Edebiyat, sanat ve hayat üzerine bir kelebeğin sesli düşünceleri...
28 Ocak 2022 Cuma
Bit pazarına nur yağarken
Her fâni gibi babam da öldükten sonra eşyalarının pek çoğu çıkarıldı, incelendi, dağıtılacaklar ve elde tutulacaklar ayrıldı. Kendime ayırdıklarım arasında kitaplar, birkaç kaset, kasetçalar ve babamın diyabet günlüğü var. Babam öldüğünde onlar bana yalnızca babamın sesini duyururdu. Şimdi ise onlara baktığımda kendime bakıyormuşum gibi hissediyorum. Neden mi?
Önce kitaplardan başlamalıyım. Babamın düzenli bir okur olduğunu söyleyebilirim. Bizde bulunan kitaplar kadar bulunmayanları da hesaba katarsak epey okuduğu âşikâr. Okuduğu çoğu kitabın ön sayfasının sağ üst köşesine isim-tarih-yer yazmış. Fakat bazı kitapların o köşeleri yırtılmış. 12 Eylül döneminin getirdiği bir alışkanlık olsa gerek. Maksat, kitaplar ele geçerse isim ifşa olmasın. O faşizm karanlığında kim ister ki Lenin'in kitabında isminin görünmesini, bile bile lâdes demeyi?
Okuduğu kitaplarda pek çok satırın altını çizmiş, seyrek de olsa notlar almış babam. Disiplinli bir okurdu. Yıllar sonra pankreas kanseri olduğunda ve tedavi gördüğü hastaneden diyabet günlüğü verdiklerinde aynı şaşmaz disiplinle, o deftere günü gününe, saati saatine yaptığı kan şekeri ölçümlerinin sonuçlarını yazardı:
Fotoğrafta üstte görünen sayfanın sağ tarafındaki kahverengi çizgiyi görüyor musunuz? İşte o babamın kan izidir. Parmağına ölçüm cihazını batırdıktan ve kan sonucunu aldıktan sonra sıcağı sıcağına tükenmez kalemini çıkarır, kan şekeri değerini defterineyazardı babam. Son günlerinde dahi yazmayı bırakmamış. 31 Ocak'ta vefat etmişti; en son 28 Ocak'ta değerlerini yazmış.
O güzel el yazısıyla, adeta ipe boncuk dizer gibi sabırla, üşenmeden rakamları sıralamış babam. Doktoru bile şaşırmış onun bu düzenine. Ben de ara sıra o defteri çıkarıp tablo seyreder gibi seyrediyorum. Hani yazımın başında demiştim ya, artık kendimi görüyorum ondan bana kalanlarda diye. Ben babamın yerinde olsaydım onun hastalığı kabullenişindeki metaneti sergiler miydim bilmiyorum; ancak onun kadar sahiplenirdim tedavimi. Ben de tıpkı onun gibi defterime not alırdım değerlerimi. Bir anne/babanın evladına bırakabileceği ne güzel bir örnektir bu! O defter babamın yerine konuşuyor sanki benimle: Kemoterapiye gidilmiş, ilaçlar alınmış, acılar çekilmiş, hastane koridorlarında beklenmiş, hep beklenmiş... Ama beklenirken yapılması gerekenler lâyığıyla yapılmış. Yani çekilen dertlerin bile hakkı verilmiş. "Ben hasta olarak elimden gelenin en iyisini yapıyorum. Tedavimi üstlenenlerin ve bana bu zorlu yolda yoldaşlık edenlerin işini zorlaştırmıyorum. Mızmızlanmıyorum, kaytarmıyorum." denmiş hâl diliyle.
Ben de yıllarca az koşturmadım hastane koridorlarında. Kimi zaman babam da eşlik ederdi bana. Ses rahatsızlığım dolayısıyla başvurmadığım hekim, konuşma terapisti, psikolog kalmamıştı. Babam gibi üzerime düşenleri fazlasıyla yapıyordum. Her defasında yeni bir yol açıldı diye sevinerek, o umuda tutunarak, ama en sonunda hüzünlenerek. Zira hiçbir tedavi ve terapi bana eski sesimi kalıcı bir şekilde geri getirmemişti. Artık koşturmayı bıraktım. Koşturmaktan kendimle barışmaya fırsatım olmamıştı, onu başarırım belki. Sesimi; çalına çalına, ileri-geri sarıla sarıla yıpranmış kasetlerdeki seslere benzetiyorum: titrek ve cızırtılı. Eskiden nefret ediyordum bu sesten; ancak bundan sonra Sevgi'nin alametifarikası olarak ilan ediyorum sesimi. O denli ayırt edici ki, duyan Sevgi geliyor desin! Duyunca kaçacak bir delik bulup saklanır mı, onu bilemem.
Kaset demişken... Babamdan bana kalan bir de kasetçalar vardı sahi. Kemal Sunal’ın başrol oynadığı Tokatçı filminde uyuşturucu tüccarı Karbonat Erol'u polis baskını var diye kandırdıkları sahnedeki kasetçaların aynısı:
Bizdeki aygıtın da yıllarca kullanılmadığı ve içi-dışı tozlandığı halde hâlâ sapasağlam çalışıyor olması bir mucize. Üzerinde "CASS." yazan düğmesine basıldığında kapağın trrakk diye kullanıcının emrine amade vaziyette açılması, turuncu kayıt düğmesi, elde taşımak için sapı olması gibi özelliklerinin yanında YouTube'un, Spotify'ın esamesi bile okunmaz! Hadi dokunabiliyorsanız dokunun YouTube’a! Hani nerede Itunes’un tutulacak kulbu?
Şaka bir yana, modern zamanların bit pazarından bir farkı budur belki. Bizi kuşatan şeylerin atmosfer gibi dokunulamaz, hissedilemez oluşudur. Örneğin, envaiçeşit arama motoru var. Ama bilgisayar veya telefon bozulduğunda nereye gider o motorlar? Salt tüketicisi olduğumuz için müdahale şansımızın olmadığı muğlak bir zeminde hepsi.
Yine de geçmiş güzellemesi yapmaktan yana değilim. Eskilerin onurlandırılmasını, güzel numunelerin evlerde ve iş yerlerinde yer almasını desteklerim; ancak teknolojinin sunduğu sayısız nimetin keyfini çıkarırken "Ah keşke 90'lara geri dönsek...", "Yanlış zamanda doğmuşuz" gibi cümleler sarf etmek, yani gövdemiz bugünde iken gönlümüzün dünde kalması bana çocukça geliyor. Bu dünyaya gelip gelmeme konusunda bizden imza alınmadığına göre bize düşen, fırlatıldığımız zamanın akışına tüm varoluşumuzla katılmak.
Son olarak... Bir video paylaşacağım burada. Yıllar önce bir ilkokulda staj yaparken İngilizce dinleme parçası bulmak ve dersine girdiğim öğrencilere bu parçayı dinletmek zorundaydım. O zamanlar kullanılabilecek işitsel malzemeler yalnızca kaset ve kasetçalardan ibaretti. Çocukların düzeyine ve işledikleri konuya (past tense: geçmiş zaman) uygun bir parça bulamadım. Dolayısıyla kolay anlaşılabilir bir metin yazdım ve metni seslendirdim. Seslendirirken iki kasetçalar kullandım. Biri, yukarıda paylaştığım taşınabilir olan, öteki de mikrofonlu kayıt yapmaya olanak sağlayan, daha gelişmiş bir kasetçalar.
Kaydı tek başıma hazırladım ve üç farklı karakter canlandırdım. Biri anne, diğerleri kız ve erkek çocuk. İlkokul öğrencilerine "İngilizcede duyduklarımızı anlayabiliyoruz" sevincini yaşatacak bir İngilizceyle okudum metni. Metindeki karakterler, parka gittiklerinden konuşmalarını gerçekçi kılmak için fonda kuş ve su sesi kullandım. O sesler, bir ezan kasetinin başında yer alan seslerdi. Cenneti çağrıştırmak için eklenmiş herhalde... İşte o cennet kuşları, akan sularla beraber kasetçalardaşakırken, ben de diğer kasetçalarda gâvurca (!) konuşmaları seslendirdim. Sınıfta kaydı dinlettiğimde ne öğrenciler, ne de staj hocam anlamıştı seslendirenin ben olduğumu. Fakat amaç hâsıl olmuştu. Öğrenciler de, staj hocam da memnundu. Bense... cennet kuşlarımın kanadına binip mutlulukla uçuyordum uzaklara...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder