Cumhuriyet öğretmeni ve şair Rıfat Ilgaz'ın ölümsüz hatırasına ithafen...
2000’li yılların başı... Zamana sataşamayacak kadar gencim. Milenyum taze gelin ve benim için ak tüllü eteğini savura savura gelen bir zarif mihmandar. Koluma girmiş, beni eğitim fakültesinin kapısına bırakmış. Öğretmen anne-babanın kızı, o kapıya kadar evde nice öğretmen ve öğrenci hikâyesiyle büyümüş; ama şimdi kendi hikâyesini yazmanın peşinde.
Dersler başladı… Eskişehir’in yalım yalım yakan ayazında, sınıf arkadaşlarımın sıla özlemiyle buğulanmış gözlerinden sıcak gözyaşları süzülüyor. Hocaları dinliyorum tek sözcüğü dahi kaçırmamaya gayret ederek. Kitaplar ve makaleler büyülüyor beni. Teoriler, olur da yere düşürürsem öpüp başıma koyduğum yavan ekmek; Chomsky sanki ahir zaman peygamberi. Hayali sıralarda oturan hayali öğrenciler için ders senaryoları yazıyorum harıl harıl. İdeal dersin iskeletini zihnimde mükemmelen kurarken, stajda o iskelet, gerçek öğrencilerin etiyle buduyla kanıyla canıyla doluyor. Sahnedeyim olanca toyluğum ve coşkumla. Yıllanmış İngilizce öğretmenlerinin neredeyse tek geçim kaynağı olan ‘tense’ler, benim için zamanda yolculuk ve ben kendi gözümde sevgili öğrencilerimi o heyecan verici yolculuğa çıkarabilecek bir öğretmenim.
Mezuniyetten sonra da teorilere doyamamış olacağım ki, öğretmen olarak atanmadan önce yüksek lisans eğitimime başlıyorum. Orada da sürgit okumalar, araştırmalar ve tartışmalar. Bir yıl sonra “Madem atanamadım; ben kendimi bir yere atayayım” diyerek bir dershanede soluğu alıyorum. Hastalıkla ve mutsuzlukla geçen zorlu bir yılın ardından Bilecik’in Bozüyük ilçesinde bir meslek lisesine atanıyorum. İşte Sevgi, diye fısıldıyorum, "Buyur er meydanına!" Acemilikler, kalp çarpıntıları, kararsızlıklar, bocalamalarla dolu Sevgi, yeri geliyor teorilere "Hadi oradan!" çekiyor, yeri geliyor onlardan af dilercesine telaşla kitapları karıştırıyor, "Ben ettim, siz etmeyin!" diyerek.
İki yılımı geçirdiğim o okulda salt İngilizceyle değil; tiyatroyla, müzikle ve daima öğrencilerimle sohbetle var olduktan sonra sahneden çekiliyorum. Görevime üniversitede devam ediyorum. Kararsız ve ürkek adımlarım, biraz daha şahsiyet kazanmış bir Sevgi'nin adımlarına evriliyor. Fidan gibi delikanlıların arasındayım. Lisedeki çocuksu simalar, bana meydan okuyan genç kadın ve adamlara bırakıyor yerini. Zira onların kurulu düzene isyan ihtiyacını giderebilecekleri en yakın devlet temsilcisi benim. İşte yine kendime fısıldama vakti: "Sevgi sen onların dilinden anlarsın!"
Yıllar geçiyor... Her ne kadar öğrencilerimin çoğu dudak bükse de, benim için tense öğretmek hâlâ zamanda yolculuk. Geriye dönüp baktığımda gördüğüm: Artık sayamadığım çoklukta öğrencimin zamanda yolculuğuna eşlik etmişim. Onların sevinçleri, aşkları, hüzünleri, öfkeleri ve uykusuzluklarının arasında kendime yer açmaya çalışırken pek de umurlarında olmadığı İngilizce konulardan dem vurmuş, Türkçe kahkahalar atmışım. Kulağımda rahmetli Doğan Cüceloğlu'nun "can cana ilişki" sözü çınlarken öğrencilerimden önce bazen ben dersi kaynatmışım. Şiirle, şarkıyla, dramayla, fıkrayla, anılarla ve hatta lafügüzafla… Hadi şu yazı bitmeden son kez fısılda kendine Sevgi: "40 yıllık ömrünün peynir gemisini 18 yıl İngilizce konuşa konuşa yürüttün. Gemin bir limana demirlemişken başka limanlar göz kırpıp çağırmasın seni?!"
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder