18 Aralık 2022 Pazar
Nilüfer hocanın ardından
10 Aralık 2022 Cumartesi
Annem Apartmanı
İnsan isimleri kadar apartman isimleri de ilgimi çekmiştir. Yolda yürürken rastladığım apartman isimleriyle imgelemimi canlandırırım. Anlamlı bulduklarıma öykü uydurur, bulamadıklarıma anlam uydururum. Bugün de siftahı yaptık şükür. Aşağıdaki fotoğrafta fotoğrafı çektikten sonra fark ettiğim bir ayrıntı var:
Ve bu apartman ismiyle canım bir şiir çekti ki sormayın. Ahmet Erhan'ın "Oğul" şiirini.
Yanıtı var mıdır bilmem?
26 Haziran 2022 Pazar
Şeytanın bulaşıkları
Rahmetli dedem tok sözlü bir adamdı. Muhatabı kim olursa olsun, sözünün ağırlığını tartmadan hesapsızca konuşurdu. Kimi cümleleri o kadar vurucuydu ki, bana söylediklerinin yanı sıra annemden işittiklerim de beni hâlâ etkilemeye devam ediyor. Örneğin, dedem mutfak tezgahında bulaşık yığılmasından nefret ederdi. Olur da akşam bulaşıklarını yıkamaya üşenip sabaha kadar bekletirse bir beniâdem, şeytan onları lağım çukuruna sokup çıkarırmış! Bunu annemden ilk duyduğumda tiksintiyle karışık ürpermiştim. Çünkü muhafazakâr bir ailede yetiştirilmiştim ve şeytanla ilgili o kadar ipe sapa gelmez menkıbelerle dolmuştu ki zihnim… Ürpermeyip neyleyeyim...
Oysa şeytanın bu şeytani dünya düzeninde işi başından aşkınken, benim bulaşıklarımı -kendi meşrebince- paklamakla mı uğraşacak diye sormak aklıma gelmedi. Sormadığım günden bu yana, mutfak tezgahında yok denecek kadar az bulaşık bile olsa o bulaşıklarla saniyenin onda biri kadar kısa bir sürede bakışmamızın ardından dedem bana malûm cümleyi fısıldar. Sonuç: Tertemiz bir mutfak!
Dedem seneler önce vefat ettiği halde bana hâlâ fısıldamasındaki esrar nedir? Sözün gücü. Yani kendi halinde bir insanın kendi halinde mutfak tezgahını tabaklar ve bardaklar dolusu b.ka bulayan metaforudur. Zaten dedem konuşurken sıklıkla metafor kullanırdı ve biraz da bu nedenle sözlerinin üzerimizde bir kırbaç gibi şakladığına inanıyorum.
Doktora eğitiminde beni en çok zorlayan "Kuramsal Dilbilim" dersinde metafor kuramını öğrendiğimden bu yana metafora bakışım değişti diyebilirim. Metafor, benzetme amaçlı mecaz diye tanımlanıyor genellikle ve edebiyat derslerinde söz sanatı olarak kabul ediliyor. Oysa metafor kuramını ortaya atan Lakoff (leykof diye okunuyor), bilişsel dilbilim penceresinden buna itiraz ediyor. Diyor ki üstat:
- Metafor, benzerliğe dayanmayabilir.
- Sıradan insanlar çabalamaksızın metaforları anlayabilir ve üretebilir.
- Birçok metafor evrenseldir; evrensel olmayanlar da mensubu olduğumuz toplumu anlamak için bize malzeme sunar.
Özetle Lakoff, metaforun hayatın ta kendisi olduğunu söylüyor.
Lakoff’un kuramı ışığında metaforlar üzerine çalışırken Duman grubunun bir şarkısı gelmişti aklıma:
Ölüm gibi bir şey oldu ama kimse ölmedi.
Şu, ölüm gibi bir şey olup da kimsenin ölmediği durum sanki metaforun tanımı gibi. Örneğin, "fırtınalı aşk" dediğinizde o aşka düşenler durduk yerde havaya savrulmuyorlar veya sağanak yağışta ıslanmıyorlar. Ama bir fırtınada yaşanabilecek tüm yoğun duyguları içeriyor fırtına metaforu. Ve okuma yazma bilmeyen bir insan da, bir akademisyen de aynı şeyi anlıyor. Çünkü metaforlar aynı zamanda beynin nöral eşleme yasasının ürünüdür. Beyin herkeste aynı beyin olduğuna göre diploma burada fark yaratmıyor.
O halde nedir beynin nöral eşleme yasası? Yine Lakoff'un bir örneğinden yola çıkalım. Yeni birisiyle tanıştınız. Adı Selim olsun. Kısa bir sohbetin ardından zihninizde Selim'le ilgili şöyle bir kanı oluştu: "Ne kadar sıcakkanlı bir insan!" Selim'i neden sıcakkanlı olarak tanımladınız? Konuşurken size gülümsedi, tatlı bir ses tonuyla konuştu, aranızda belli ortak noktalar yakaladınız, ayrılırken iletişimi koparmak istemediğini beyan etti, v.s. Yaşadığınız bu deneyimler, sizi bilinçaltınızın "sevgi sıcaktır" kodlamasına götürdü. Çünkü bebekliğinizde size bakım verenin sizi kucağına ilk aldığında hissettiğiniz tensel sıcaklık, beyninizin sıcaklığı sevgiyle eşlemesine yol açtı. Ve size her sarılındığında vücudunuz ısındı. Fiziksel deneyim nöral bağlantıları kurdu, deneyim sıklaştıkça o bağlantıları sağlamlaştırdı ve artık beyin için sevgi = sıcaklık. Şimdi size birisi sarılmadan bile o sıcaklığı nöral bağlantılarla hissetmeniz mümkün.
Bu durumda, sevecen bir insanı tanımlarken kullanılan "sıcak" veya "sıcakkanlı" kelimesi dile rastgele yerleşmiştir demek mümkün mü? Ya da yukarıdaki senaryoda Selim'i sıcak olarak niteleyen siz, söz sanatı mı yaptınız? Bırakın söz sanatını, Selim'i zihninizin süzgecinden geçirip "sıcak" kategorisine yerleştirirken bilinçli bile değildiniz! Ve bunu günde sayısız defa yapıyorsunuz. Sadece insanları tanımlarken değil; zaman kavramı, sebep-sonuç ilişkisi, yaşadığınız olaylar, hissettiğiniz duygular... hepsi metaforlarla ete kemiğe bürünüyor. Yalnızca Türkçede değil, pek çok dilde.
Metaforları benim için ayrıca özel kılan, ağzımızdan çıktığında yarattığı etkinin hem zihnimizde hem bedenimizde, hatta başka zihin ve bedenlerde yankı bulmasıdır. Tarih boyunca siyasetçilerin milyonlarca insanı ölüme sürükleyişindeki etkiden tutun, reklamlarda sarf edilen sözlerin yığınları tüketime itmesine... Kendimize gün içinde tekrar ettiğimiz yıkıcı cümlelerin bedenimizde yarattığı tahribata ve hastalıklara kadar...
Yıllar önce izlediğim Il Postino filmi, Şilili şair Pablo Neruda'nın sürgündeyken tanıştığı bir postacının öyküsünü anlatır. Postacı, Neruda'nın mektuplarını taşırken onunla dost olur ve âşık olduğu kızı etkilemek için Neruda'dan ve şiirlerinden yardım alır. Postacı sonunda amacına ulaşır; ki ulaşmasa şaşardım! Ama onu bekleyen tatsız bir sürpriz vardır: Öfkeden deliye dönmüş bir kaynana! Filmin en sevdiğim repliği işte burada geliyor. Postacıyı şikayet etmek için Neruda'ya giden kaynana şu cümleyi haykırır: "Kızımı metaforlarıyla kandırdı!" Kızının kanası varmış be teyzem, metaforun suçu ne? Tek başına aşk kelimesi bile içini ısıtmaya yetmiştir onun! (Lakoff'u hatırlayın: sevgi = sıcaklık)
Ama günün birinde adamın biri size babanızın şarap çanağından konu açarsa Lakoff meykoff demeden koşarak oradan uzaklaşın. Zira şaraptan olmasa da, öfkeden sarhoş birinin gazabına uğramanız an meselesidir. (Yine de kaçarken aklınıza Lakoff gelirse diye ondan alıntı yapayım: tartışma = savaş)
5 Haziran 2022 Pazar
Kıyma Operasyonu (Operasyon Mincemeat)
Operasyon Mincemeat'i izledim. Mincemeat İngilizcede kıyma demek. Neden "Kıyma Operasyonu" olarak Türkçeye çevrilmemiş, anlamış değilim. Bence bu ismiyle daha fazla merak uyandırabilirdi. Her neyse...
Kıyma konusuna geçmezden önce filmin bana Gogol'ün "Ölü Canlar" romanını hatırlattığını belirtmek isterim. Gogol romanında Çiçikov adlı bir üçkağıtçının toprak sahipleriyle iş çevirip ölü köylüler üzerinden nasıl para kazandığını anlatır. Çiçikov ülkeyi gezerek ölenlerin ölüm belgelerini satın alır, kendini mülk sahibi gibi gösterir ve olaylar gelişir.
Çiçikov'un kendisine para kazandıran ölü canları gibi Kıyma Operasyonu'nda da bir ölü can üzerinden savaş kazanmaya yönelik kandırmaca planı devreye girer. İkinci Dünya Savaşı'nda İngilizler Sicilya'ya çıkarma yapmadan önce Nazilerde Yunanistan'a çıkarma yapacakları yanılgısını yaratmak için Winston Churchill'in de onayını aldıkları akıl almaz bir plan hazırlarlar. Planı yürütmekle görevlendirilen ekip morgdan bir kimsesizin cesedini seçer. Ekip, cesede bir askeri kimlik yaratmak ve kavuşulmamış bir sevgilinin mektup ve fotoğrafının bile dahil olduğu bir öykü uydurmakla işe başlar. Ve bu kahraman asker, Yunanistan çıkarmasının "çok gizli" belgelerini üzerinde taşırken boğulacak -yani suya bırakılacak- ve cesedi İspanyol kıyılarına vurduktan sonra Nazi casuslarının eline geçmesi beklenecektir. Ekip, bu sahte kahramanla ilgili her ayrıntıyı düşünür: Ceset karşı tarafın eline geçtikten sonra adli tıp doktorlarına suda boğulma vakası izlenimini vermek için cesedin üzerinde birtakım tıbbi işlemler yapmaya varıncaya dek! Filmin sonuna dek seyircinin yakasını bırakmayan gerilimden sonra plan başarıya ulaşır. Churchill'in ekibe gönderdiği telgrafta yazdığı gibi: "Kıyma'yı yuttular. Son lokmasına kadar!"
Filmin kurgusu, yaşanmış olaylar üzerine yapılandırıldığı için eninde sonunda İngilizlerin kazanacağını kestirebiliyorsunuz: "Taam taam, yine siz kazandınız!" Peki sonunu bildiği halde neden bir filmi ısrarla izler ki insan? Olay örgüsü öylesine içine katıp sürükler ki sizi, sonu değil; sondan önceki olaylar merakınızı gıdıklar. Tıpkı öleceğinizi bildiğiniz halde yaşamaya devam etmeniz gibi... Bundan birkaç yıl önce yine bir İngiliz propagandasının yapıldığı "Dunkirk" filmini izledikten sonra da aynı hislere kapılmıştım. Askerlerini savaş sırasında bir yerden başka bir yere nasıl kaçırdıklarını şanlı kahramanlık destanı olarak seyirciye yutturmayı başarmıştı filmi yapanlar. Onların ifadesiyle kaçış değil; "tahliye" tabii!
Gogol'ün romanındaki ölüler soyut bir isim listesinden ibaret iken Kıyma filminde etiyle buduyla bir ceset, kahramanlar arasında yerini alıyor. Baktığınızda ikisi de muhteşem sahtekarlık örneği. Ama Kıyma filminde bunun "Büyük Britanya'nın âli menfaatleri" uğruna yapıldığı ve savaşın seyrini nasıl değiştirdiği ballandırılarak anlatılıyor. Haksız da sayılmazlar hani. "İngiliz siyaseti" diye Türkçeye yerleşmiş bir deyim vardır. TDK sözlükte "Bir işi soğukkanlılık ve kurnazlıkla yapma veya yaptırma" olarak tanımlanıyor. Alın size iki saatlik filmin birkaç kelimelik özeti.
Şimdilerde ise İngiliz siyasetinin yerini "Amarigan oyunu" aldı. Bilen bilmeyen herkes "büyük resmin" peşinde! İster İngiliz, ister Amariga olsun, komplo teorileri bir yana, yalnızca şu iki film bile -Operasyon Mincemeat ve Dunkirk- bize onlarla ilgili ne anlamlı veriler sunuyor. Tarihlerinde irili ufaklı başarı kabul edilebilecek hiçbir ayrıntıyı es geçmeyerek her vesileyle dünyaya ne kadar zeki, güçlü ve muzaffer olduklarını hatırlatıyorlar. Ve bunu müthiş bir tutkuyla yapıyorlar. Sanki biz İngilizmişiz gibi oh çekiyoruz filmin sonunda. Ya biz ne yapıyoruz? Okullardaki tarih derslerimiz ne halde? Hangi eller ve zihniyetler dolduruyor tarih ders kitaplarının satırlarını? Dünyanın en köklü medeniyetlerini kurmuş Türk devletlerinin ve önderlerinin dünyanın her yerindeki seyircinin tüylerini diken diken edebilecek filmleri ve belgeselleri nerede? O "kurnaz ve soğukkanlı" İngiliz siyasetinin işgalci gemilerine bakıp "Geldikleri gibi giderler!" diyen güven dolu sesi yeniden yankılandıracak yönetmen kim?
24 Mayıs 2022 Salı
Seninle Başlamadı veya Güneşin altında yeni bir şey yok
"İnsan en çok vakit geçirdiği 5 kişinin ortalamasıdır" sözünü duymuşsunuzdur. Ya hiç vakit geçirmediğimiz kişiler, hatta yüzünü dahi görmediğimiz ölüler de ortalamaya dahilse?
Mark Wolynn'in yazdığı "Seninle Başlamadı" bu olasılığı merkezine alan bir psikolojik kitap. Yazar Wolynn aynı zamanda bir terapist ve insanların yaşadığı psikolojik sorunların önemli bir bölümünün "kalıtsal aile travmaları"ndan kaynaklandığına işaret ediyor. Burada "kalıtsal" sözcüğü üzerinde bir kez daha düşünmenizi isterim; zira travma yalnızca kendi yaşadıklarımızdan ibaret değil. Atalarımızdan birilerinin yaşadığı travmanın onlarda bıraktığı tortular genetik miras olarak bize aktarılıyor. Yani bizden çok önce yaşamış ve dünyadan göçmüş bir akrabamızın yaşadığı travmanın hislerini, o olayı bugün yaşamışcasına hissetmemiz mümkün. Hatta daha da ilginci, o akrabamız olay anında hangi yaştaysa bizim de o yaşta aynı hislerle dolmamız rastlantı değil.
Pek çoğumuz; insanların maddi durumu, dış görünüşü, toplumsal konumu, mesleği gibi dışarıdan gözlemlenebilen olgularla onların yaşamını kestirebildiğimiz yanılgısına düşeriz. Örneğin, varlıklı ailelerin daima huzurlu olduğu düşünülür. Milyonların hayran hayran gözünü diktiği şöhretlerin bunalıma girmesi, hatta intihar etmesi garipsenir çoğu zaman. Zengin, başarılı ve ünlülere sanki "rahat batıyor"dur! Oysa rahat batıyor dediğimiz o insanlara belki de genleri batıyordur, ne dersiniz?
Yazarın Jung'tan alıntıladığı üzere: "Bilinçli olmayan ne varsa kader olarak deneyimlenecektir". Bu noktada, bilinç dışını / bilinçaltını yalnızca bastırılan dürtüler ve kemikleşmiş alışkanlıklara hapsetmek Jung'un bahsettiği kaderi anlamlandırmamızı zorlayabilir. Bilinçaltımızın tohumları biz doğmadan atılır. Annemizin hamile kalmadan önceki yaşadıklarından geriye giderek onun annesi, anneannesi ve diğer atalarının yaşadıkları ile babamızın kendi yaşadığı ve atalarının yaşadıklarının bilgisi bizde birleşir ve kaderimizi tayin edebilir. Yetmezmiş gibi, atalarımız aile dışında birilerinin canına, malına, ırzına veya hakkına kastettiğinde, o kişiler de bizim sistemimize dahil olabilir ve bizi etkileyebilir. Hele göçlerin, savaşların ve çatışmaların sık olduğu coğrafyamızı düşünürsek... Anlayacağınız, bu dünyada kimseye rahat yok! Ve muhtemelen Tanrı, yüzyıllardır aynı şeylerin zincirleme süregeldiğini izledikçe eminim yukarıda çok sıkılıyordur. Zaten İncil'de adeta bunu özetleyen cümleler yok mudur: "Önce ne olduysa yine olacak / Önce ne yapıldıysa yine yapılacak / Güneşin altında yeni bir şey yok / Var mı kimsenin "Bak bu yeni!" diyebileceği bir şey" (Ecclesiastes/1).
Her ne kadar güneşin altında aynı kaderler birbirine devredilip duruyor gibi görünse de, yazar bu kısır döngüyü kırmanın mümkün olduğunu öğretiyor. Buna ilişkin yapabileceğiniz alıştırmalar var. Yaşadığınız psikolojik sorunun kökenine ilişkin sorular, sorunla ilgili sizin kurduğunuz cümleler, ebeveynlerinize yönelik kullandığınız sıfatların deşifre edilmesi, aile ağacının çizilmesi gibi sorunun tespitine ilişkin alıştırmalara ek olarak mektup yazmak, yatağın üzerine fotoğraf koymak gibi iyileştirici uygulamalar da öneriliyor.
Bana göre kitabın tek açmazı, ailevi bilgilere ulaşılamazsa ne olacağı sorusuna net bir yanıt verilmemesi. Psikolojik sorunlar yaşayan bir kişi kimsesizse ya da ebeveynleri geçmişi hatırlamıyorsa veya saklıyorsa yahut savaş, katliam, doğal afet gibi olağanüstü durumlarda bilgiler yok olduysa… Yazar sanki bu soruyu boş bırakmış. (Bu tür zihinsel kazı çalışmalarında çeşitli bilinçaltı uygulamalar etkili olabilir ama bundan konu açılmamış)
Özetle, travmadan kaçış yok. Ancak acı, bizimle başlamadı. Bizden öncekilerin acılarını yüklenmiş olsak bile bizden sonrakilere aynı acıları aktarmamak mümkün. Biz iyileşirsek salt kendimizi değil, çocuklarımız ve torunlarımızı da iyileştirmiş oluruz. Ayrıca yazarın belirttiği gibi "...kalıtsal olarak devraldığımız veya doğrudan deneyimlediğimiz travmalar yalnızca sıkıntı mirasını oluşturmaz, aynı zamanda gelecek nesillerle paylaşılabilecek güç ve dayanıklılık mirası yaratır."
*Seninle Başlamadı - Mark Wolynn - Sola Unitas Yayınları
28 Ocak 2022 Cuma
Bit pazarına nur yağarken
Her fâni gibi babam da öldükten sonra eşyalarının pek çoğu çıkarıldı, incelendi, dağıtılacaklar ve elde tutulacaklar ayrıldı. Kendime ayırdıklarım arasında kitaplar, birkaç kaset, kasetçalar ve babamın diyabet günlüğü var. Babam öldüğünde onlar bana yalnızca babamın sesini duyururdu. Şimdi ise onlara baktığımda kendime bakıyormuşum gibi hissediyorum. Neden mi?
Önce kitaplardan başlamalıyım. Babamın düzenli bir okur olduğunu söyleyebilirim. Bizde bulunan kitaplar kadar bulunmayanları da hesaba katarsak epey okuduğu âşikâr. Okuduğu çoğu kitabın ön sayfasının sağ üst köşesine isim-tarih-yer yazmış. Fakat bazı kitapların o köşeleri yırtılmış. 12 Eylül döneminin getirdiği bir alışkanlık olsa gerek. Maksat, kitaplar ele geçerse isim ifşa olmasın. O faşizm karanlığında kim ister ki Lenin'in kitabında isminin görünmesini, bile bile lâdes demeyi?
Okuduğu kitaplarda pek çok satırın altını çizmiş, seyrek de olsa notlar almış babam. Disiplinli bir okurdu. Yıllar sonra pankreas kanseri olduğunda ve tedavi gördüğü hastaneden diyabet günlüğü verdiklerinde aynı şaşmaz disiplinle, o deftere günü gününe, saati saatine yaptığı kan şekeri ölçümlerinin sonuçlarını yazardı:
Ben de yıllarca az koşturmadım hastane koridorlarında. Kimi zaman babam da eşlik ederdi bana. Ses rahatsızlığım dolayısıyla başvurmadığım hekim, konuşma terapisti, psikolog kalmamıştı. Babam gibi üzerime düşenleri fazlasıyla yapıyordum. Her defasında yeni bir yol açıldı diye sevinerek, o umuda tutunarak, ama en sonunda hüzünlenerek. Zira hiçbir tedavi ve terapi bana eski sesimi kalıcı bir şekilde geri getirmemişti. Artık koşturmayı bıraktım. Koşturmaktan kendimle barışmaya fırsatım olmamıştı, onu başarırım belki. Sesimi; çalına çalına, ileri-geri sarıla sarıla yıpranmış kasetlerdeki seslere benzetiyorum: titrek ve cızırtılı. Eskiden nefret ediyordum bu sesten; ancak bundan sonra Sevgi'nin alametifarikası olarak ilan ediyorum sesimi. O denli ayırt edici ki, duyan Sevgi geliyor desin! Duyunca kaçacak bir delik bulup saklanır mı, onu bilemem.
Kaset demişken... Babamdan bana kalan bir de kasetçalar vardı sahi. Kemal Sunal’ın başrol oynadığı Tokatçı filminde uyuşturucu tüccarı Karbonat Erol'u polis baskını var diye kandırdıkları sahnedeki kasetçaların aynısı: