor; üstüne bir de fotoşop mükemmeliyetçiliğini beslemek kadının varlığını yüceltmiyor; en fazla arzu nesnesi, tüketim nesnesi haline getiriyor. 

Güzel olmayı ve güzel kalmayı istemek, bunun için aşırılığa kaçmadan çabalamak da; süslenmek, aynadaki yansımadan hoşnut olmak da güzel. Ancak güzellik, salt etin süsüne indirgendiğinde, zamanla büzüşecek, kırışacak ve eninde sonunda toprakta çürüyecek etin bozulmaması için hayatı da dondurmak gerekiyor: Vitrin mankenlerindeki gibi kırışıksız, pürüzsüz, botokslu bir cildimiz olsun; ama donuk bir yüzle geleni geçeni seyredelim. 

Etin güzelliğinin ötesinde bir güzellik en başta gülümsemekle mümkün. Gülümsemek en güzel makyajdır diyenler var, bana göre doğrudur da. Üstelik yalnızca kadınlar değil, erkekler ve çocuklar da doyasıya faydalanabilirler bundan. Bir kütüphanenin fotokopi bölümünde çalışan bir kadın tanımıştım. İnsanların pek çoğunun ilk bakışta belki dikkatini çekmeyecek küçümen bir çalışan. Upuzun fotokopi kuyruklarında sırası gelen her kişiye sıcacık gülümsemesinin eşlik ettiği tatlı peltek konuşmasıyla "Hoş geldiniz" der, o kişinin işi bittiğinde onu "İyi çalışmalar" veya "Kolay gelsin" diyerek uğurlardı. O zamana dek fotokopi çekenlerde istisnasız gözlemlediğim ruhsuzluk, bezginlik ve suratsızlığı öylesine kanıksamıştım ki, sürekli gülümseyen kadına hayret ediyor, "acaba benim kaçırdığım eğlenceli bir şey mi var bu işte" diye etrafıma bakınıyordum. Çekingenliğimden yakayı sıyırıp da bu güzel enerjinin kaynağını soramadım ona.

İşte benim gözümde o kadın çok güzeldi, harikaydı. Sohbet edilesi, uğruna o kuyruklarda vakit öldürülesi bir insandı. Neşet baba bile türküsünde önceliği "tatlı dillim, güler yüzlüm"e veriyor; "ceylan gözlüm" arkadan geliyor. Yani ceylan gözlü olup olmamaktan önce, mesele o gözden sızan ışık... Dolgun dudaklara sahip olmaktan önce, yine mesele dudakların bir gülümsemeye su gibi akışı, o dudaklardan dökülen yumuşatıcı, onarıcı, kuşatıcı sözler... Ceylan göz, biçimli dudağa hayır da denmez elbette. Lezzetli bir tatlının üstüne serpiştirilen ceviz ya da tarçının geri çevrilmediği gibi.

Bir kitap önerisi: Güzellikten ve otlardan umulan şifadan bahsettikten sonra İlhan Berk'in adını anmamak olmaz. "Şifalı Otlar Kitabı"nda yer yer tarihe ve efsanelere dayanarak tatlı tatlı anlattığı meyve, sebze ve çeşitli otların öyküsünü okuduktan sonra insanın onları öpüp koklayası geliyor. Hele ıhlamurdan söz ettiği şu satırlar buradaki sınırlı güzellik tanımımın eksiğini kapatıyor: "güzelliğini öyle türünün öbür ağaçları gibi bağıra bağıra, insanın gözünün içine baka baka yapmaya kalkmaz, içten içe, sessizce, kendi temiz huyunun gereği olarak yapar."

25 Mart 2016 Cuma

Çamura damlayan gözyaşı

bahtiyar köpek



Böyle diyor Sabahattin Ali "Bahtiyar Köpek" öyküsünün başında. Ben de her zaman "rahattan, tokluktan, sevgiden" değilse bile sanattan, edebiyattan, özellikle şiirden bahsetmeye niyetlenilmiş, belki yalnızca şiirin yüz suyu hürmetine açılmış şu sayfaya ne diye iğrençlikleri, mide bulandırıcı yüzsüzlükleri taşıyayım diyordum. Ama feryat edesim var. Çünkü kulağımda o çocukların feryadı var. 

O çocuklar kim? Sleepers filmini yıllar önce izlediğimde etkisinden birkaç gün sıyrılamamıştım. Filmi izlemiş olanlar anlamıştır hangi çocukları kastettiğimi. Çocuk istismarı yeni bir şey değil elbette. Ama kahredici olan, "sapık bizdense olur canım böyle şeyler" denip nice Yusuf'ların çığlığının boğulduğu o kör kuyunun sonsuza dek kapatılması. 

Katliamları, hukuksuzlukları, ayakkabı kutularını bir kenara koyduk diyelim (her ne kadar koyulamayacak kadar olsa da). Sapıklığın karşısında tam kadro dikilmeyen insanların toplaştığı kara parçasına yurt mu demeliyiz biz şimdi? Yenilir yutulur olmayan cinayetleri ve ihanetleri topluca hazmettik; bunu da hazmedersek, tarih kitaplarında değil ama biyoloji kitaplarında demir işkembeli yeni bir canlı türü olarak yerimiz hazır olmalı. 

Üniversite öğrencisiyken bir süre gönüllü olarak Çocuk Esirgeme Kurumu'nda çalışmıştım. Kurumun müdürüyle sohbet ettiğimizde onun "Atatürk, Cumhuriyet kimsesizlerin kimsesidir derken bizimki gibi kurumları kastetmişti" sözü aklımda kalmıştı. Oradaki kız çocukları çok seviyordu müdürü. "Müdür baba" diyerek boynuna atılıyorlardı. İşte bu yüzden karanlık yapılanmaların değil; sicili tertemiz insanların omuzlarında yükselen bir değerdir Cumhuriyet ve onun denetlenebilir kurumları. İşte bu yüzden Çocuk Bayramı ısrarla kutlanmalıdır bu topraklarda! İşte bu yüzden karma eğitim elzemdir, sağlıklıdır, anamızın ak sütü gibi helaldir bize! 

Sabahattin Ali, bahtiyar bir köpeğin dertsiz tasasız yaşayışını anlattığı öyküsünün sonunu "Ben karanlık şeylerden bahsetmek için dünyaya gelmemişim. İçim tatlı, sıcak neşeli şeyler anlatmak isteğiyle yanıyor. Hele cümle âlem bu köpeğin onda biri kadar rahata kavuşsun, bakın ben bir daha acı şeylerden söz açar mıyım!" diye bağlar. Biz de bilime ve sanata yüzümüzü dönmek varken onlardan inatla yüz çevirdiğimiz için şimdi bu vıcık vıcık balçığın içindeyiz. Yoksa kim istemez ki tek derdimizin bir sıcak bir soğuk üfleyen havalar olmasını...

13 Mart 2016 Pazar

Ölümün yağdığı yerde şiir

Alışkanlık üzere, ev işi gibi yapıldığında başka değerli işlerin vaktinden çalan, yapılmadığında rahatsızlık veren angarya sırasında bari kulağım boşta kalmasın diye şiir dinliyorum. Ta lise yıllarında dinlediğim bir kayıt var burada. Şiir: Metin Altıok'tan "Evde Yoklar". Okuyan: Mümtaz Sevinç.


Bu kayıt bana hep "Hayat, belki de ölüm, ne garip" dedirtmiştir; zira şiirin şairi Sivas '93 katliamında yakıldı, seslendireni Mümtaz Sevinç de yıllar sonra sevgilisinin bıçağından kıskançlık cinayetine kurban gitti. İlk dinlediğimde Mümtaz Sevinç hayattaydı ve bir tiyatro izleyicisi olarak onu sahnede bir gün canlı izlemek ve dinlemek arzusundaydım. Olmadı. Türkçenin en asil seslerinden birini seyirci koltuğunda dinleyemedim. 

Korkunç şekilde öldürülmüş bu iki güzel insan için "En azından elimizde kitaplar ve kayıtlar var; baki kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş" deyip geçemiyorum. Yarım kalan sesler canımı yakıyor. Metin Altıok dışında Sivas katliamında öldürülen sanatçılar bilinir; fakat bir de bu kıyımın acısına dayanamadığı için olaydan birkaç gün sonra yaşama veda eden Rıfat Ilgaz'ın canının nasıl "yandığını" düşününce bu dizeler, zincirleme ölümleri ve zincirleme acıları anımsatıyor. 

Ben tam bu yazıyı tasarlar iken ölümler kusuldu bir yerlerden. Sağ kalanların üzerine yine kan fışkırtıldı. Tıpkı Metin Altıok'un şu dizelerindeki gibi:
kana gazel