Başlıktaki soru, bugüne değin defalarca yankılandı sınıflarımda. Öğrencilerim bu soruya benden gelebilecek olumlu yanıtla işledikleri suçlarına bir ortak daha bularak kendilerini hınzırca rahatlatacaklardı. Ya ben ne dedim onlara?
Öğretmenliğimin ilk yıllarında biraz doğrucu Davutluğumdan, biraz da onlara yakın görünme hevesiyle yüreklice (!) söylüyordum: “Evet, ben de çektim!” diye. Şimdi aynı pervasızlığı sergiler miydim? Sanırım hayır. Peki şimdiki aklım olsa yine kopya çeker miydim? Bu soruyu yanıtlamadan önce başka derinliklere dalmak istiyorum.
Yıllar yılı hep düşündüm; biz neden kopya çekiyoruz ve bununla övünüyoruz diye? Hırsızlık bize çok kötü ve ahlaksızca bir eylem olarak öğretildiği halde, hırsızlığın başka bir biçimi olan kopya çekmek neden öğrenciliğin şanından sayıldı?
Doktora tezime başlamam için yeterlik sınavının yazılı ve sözlü olmak üzere iki aşamasını geçmem gerekiyordu. Beni yazılı sınava alacakları zaman bir odaya buyur ettiler ve sonra kapıyı kapatıp gittiler. İlkin “Herhalde işleri çıktı, biraz sonra gelirler” diye düşündüm. Ancak vakit geçtikçe odadaki yalnızlığım bana tuhaf gelmeye başladı. Başıma bir gözetmen dikmeyişlerine inanamadığım için duvarlarda kamera aramaya başladım. Hayret! Kamera da yoktu! Gerçi şimdiki gibi internete rahatlıkla bağlanabileceğiniz akıllı telefonlar o yıllarda piyasayı işgal etmemişti. Olsaydı gözetmen oturturlar mıydı o odada; bilemiyorum.
Bu şaşkınlığıma sonradan kendim de şaştım. Doktor ünvanını alacak, yani “Şu konuda ben artık uzmanlaştım” deme yetkisine haiz olacak birisi kopyaya tenezzül etse nasıl uzmanlaşacak? Gelgelelim, yerleşik düşünce ve duygu kalıpları mantık sınırlarını aşıyor. İlkokuldan üniversiteye kadar her sınavda “potansiyel sahtekar” muamelesi gördükten sonra duvarlarda kamera da ararsınız, başınızda bekçi de!
Kendim gözetmen olduğum sınavlarda da aynı huzursuz edici duyguyla baş başa kalırım. Öğrencilerin başında dikilerek, onlardan dakikalarca gözümü ayırmayarak aslında hiç tanımadığım o çocuklara verdiğim mesaj şöyledir: “Sizi kendi halinize bırakmaya gelmez; çünkü hepiniz hırsız adayısınız!”
Bir toplum için utanç verici olan bu durum, eğitim psikolojisi açısından düşünüldüğünde de tam bir facia! Demek ki dürüstlük ve alın teri gibi erdemler, yetişmiş ve yeni yetişen kuşakların hiçbirinin yaşam biçimine dönüşmemiş. Turgut Özal’ın yakın tarihe kara bir leke gibi düşen ama ne yazık ki toplumsal bir hakikati dile getiren “Benim memurum işini bilir” sözü yalnızca memurlar için değil; yediden yetmişe herkes için geçerliymiş.
Okullar, gelişmiş ülkelerin standartları haline gelmiş değer yargılarını öğrencilere kazandıramıyorsa neyi öğretmekle övünür Allah aşkına? Ben size söyleyeyim: Yalanla, üçkağıtla, yağcılıkla, köprüyü geçene kadar ayının sırtını sıvazlayarak dahi olsa yüksek notlar alırsan ve sana emek verenlerin böylelikle “yüzünü kara çıkarmazsan” gemisini kurtaran kaptansın! İşte bu kaptanlarla övünür eğitim ordusunun neferleri!
Yeri gelmişken bununla ilgili bir örnek vermek isterim. Birkaç yıl önce katıldığım bir kursta tanıştığım bir kursiyer, benden çocuğunun İngilizce dönem ödevinde yardımcı olmamı rica etti. Kabul ettim. Ben zannediyordum ki var olan bir ödevi gözden geçirip düzeltmeler yapacağım. Adam elime bir kâğıt tutuşturdu; meğer ödevi ben yapacakmışım! 2-3 sayfalıktı, yapılırdı yapılmasına da, itiraz etmeden duramadım: “Beyefendi bu ödev çocuğunuzun sorumluluğunda. Bırakın o öğrensin yazmayı, ben yalnızca gözden geçireyim.” Adam ne dese beğenirsiniz: “Hocam herkesin çocuğu 90-100 alırken benimki niye 60-70 alsın?”
Öğrenmek, gayret etmek, sorumluluk almak, bedel ödemek... Anlaşılan bu gibi erdemler geçer akçe değil yüksek notların okşadığı egoların dünyasında. Yıllar önce Yarım Elma diye bir komedi dizisindeki Medeni Karpuz adlı karakterin dizi boyunca söylediği bir replik geliyor aklıma: “Kıroyum emme para bende!” Bu sözün eğitimdeki karşılığı “Yalan söyledim, kopya çektim, hatta akademisyen olunca intihal bile yaptım; ama başarılı mıyım? Başarılıyım!” olabilir.
Gelelim yazımın başında kendime sorduğum ikinci sorumun yanıtına... “Şimdiki aklım olsa yine kopya çeker miydim?” Ben eğitim hayatım boyunca yalnızca bir kez kopya çektim. Lisede matematiğim çok kötü olduğu için -ki hâlâ kötüdür- arkadaşımın kâğıdına bakmıştım not ortalamam düşüp de üniversiteyi kazanmayı tehlikeye atmayayım diye. Şimdiki aklım olsa bile, bu satırları yazan ben, maalesef yine arkadaşımın kâğıdına bakardım. Çünkü maksadımız öğrenmek değil ki; kazanmak. Üniversiteyi “kazanmak”tan bahsediyoruz baksanıza...