28 Ekim 2015 Çarşamba

Cumhuriyet


"Yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz." cümlesi tarihin kaydettiği en dramatik sözlerden biri. Bir liderin, devrinin süratle aleyhine işleyen çarklarını milim milim tersine döndürüşü ve zaferini sabırla, ilmek ilmek dokuyuşunun zirve noktası. Henüz dumanı kalkmamış bir yangın yerinin küllerini silkeleyip yeniden kanatlanma hikayesi... Her geçen gün artan özlem, minnet ve saygıyla...

22 Ekim 2015 Perşembe

Ankara

Ankara... Rüküş ışıklarını takınmış, geceyi karşılıyordu hafta sonu gittiğimizde. Birkaç akrabalık ve arkadaşlık dışında Ankara'yla hiçbir mecburiyet bağım yok. Anıtkabir, ODTÜ'm ve bazı tarihi mekanlar müstesna, Ankara bana gidilesi hiçbir yer vaat etmiyor.

Şehrin hançeresi yırtılıp üstüne dev bir şantiye oturtulmuş; o yüzden boğuk ve dumanlıdır kış öksürmeleri. İş makinelerine göz ucundan bakıyorum; bozuntuya vermeden gümbürtüyle geviş getiriyorlar, toz püskürtüyorlar. Yığın yığın hafriyat malzemesinin yaladığı caddelerde zevksizlik abideleri boy atıyor. Bunları görmüşcesine Tanpınar ne güzel söylemiştir: "Zengin malzeme ile hamlesiz bir nizamın mahsulü olan bu binalar sadece bir kalıp, boş, manasız bir cümle gibi zekayı bir müddet yorduktan sonra "ben bir hiçim!" diye zaafını itiraf ediveriyor." Ankara'nın geldiği nokta da bu: Ülkenin her şeyini ifade edebilecekken hiçlik girdabında takvim eskitmek! 

3. sınıf bir pavyon şarkıcısının ağzında yazık edilmiş bir türküdür Ankara, seymenlere yakışmayan! Kurtuluş Savaşı'nın izlerini bir madalya gibi onurla taşımaktan gocunup bayağı makyaj cambazlıklarıyla çarçabuk saklama telaşında. Ve ne yazık ki, medeniyetle ilk çekingen dansların yapıldığı Cumhuriyet Ankara'sı, Cumhuriyet'in Ankara'sı olarak da kalamadı. Zamanın ilerleyişini durdurmak ne mümkün; fakat Ankara bu kadar hızlı çökmemeliydi. Yıllar olgunlaştırmalıydı onu. Zarif bir Cumhuriyet şehri olmalıydı; geçkin bir deli saraylı değil. Artık Ankara, ciğer yiyen şaklabanların ve daltabanların siyaset gayyasında çamur yuvarladıkları bir koca kasabadır. Zira İlber hocanın üstüne basa basa söylediğı "kasabalılık"ın tüm kokmuş alametlerini boynuna dolayıp iftiharla taşıyandır. Kent değil, başkent hiç değildir. Alışveriş merkezlerini utanmaz arlanmaz birer tapınak haline getiren akbabaların platosudur...

21 Ekim 2015 Çarşamba

1+1=3

"Cim karnında bir nokta" diye çok sevdiğim, fakat günlük konuşmalarda kullanılmayarak unutuluşa yüz tutmuş bir deyim var. "Cahil" veya "acemi" anlamına geliyor.

Ben de, içinin noktasıyla, cim harfi gibiyim şimdi. Noktamın cahili ve acemisiyim. Onunla ilgili şimdilik hiçbir şey bilmiyorum. Bu suskun noktam yeterince güçlüyse, gitgide büyüyecek ve üç noktaya tamamlayacak küçük evrenimizi...



11 Ekim 2015 Pazar

Yiğit iken ölenlere: Ankara, 10 Ekim 2015

YARIN DİYE BİR ŞEY VAR

bilirim yarın diye bir şey var
çeliğin su katılmamış yanı
ırmakların geçilecek, fırtınaların 

                                             dinecek

bir yanı var
ömrümüzün
belki bir gün gülecek.

selam verip
selam alacak

                               barışa kardeşliğe

hep tok yatan
çocuklar görecek

el ele
aşklar, omuz omuza 
                                           dostluklar

ne dikenli teller olacak
ne tanklar tüfekler

ne tüberküloz kalacak
ne lösemi

ne işsizlik
ne banka
ne borsa

süt gibi duru ve ak
ekmek gibi sıcak

                                              bizim de
                                              bizim de

günlerimiz olacak.

güle değecek
kuşların kanadı

ve kuşlar sırtlarında
gül taşıyacak

kardeşlerim koşar adım
moraran beyazla

zincirlerimizle
yaralarımızla

ırmakların geçilecek, fırtınaların 
                                             dinecek

bir yanı var
ömrümüzün
belki bir gün gülecek.

Behçet Aysan

10 Ekim 2015 Cumartesi

Sertifika koleksiyonerleri

Rahatsızlığım dolayısıyla sayısız hekim ve terapist gezmişliğim oldu. Birçoğunun beslendiği ekoller, akımlar ve sertifikalar olmuştur. Sertifikalar diyorum; zira bazılarının duvarları kaplayan gurur belgeleri beni biraz gülümsetmiştir. Eskiden, yani okullarda dağıtılan takdir-teşekkür belgelerinin bu denli ayağa düşmediği zamanlarda, kimi veliler çocuklarının varsa böyle belgeleri, çerçeveletip duvara asarlardı. Tıpkı bazı terapistlerin ya da koçların ofis duvarlarındaki gibi!

Şekerci vitrini misali renk renk dizilmiş sertifikalara göz attığınızda gördüğünüz ifade genelde şudur: Bilmem hangi tarihle bilmem hangi tarih arasında falanca eğitimimizi başarıyla tamamlayan Fişmanca işbu sertifikayı almaya hak kazanmıştır. İmza: Filanca.

Eğitimlerin süresine baktığınızda bir gün, bilemediniz 2-3 gün sürdüğünü görürsünüz. Hastalığın yıprattığı yorgun insan, teslim bayrağını çekmeye dünden razı; "Bu kadar kısa sürede bu kadar çok sertifika toplamış insanlar herhalde allâme-i cihan olmalı" yanılgısına kendisini bile isteye kaptırıyor. Hatta bazı uzmanlar, aldıkları her sertifikayla kartvizitine bir sıfat daha ekleyebiliyor. Aynı anda yedi-sekiz sıfatı bünyede toplayabilmek de zor iş olsa gerek! 

Her unvanın altını bu kadar kalın çizgilerle çizenler acaba hakkıyla altını doldurabiliyor mu? Bunu değerlendirebilecek durumda değilim. Ancak benim bir uzmandan beklediğim - muhtemelen pek çok insan da bunu bekler - keskin gözlem gücü ve olumlu tutumdur. Çarşı pazar gezmemiş, toplu taşım araçlarına hiç binmemiş, envayi çeşit insanın kaynaştığı yerleri bir laborant titizliğiyle incelemeyen ve en önemlisi insan insana, can cana sohbeti terapi odasıyla sınırlayan psikolog, psikiyatr, pedagog, vb. sınıfta kalmaya mahkumdur.

Bir önceki paragraftaki "vb." içine "koç"lar dahil edilebilir mi? Ne yalan söyleyeyim, bana tuhaf geliyor şu koçluk işi. Her konunun koçu türedi! Haberlerde en son yakaladığım bir "alışveriş ve makyaj koçu"ydu; çok şükür oraya kadar uzanmışlar! Yaptığı da şuymuş: Koç, koçluk talep eden kişiyle sözleşip alışverişe gidiyormuş ve o kişiye tavsiyelerde bulunuyormuş. Eh, o halde pek çok kadın birbirinin koçudur dense yeridir. (Bu durumda, kadın kadının kurdudur sözü de tarihe karışıyor!)

Aslında herkes biraz birbirinin koçu gibi bu ülkede. Akıl hocası. Nasihat en ucuz tüketim nesnesi! Egoyu uçuran bir şeyler var karşımızdaki insanı doldurmakta. Haydi bozmayayım, dalgasına taş atmayayım bana nasihat edenin diyorum, ama bazen o kadar yoruluyorum ki kafa sallamaktan! Karşımdakinin dili durur mu, bulmuş bedava dinleyiciyi, koçluğunun damak çatlatan tadını çıkarıyor!

Bir gün danışmanlık/koçluk içeren bir tanıtım konuşmasına davet edildik. Hatır gönül, ayıp olmasın, arada akraba var diyerek gittik. Zaten bizden başka da dinleyici yoktu. (2 kişiydik). Bedava dinleyici vaziyetindeydik yine! Bu, komedinin bir parçasıydı. Danışman/koç konuşmasında günümüz insanının iletişim kurmadığından yana yakıla dem vurdu, dakikalarca lügat paraladı. Komedinin diğer parçası; sonradan öğrendiğime göre bu arkadaş, bayramlarda zahmet edip yakınlarına telefon açmaktan kaçıyordu!

O halde neyleyim ben böyle koçu?! İnsanlardan emin olmak çok güç; kitaplara sırtı dayamak en iyisi! Kitaptan âlâ koç mu olur! Danışmanlık/koçluk bağlamında beni asla yanıltmadı, tuzağa düşürmedi kitaplar. Hele bir düşünün aradaki uçurumu: Cemil Meriç'in, Kemal Tahir'in, Gorki'nin, Shakespeare'in yanı başında bir saat geçirmek mi akıl kârı, yoksa yukarıda bahsettiğim sade suya tirit, lâf kalabalığını dinlemek mi? Kabul, biraz düz kafalıyım; hemen genelleme yanılgısına düşebiliyorum. Ama ben almayayım, alanlara da engel olmayayım. Koçluk yapanlara da "koçum benim!" diyerek bu yazıyı noktalayayım.

Bir zafer yürüyüşünün anıtı olarak Sarabande

Nicedir aradığım müziğe kavuştum. Kulağıma şurada burada kısmen çalınan ama adını yeni öğrendiğim eser, Handel'e ait: Sarabande. Handel uzun süredir dinlediğim bir müzisyen; eserleriyle iyi geçinmişimdir. (Kimi bestecilerin besteleri çok huysuz ve geçimsizdir benim için. Sürrealist bir tablonun karşısında şaşkın şaşkın dikilen bir sanat acemisi gibi dinlerim ve anlamlandırmaya çalışırım onları; fakat nafile uğraş! Örneğin, tut Wagner'in perçeminden ve bestelerinden! Hitler'in en sevdiği besteci. Oradan bir gıcığım vardı kendisine öteden beri. Bir de tutmuş "saf ırk" üzerine yazmış Hitler'den çok önce ve kalemini kirletmiş! Hitler onu sevmeyip de ne yapsın!).

Bir anıt, notayla nasıl dikilir, bu yapıtta öğrenmek mümkün. Zafere kan revan içinde, düşe kalka, toza çamura bata çıka nasıl yürünür, bu yapıtta gözlemlemek mümkün. (İlginçtir, bazı Mevlevi ayinlerinde de aynı hisse, hatta daha fazlasına, kendimi kaptırıyorum! Mevleviliği düşününce... Aslında ilginç değil.) Zafer yürüyüşünden kastım, yalnızca muharebe meydanlarındaki değil. Hepimizin yok mu irili ufaklı savaşımları, galibiyet ve mağlubiyetleri? Çelişkileri, düştüğü çukurları ve tırmandığı tepeleri?... İşte Sarabande, benim eninde sonunda galibiyetle bitecek savaşlarımdan birisini temsil ediyor. Kahırdan ağlayarak başladığım ve sevinç gözyaşlarıyla bitecek yolculuğumun hikayesi. Hiçbir yolculuğum beni bu kadar hırpalamadı, yüzümü gözümü tırmalamadı; fakat bu denli de beslemedi! Aynı zamanda, iman kuvvetlendiren bir yolculuktur bu! İman, en başta kendine iman; kendine iman ettiğinde Yaratıcı'ya iman -hiç kaçarı yok- peşi sıra geliyor. Gücünü güçsüzlüğünden almak; yani zayıf, perişan bir ot iken yol kenarında biten, üstüne basanlara kafa tutarak "Mağrurlanma padişahım senden büyük Allah var" demek geliyor içten! Ot güçsüzlüğünle O'nun sonsuz gücünü birleştirdiğini hissetmek: İnsanın benliğine ve bedenine dalga dalga yayılan bir titreşim. Ve Sarabande da bu titreşimi, kulaklardan içeri akıtıyor. Damlalar köpüklere, köpükler dalgalara, dalgalar su patlamalarına büyürken, devleşerek üstüne üstüne yürüyen suya karşı kollarını cüretle açmak gibi. İnsanı dakikasında yere serecek gibi görünen o sular devirmez insanı, yalnızca yıkar, arındırır. Buz gibi serinliğiyle kan akışını hızlandırır. Kanın hareketlenmesi ise iyidir, insanın hareketlenmesinin iyi olduğu gibi. Kımıldamak, hayat belirtisidir. Silkinip doğrulmak, güç toplamaktır. Ardından yola koyulmaktır bize yakışan. Sarabande'daki yaylıların girişi gibi. Bir maraton koşucusu misali. Parmak uçları yere yapışıkken, toprağına saldığın köklerden sağlam bir kopuşla öne atılmak... Bu koşuda yalnızım. Rakibim yok. Seyircim de. Koşumun bittiğini kimse fark etmeyecek, kimse alkışlamayacak beni. Aferin delisi bir maraton değil çünkü bu. Madalyası, nişanı, katılım belgesi yok. Birinci geleni yok, sonuncusu da. Bu nedenle "galiptir bu yolda mağlup". An gelip düşsem de kalkacağımdan elifi elifine eminim.