Rahmetli dedem tok sözlü bir adamdı. Muhatabı kim olursa olsun, sözünün ağırlığını tartmadan hesapsızca konuşurdu. Kimi cümleleri o kadar vurucuydu ki, bana söylediklerinin yanı sıra annemden işittiklerim de beni hâlâ etkilemeye devam ediyor. Örneğin, dedem mutfak tezgahında bulaşık yığılmasından nefret ederdi. Olur da akşam bulaşıklarını yıkamaya üşenip sabaha kadar bekletirse bir beniâdem, şeytan onları lağım çukuruna sokup çıkarırmış! Bunu annemden ilk duyduğumda tiksintiyle karışık ürpermiştim. Çünkü muhafazakâr bir ailede yetiştirilmiştim ve şeytanla ilgili o kadar ipe sapa gelmez menkıbelerle dolmuştu ki zihnim… Ürpermeyip neyleyeyim...
Oysa şeytanın bu şeytani dünya düzeninde işi başından aşkınken, benim bulaşıklarımı -kendi meşrebince- paklamakla mı uğraşacak diye sormak aklıma gelmedi. Sormadığım günden bu yana, mutfak tezgahında yok denecek kadar az bulaşık bile olsa o bulaşıklarla saniyenin onda biri kadar kısa bir sürede bakışmamızın ardından dedem bana malûm cümleyi fısıldar. Sonuç: Tertemiz bir mutfak!
Dedem seneler önce vefat ettiği halde bana hâlâ fısıldamasındaki esrar nedir? Sözün gücü. Yani kendi halinde bir insanın kendi halinde mutfak tezgahını tabaklar ve bardaklar dolusu b.ka bulayan metaforudur. Zaten dedem konuşurken sıklıkla metafor kullanırdı ve biraz da bu nedenle sözlerinin üzerimizde bir kırbaç gibi şakladığına inanıyorum.
Doktora eğitiminde beni en çok zorlayan "Kuramsal Dilbilim" dersinde metafor kuramını öğrendiğimden bu yana metafora bakışım değişti diyebilirim. Metafor, benzetme amaçlı mecaz diye tanımlanıyor genellikle ve edebiyat derslerinde söz sanatı olarak kabul ediliyor. Oysa metafor kuramını ortaya atan Lakoff (leykof diye okunuyor), bilişsel dilbilim penceresinden buna itiraz ediyor. Diyor ki üstat:
- Metafor, benzerliğe dayanmayabilir.
- Sıradan insanlar çabalamaksızın metaforları anlayabilir ve üretebilir.
- Birçok metafor evrenseldir; evrensel olmayanlar da mensubu olduğumuz toplumu anlamak için bize malzeme sunar.
Özetle Lakoff, metaforun hayatın ta kendisi olduğunu söylüyor.
Lakoff’un kuramı ışığında metaforlar üzerine çalışırken Duman grubunun bir şarkısı gelmişti aklıma:
Ölüm gibi bir şey oldu ama kimse ölmedi.
Şu, ölüm gibi bir şey olup da kimsenin ölmediği durum sanki metaforun tanımı gibi. Örneğin, "fırtınalı aşk" dediğinizde o aşka düşenler durduk yerde havaya savrulmuyorlar veya sağanak yağışta ıslanmıyorlar. Ama bir fırtınada yaşanabilecek tüm yoğun duyguları içeriyor fırtına metaforu. Ve okuma yazma bilmeyen bir insan da, bir akademisyen de aynı şeyi anlıyor. Çünkü metaforlar aynı zamanda beynin nöral eşleme yasasının ürünüdür. Beyin herkeste aynı beyin olduğuna göre diploma burada fark yaratmıyor.
O halde nedir beynin nöral eşleme yasası? Yine Lakoff'un bir örneğinden yola çıkalım. Yeni birisiyle tanıştınız. Adı Selim olsun. Kısa bir sohbetin ardından zihninizde Selim'le ilgili şöyle bir kanı oluştu: "Ne kadar sıcakkanlı bir insan!" Selim'i neden sıcakkanlı olarak tanımladınız? Konuşurken size gülümsedi, tatlı bir ses tonuyla konuştu, aranızda belli ortak noktalar yakaladınız, ayrılırken iletişimi koparmak istemediğini beyan etti, v.s. Yaşadığınız bu deneyimler, sizi bilinçaltınızın "sevgi sıcaktır" kodlamasına götürdü. Çünkü bebekliğinizde size bakım verenin sizi kucağına ilk aldığında hissettiğiniz tensel sıcaklık, beyninizin sıcaklığı sevgiyle eşlemesine yol açtı. Ve size her sarılındığında vücudunuz ısındı. Fiziksel deneyim nöral bağlantıları kurdu, deneyim sıklaştıkça o bağlantıları sağlamlaştırdı ve artık beyin için sevgi = sıcaklık. Şimdi size birisi sarılmadan bile o sıcaklığı nöral bağlantılarla hissetmeniz mümkün.
Bu durumda, sevecen bir insanı tanımlarken kullanılan "sıcak" veya "sıcakkanlı" kelimesi dile rastgele yerleşmiştir demek mümkün mü? Ya da yukarıdaki senaryoda Selim'i sıcak olarak niteleyen siz, söz sanatı mı yaptınız? Bırakın söz sanatını, Selim'i zihninizin süzgecinden geçirip "sıcak" kategorisine yerleştirirken bilinçli bile değildiniz! Ve bunu günde sayısız defa yapıyorsunuz. Sadece insanları tanımlarken değil; zaman kavramı, sebep-sonuç ilişkisi, yaşadığınız olaylar, hissettiğiniz duygular... hepsi metaforlarla ete kemiğe bürünüyor. Yalnızca Türkçede değil, pek çok dilde.
Metaforları benim için ayrıca özel kılan, ağzımızdan çıktığında yarattığı etkinin hem zihnimizde hem bedenimizde, hatta başka zihin ve bedenlerde yankı bulmasıdır. Tarih boyunca siyasetçilerin milyonlarca insanı ölüme sürükleyişindeki etkiden tutun, reklamlarda sarf edilen sözlerin yığınları tüketime itmesine... Kendimize gün içinde tekrar ettiğimiz yıkıcı cümlelerin bedenimizde yarattığı tahribata ve hastalıklara kadar...
Yıllar önce izlediğim Il Postino filmi, Şilili şair Pablo Neruda'nın sürgündeyken tanıştığı bir postacının öyküsünü anlatır. Postacı, Neruda'nın mektuplarını taşırken onunla dost olur ve âşık olduğu kızı etkilemek için Neruda'dan ve şiirlerinden yardım alır. Postacı sonunda amacına ulaşır; ki ulaşmasa şaşardım! Ama onu bekleyen tatsız bir sürpriz vardır: Öfkeden deliye dönmüş bir kaynana! Filmin en sevdiğim repliği işte burada geliyor. Postacıyı şikayet etmek için Neruda'ya giden kaynana şu cümleyi haykırır: "Kızımı metaforlarıyla kandırdı!" Kızının kanası varmış be teyzem, metaforun suçu ne? Tek başına aşk kelimesi bile içini ısıtmaya yetmiştir onun! (Lakoff'u hatırlayın: sevgi = sıcaklık)
Ama günün birinde adamın biri size babanızın şarap çanağından konu açarsa Lakoff meykoff demeden koşarak oradan uzaklaşın. Zira şaraptan olmasa da, öfkeden sarhoş birinin gazabına uğramanız an meselesidir. (Yine de kaçarken aklınıza Lakoff gelirse diye ondan alıntı yapayım: tartışma = savaş)
Harika bir yazı olmuş, tebrik ederim 👏💐🎉 Sayende metafora bakış açım genişledi, yine bir şeyler kattın vizyonuma🙏❤️ kalemine sağlık
YanıtlaSil