19 Kasım 2020 Perşembe

Hocam siz hiç mi kopya çekmediniz?

Başlıktaki soru, bugüne değin defalarca yankılandı sınıflarımda. Öğrencilerim bu soruya benden gelebilecek olumlu yanıtla işledikleri suçlarına bir ortak daha bularak kendilerini hınzırca rahatlatacaklardı. Ya ben ne dedim onlara?

Öğretmenliğimin ilk yıllarında biraz doğrucu Davutluğumdan, biraz da onlara yakın görünme hevesiyle yüreklice (!) söylüyordum: “Evet, ben de çektim!” diye. Şimdi aynı pervasızlığı sergiler miydim? Sanırım hayır. Peki şimdiki aklım olsa yine kopya çeker miydim? Bu soruyu yanıtlamadan önce başka derinliklere dalmak istiyorum.

Yıllar yılı hep düşündüm; biz neden kopya çekiyoruz ve bununla övünüyoruz diye? Hırsızlık bize çok kötü ve ahlaksızca bir eylem olarak öğretildiği halde, hırsızlığın başka bir biçimi olan kopya çekmek neden öğrenciliğin şanından sayıldı?

Doktora tezime başlamam için yeterlik sınavının yazılı ve sözlü olmak üzere iki aşamasını geçmem gerekiyordu. Beni yazılı sınava alacakları zaman bir odaya buyur ettiler ve sonra kapıyı kapatıp gittiler. İlkin “Herhalde işleri çıktı, biraz sonra gelirler” diye düşündüm. Ancak vakit geçtikçe odadaki yalnızlığım bana tuhaf gelmeye başladı. Başıma bir gözetmen dikmeyişlerine inanamadığım için duvarlarda kamera aramaya başladım. Hayret! Kamera da yoktu! Gerçi şimdiki gibi internete rahatlıkla bağlanabileceğiniz akıllı telefonlar o yıllarda piyasayı işgal etmemişti. Olsaydı gözetmen oturturlar mıydı o odada; bilemiyorum.

Bu şaşkınlığıma sonradan kendim de şaştım. Doktor ünvanını alacak, yani “Şu konuda ben artık uzmanlaştım” deme yetkisine haiz olacak birisi kopyaya tenezzül etse nasıl uzmanlaşacak? Gelgelelim, yerleşik düşünce ve duygu kalıpları mantık sınırlarını aşıyor. İlkokuldan üniversiteye kadar her sınavda “potansiyel sahtekar” muamelesi gördükten sonra duvarlarda kamera da ararsınız, başınızda bekçi de!

Kendim gözetmen olduğum sınavlarda da aynı huzursuz edici duyguyla baş başa kalırım. Öğrencilerin başında dikilerek, onlardan dakikalarca gözümü ayırmayarak aslında hiç tanımadığım o çocuklara verdiğim mesaj şöyledir: “Sizi kendi halinize bırakmaya gelmez; çünkü hepiniz hırsız adayısınız!”

Bir toplum için utanç verici olan bu durum, eğitim psikolojisi açısından düşünüldüğünde de tam bir facia! Demek ki dürüstlük ve alın teri gibi erdemler, yetişmiş ve yeni yetişen kuşakların hiçbirinin yaşam biçimine dönüşmemiş. Turgut Özal’ın yakın tarihe kara bir leke gibi düşen ama ne yazık ki toplumsal bir hakikati dile getiren “Benim memurum işini bilir” sözü yalnızca memurlar için değil; yediden yetmişe herkes için geçerliymiş. 

Okullar, gelişmiş ülkelerin standartları haline gelmiş değer yargılarını öğrencilere kazandıramıyorsa neyi öğretmekle övünür Allah aşkına? Ben size söyleyeyim: Yalanla, üçkağıtla, yağcılıkla, köprüyü geçene kadar ayının sırtını sıvazlayarak dahi olsa yüksek notlar alırsan ve sana emek verenlerin böylelikle “yüzünü kara çıkarmazsan” gemisini kurtaran kaptansın! İşte bu kaptanlarla övünür eğitim ordusunun neferleri!

Yeri gelmişken bununla ilgili bir örnek vermek isterim. Birkaç yıl önce katıldığım bir kursta tanıştığım bir kursiyer, benden çocuğunun İngilizce dönem ödevinde yardımcı olmamı rica etti. Kabul ettim. Ben zannediyordum ki var olan bir ödevi gözden geçirip düzeltmeler yapacağım. Adam elime bir kâğıt tutuşturdu; meğer ödevi ben yapacakmışım! 2-3 sayfalıktı, yapılırdı yapılmasına da, itiraz etmeden duramadım: “Beyefendi bu ödev çocuğunuzun sorumluluğunda. Bırakın o öğrensin yazmayı, ben yalnızca gözden geçireyim.” Adam ne dese beğenirsiniz: “Hocam herkesin çocuğu 90-100 alırken benimki niye 60-70 alsın?”

Öğrenmek, gayret etmek, sorumluluk almak, bedel ödemek... Anlaşılan bu gibi erdemler geçer akçe değil yüksek notların okşadığı egoların dünyasında. Yıllar önce Yarım Elma diye bir komedi dizisindeki Medeni Karpuz adlı karakterin dizi boyunca söylediği bir replik geliyor aklıma: “Kıroyum emme para bende!” Bu sözün eğitimdeki karşılığı “Yalan söyledim, kopya çektim, hatta akademisyen olunca intihal bile yaptım;  ama başarılı mıyım? Başarılıyım!” olabilir. 

Gelelim yazımın başında kendime sorduğum ikinci sorumun yanıtına... “Şimdiki aklım olsa yine kopya çeker miydim?” Ben eğitim hayatım boyunca yalnızca bir kez kopya çektim. Lisede matematiğim çok kötü olduğu için -ki hâlâ kötüdür- arkadaşımın kâğıdına bakmıştım not ortalamam düşüp de üniversiteyi kazanmayı tehlikeye atmayayım diye. Şimdiki aklım olsa bile, bu satırları yazan ben, maalesef yine arkadaşımın kâğıdına bakardım. Çünkü maksadımız öğrenmek değil ki; kazanmak. Üniversiteyi “kazanmak”tan bahsediyoruz baksanıza...

16 Eylül 2020 Çarşamba

Salgın günlerinde öykülerden şifa devşirmek

Dünyaya gelen her insanın bir hikayesi olduğu söylenir ya; ben daha çok başkalarının hikayelerine maruz kalarak ömrümüzün geçtiğini düşünmüşümdür. Kutsal kitaplardaki kıssalardan halk hikayelerine, mitolojiden film senaryolarına, masallardan biyografilere, fıkralardan anılara kadar genişleyen bir yelpazeden herkes kendi beğenisine göre hikayeler dinliyor, okuyor ve başkalarına anlatıyor. Aslında “hayat hikayesi” denen kavrama da, maruz kalınan hikayelerin zihnin katmanlarında iç içe geçerek kişinin kendi hayatında atacağı adımların yolunu hazırlamasıdır desek yanılmış olmayız. Anne-babalarımızdan,  aile büyüklerimizden, öğretmenlerimizden, arkadaşlarımızdan, politikacılardan, şehirlerarası bir yolculukta yanımıza oturan bir yolcudan dinlediğimiz öyküleri ve bunların bıraktığı yığınla olumlu ve olumsuz izleri düşünün. 

Benim için öyküleri vazgeçilmez kılan etkilerinden biri şifa dağıtmalarıdır. Öykülerdeki şifa binbir renge bürünür: Güldürerek, kötülerin cezalandırılmasıyla oh çektirerek, ibret aldırarak, dürtülerin boşaltımını sağlayarak, empati kurma alışkanlığını kazandırarak, vs. Yaşam yolculuğumun dönemeçlerinde öyküler, şifalı birer sığınak olmuştur hep. Son zamanlarda peş peşe okuduğum iki kitap da buraya not düşmeye değer. Özellikle yeniden gelebilecek bir karantina sürecinde can sıkıntısına da şifa bu iki kitabı aklınızın bir köşesinde tutun.

Decameron
1348 yılında Avrupa’daki büyük veba salgını, İtalyan yazar Boccaccio’yu “on günün kitabı” anlamına gelen Decameron adlı yapıtındaki 100 öyküyü yazmaya itiyor. Yedi kadın ve üç erkek salgından kaçıp cennet gibi bir doğada bir araya geliyor ve hafta sonları hariç on gün boyunca her öğleden sonra birbirlerine sırayla öyküler anlatıyorlar. Her günü içlerinden seçtikleri kral veya kraliçe yönetiyor. Öykü anlatımından sonra şarkılar, danslar ve tadına doyulmaz yemekler ve içkilerle gün tamamlanıyor. 

Boccaccio, önsözünde kitabıyla seven kadınların acılarını hafifletmeyi amaçladığını belirtiyor. Öyküler, genel itibariyle kadın-erkek ilişkileri üzerine hafifmeşrep havada ve yer yer erotik komedi hattında görünse de, sağlam toplumsal eleştirilerin gümbür gümbür gelişi duyuluyor. Çarpık ahlak anlayışı, din adamlarının  değişmez ikiyüzlülüğü, insanların mistik anlatılara olan gülünç derecede boş inançları da mutlaka yerden yere vuruluyor ve dostluk, cesaret, asalet, hazırcevaplılık gibi erdemler yüceltiliyor. 

Kadın-erkek ilişkileri demişken, Boccaccio’nun öykü anlatıcıları, bazı öykülerin sonunda ilginç bir temennide bulunuyorlar. Anlatılan öykünün sonunda kadın ve erkeğin birbirlerini cinsel anlamda mutlu ettiğinden bahsedildiyse, şöyle dualar etmekten kendilerini alamıyorlar: “Tanrı bize de böyle tatlar bağışlasın”, “Tanrı bu zevki bizden esirgemesin” gibi. Bir erkek, kadınını mutlu edemezse kadının onu aldatmasını da hak görüyor Boccaccio; “doğa yasaları” böyle emrettiği için. Örneğin bir öyküsünde yaşlı bir adamla evlendirilen genç bir kadının eşini aldatmasına ilişkin satırları okurken, Boccaccio’dan bir asır önce başka bir coğrafyada buna benzer bir hikaye anlatmış Sadi-i Şirazi’nin “Gülistan”daki dizeleri aklımda uçuşuvermişti:

Tatmin olmazsa kadın erkeğinden,
Çok gümbürtü çıkar onun evinden.
Kalkamazsa bastonuyla ihtiyar yerinden, 
Aleti nasıl dikilir acep yerinden?

Farklı ülkelerde farklı zamanlarda anlatılmış bu hikayeler, hep aynı hakikati işaret ediyor: İlişkilerde denge ve uyumun olması gerekliliği. Hem tensel, hem ruhsal anlamda bu eksik kalınca -özellikle kadın açısından- yollar hep aynı çıkmaz sokağa çıkıyor. Hem Boccaccio’da, hem Sadi’de kadının ilişkinin rotasını belirleyici olduğunu görüyoruz. Özellikle Boccaccio’nun onu eleştirenlere yanıt verdiği satırlarında biz kadınlara tatlı tatlı laf atışını burada alıntılamak isterim:



Boccaccio’nun yukarıdaki satırlarını o karşımdaymış da sesini duymuş gibi okudum diyebilirim. Okudum ve mest olmuş, mırıl mırıl bir kediye döndüm. (Bunda Oğlak Yayınları’ndan çıkmış kitabın çevirmeni Rekin Teksoy’un yetkin çevirisinin payı büyük. 900 sayfayı aşkın kitap kusursuz akıyor. Rekin Teksoy, tertemiz bir Türkçeyle okurunu karşılıyor ve her öykünün başında ilginç bilgiler içeren dipnotlardan mahrum bırakmıyor.) Zamanda bir yolculuk yapıp Boccaccio’yu karşıma alabilseydim teşekkür mahiyetinde ben de ona bizim toprakların hikayelerinden anlatırdım. Şöyle seslenirdim ona: Kadınların aziz dostu Giovanni Boccaccio! “Kalemin gücü, kullanmasını bilmeyenlerin sandıklarından çok daha fazladır” demişsin madem, gel de sana bizim ellerdeki kalem erbabının, söz ustalarının güçlü sesini duyurayım. Hep Floransa’da gezinecek değilsin ya!

*Decameron - Boccaccio - Oğlak Yayınları

Kurtlarla Koşan Kadınlar
Eğer öykü tohumsa, biz onun toprağıyız” diyor Kurtlarla Koşan Kadınlar’ın yazarı Clarissa Estés. Bir psikanalist ve terapist olarak kadim masalların semboller yoluyla kadınların bilinçaltına ektiği tohumların izini sürüyor ve birbirinden farklı topraklardaki masalların aslında dünyadaki tüm kadınların şifası olduğunu gösteriyor. Ve bu masallar aracılığıyla kadınların "vahşi" yönüne, yani yaratıcı gücüne sesleniyor Estés. Onları bir kurda benzeterek yapıyor bunu:

"Sağlıklı kadın tıpkı bir kurt gibidir. Sağlam, kunt, diri, hayat verici, konumunun bilincinde, yaratıcı, sadık ve göçebedir. Ancak vahşi doğadan ayrılmak kadının kişiliğinin zayıflamasına, bir hortlak ve hayalet halini almasına yol açar. Postu kolay deldiren, çelimsiz, sıçrayamayan, avlanamayan, doğuramayan, bir hayat yaratma yeteneğinden yoksun biri olmak için burada değiliz. Kadınların hayatı durağanlık içindeyken ya da can sıkıntısıyla dolu olduğunda, bu her zaman için Vahşi Kadın'ın ortaya çıkma zamanının geldiğini gösterir; ruhun yaratıcı işlevinin deltayı doldurmasının zamanıdır."

Adından da anlaşılacağı üzere, kitap boyunca kurtlar eşlik ediyor okura. Kurtların soluğunu ensenizde hissediyorsunuz. Satır aralarında kurtların yavrularını nasıl hayata hazırladığını, sürülerini nasıl organize ettiklerini, devinimlerini gözlerken, yazar kitabın her bölümünde başka bir masal anlatıyor. İşin asıl heyecan verici kısmı ise masal bitiminde başlıyor. Yazar her bir masalı karakterleri, olay örgüsü, sembolleri, ruhbilimsel ve toplumsal göndermeleri açısından didik didik ediyor. Masalları öyle bir süzgeçten geçiriyor ki, bundan sonra hiçbir masalı eskisi gibi okumayacağınıza kanaat getiriyorsunuz. Çocukluktan beri masalların işlevinin uyutmak olduğu zannedilirken bu kitapta uyandırmak olduğunu görüyorsunuz. Her kadının içindeki vahşi kurdu hatırlatan; seven, çalışan, üreten, yaratan, yılmayan, doğasıyla barışık kadını uyandıran bir kitap bu.

Psikanalize aşinaysanız, Jung'un adını işittiyseniz, kadınların bağımsızlaşması ve bireyleşmesi yolundaki konular ilginizi çekiyorsa doğru yerdesiniz. Her masal çözümlemesinde derin bir soluk alıp kendi hayatınıza bakmanın zamanıdır. Çıkacağınız yolculuklara yüreklendiren, yaralarınızı saran, dostça bir sesin şiirsel selamıdır her cümle. 

Sizin kurdunuz hangi masalsı alemde geziniyor?

*Kurtlarla Koşan Kadınlar: Vahşi Kadın Arketipine Dair Mit ve Öyküler - Clarissa Estés - Ayrıntı Yayınları

7 Temmuz 2020 Salı

Düğün davetiyesindeki iki kehanet

Düğün davetiyesi satılan dükkana el ele girdiler. Yaklaşan düğünleri için davetiye beğenmek üzere kendilerine uzatılan hacimli kataloglara göz atmaya başladılar. Gözlerinin önünden sayısız davetiye geçti ve hepsi gittikçe birbirine benzemeye başladı. En sonunda aradıklarını buldular. Dikey dikdörtgen şeklindeki krem rengi zarif davetiyenin tek süsü, üzerindeki bir istiridye figürü ve onun tam ortasına yapıştırılmış inciydi. Kadın, “İşte bu!” dedi. Adam da uygun buldu kadının seçimini. Kadına göre davetiyenin üstüne yapıştırılmış o basit inci tanesi hem sadeliği, hem paha biçilemezliği temsil ediyordu. Göz boyamayan, tantana yapmayan bir ışıltı... 

Davetiyenin davet bölümü de hoşlarına gitti kadının ve adamın. “Ömür boyu sürecek beraberliğimizin...” diye başlıyordu. Kadın bu cümleyi okurken zihni garip bir hisle duraksadı. Ömründe hiçbir konuda hiçbir zaman bu denli iddialı olmamış bir kadın için fazla kendinden emin bir cümle gibi geldi ona. Sonra bu düşünceyi, apar topar kovdu zihninden. Beyninin bir daha onu bu düşünceyle karşılaştırmayacağını umduğu karanlık bir köşesine bir böcek ölüsünü süpürür gibi iteledi onu. Böcek sırt üstü yatıyordu.

Gelin ve damadın yanı sıra dünürlerin ad ve soyadları, telefon numaraları ve adresleri dikkatle yazıldı, davetiye taslağı yazım yanlışı içermemesi için defalarca gözden geçirildi. Günler geçti. Davetiyeler basıldı, sevinçle dağıtıldı, düğün günü geldi, davetliler davete icabet ettiler. Ve incili davetiyelerle "ömür boyu süreceği"nin ilan edildiği evlilik başlamış oldu.

Aylar geçti. O ayların rüzgarla geçerken savurduğu etek, evlilikteki tozları kaldırırken bazen göz gözü görmez oldu. Kadın ferah nefes alamaz oldu. Ve kadın her nefes alamadığı anda, davetiyedeki ifadenin kendisinde çağrıştırdığı böceksi düşünceyi hatırladı. Mutlu olması "gereken" bir anda aklına bu düşüncenin geldiği için bir suçlunun telaşıyla zihninin karanlıklarına gönderdiği ve sırt üstü yattığı için ölü zannettiği o böcek. 

Bu arada böcek sırt üstü yatışından çoktan uyanmıştı. Ayaklarının üzerinde doğruldu, nereden geldiğini kadının kestiremediği bir kaynaktan beslendi, semirdi ve kadının zihninde bir o yana bir bu yana gezinerek yolunu bulmaya çalıştı. Çıkışı bulamıyordu, çıkamıyordu kafatasından dışarı. 

Yıllar içinde böcek büyümeye ve yolunu bulmaya uğraşadursun, kadın hamile kaldığını öğrendi. Öncesinde çocuk sahibi olmayı çok istediği halde hamile kalamamış; şimdi ise istemediği halde içinde bir yavru büyüyecekti. Bu inanılması güç ironiyi, üzüntü ve tereddüt içinde geçen hayatının getirdiği bir mutluluk vesilesi olarak kabul etti. Çocukları seviyordu; kendi çocuğunu da fazlasıyla sevecekti.

Çocuğun cinsiyetinin kız olduğunu öğrenir öğrenmez isim arayışına girdiler. Aklında birkaç isim olmasına karşın, bir isim mıh gibi aklına çakılıydı: İnci. İsimler yelpazesinden kadının İnci'yi seçmesinin kendince pek çok nedeni vardı. Öncelikle sesletimi zarifti, kulağı okşuyordu. Üstelik herkesin aşina olduğu bir isimdi. Modern zamanların kimi çocuk isimleri gibi söylemesi ve anlaması zor isimlerden değildi. Yediden yetmişe herkesin rahatlıkla aklında tutabileceği türdendi. Edebiyatta da yeri vardı. Sezai Karakoç'un “İnci Dakikaları” şiirini çok seven kadın, "Kızımın daha doğmadan şiiri yazılmış!" diye sevindi. Ayrıca istiridyenin içindeki incinin oluşumunu bir bebeğin anne karnındaki gelişimine çok benzetiyordu. Boşuna dememişlerdi "İnci, sancı mahsuludür" diye. Böylelikle evlenmeden önce incili davetiyedeki inciyi görür görmez davetiye seçimini yapan kadın, kızının da adını seçmişti. 

Bebek doğdu, adı kondu ve nüfus kayıtlarına bir İnci eklendi. Ailede olduğu varsayılan mutluluğun bu bebekle perçinleneceği düşünüldü. Uzaktan düşünüldü elbette. Yakından bakıldığında İnci mutsuzluğun bir parçası olmaya adaydı. Kadının beynindeki böcek ise git gide büyüyor ve dışarı çıkamadığı için delirmiş halde kadının kafatasının duvarlarına vuruyordu kendini. Kadın çocuğunu büyütmeye devam ederken, beynindeki böceği büyüttüğünün de farkındaydı aslında. Öldüremiyordu onu, kovamıyordu da. Tek yapabildiği, onun varlığını kızının varlığıyla unutmaktı. Kızını beslerken, onunla oynarken, konuşurken, ona kitap okurken, geleceğiyle ilgili hayal kurarken böcek yokmuş gibi düşünmeye çalışıyordu. Ama oradaydı o! Kurtarılmayı bekliyordu. 

Zaman yine eteğini savura savura geçti. İnci bebek artık bir kız çocuğuydu. Kadın da anneliğe iyiden iyiye alışmıştı. İnci’siz bir yaşam yoktu onun için. Kafasındaki böcek, sınırlı alanda büyümeyi sürdürdüğünden artık kımıldayamıyordu. Kafatasının içinde oradan oraya gezmekten, duvarlara vurmaktan mahrum kalmıştı. Ama neredeyse kadının kafası büyüklüğüne eriştiği için böceğin incecik solunumu, antenlerini milimetrik oynatışı bile kadını çıldırtmaya yetiyordu. Bir an önce karar vermeliydi; ya bu böceği azat etmeli ya da böcekle beraber çıldırarak yaşamayı sürdürmeliydi. Ya çocuğunu tertemiz bir zihinle, kavgasız bir ortamda büyütecekti, ya da böceği palazlandırmaya devam edip kendi dengesini kaybedecekti.

İlk evlendiği zamanlarda kadın, böceğin "nereden geldiğini kestiremediği bir kaynaktan" beslendiğini düşünüyordu. Şimdi o kaynağı bulmuştu. Bittiğini sandığı anda yeniden başlayan tartışmalar, küslükler ve kadının gözyaşları... Yılların bocalamasından sonra bardağı taşıran son damlayla derhal harekete geçip zihin kafesini açtı, ellerine sığmayan böceği oradan zorlukla çıkardı ve hiçbir uzvunu incitmeden dışarıdaki hayatın kucağına bıraktı.  

Böcekten kurtulan kadın, geriye dönüp baktığında düğün davetiyesindeki incinin ışıltısını kızının gözlerinde bulurken, davetiyedeki "ömür boyu sürecek beraberlik" sözüne müstehzi gülümsüyor ve bir yandan bunu ters kehanet olarak adlandırmadan edemiyordu. Ters kehanet!...

25 Mayıs 2020 Pazartesi

Trevanian’la 1 dakika

Birkaç yıl önce okuduğum Trevanian'ın "İnci Sokağı" kitabından paylaşmak istediğim bazı ilginç satırlar:

"...radyonun üstünlüğü, bizi kendine çekmesi, hayal gücümüzü meşgul etmesi, resimleri zihnimizin duvarlarına kendimiz yapalım diye zorlamasıydı. Radyoda yakışıklı bir adam, sizin kendi yakışıklı adamınızdı. İyi yürekli kadın, sizin kendi kafanızdaki iyi yürekli kadındı. Güzel bir günbatımı, sizin günbatımınız, sizin güzelliğinizdi."

"Dünyayı düzeltme sırası sana geldiğinde, şunu asla unutma: sağlık ve eğitim hizmeti gibi temel ihtiyaçları karşılamak için hem kapitalist rekabetin randımanına, hem de sosyalizmin merhametine ve hümanizmine ihtiyacın var. Parayı kapitalistler kazanmalı, sosyalistler harcamalı."

"Orta sınıftan insanların, bu fakirler yiyecek parası bile bulamazken çocuklarına lüks şeyler alıyor, diye yakındıklarını duyduğum zaman, hemen aklıma annemin bize hazırladığı zengin Noeller gelir, bunu sağlayabilmek için ailenin dağılması riskini bile göze aldığını hatırlarım. Ayağını yorganına göre uzatmak, bir burjuva değeridir, çünkü zenginlerin tasarruf etmeye değer bir şeyleri vardır. Fakirler alabildiğine harcar. Hayatlarının o renksiz dokusu üzerine biraz renk saçmak zorundadırlar. Aç olan, rüyasında kepekli pirinçle sebze görmez, görecekse pasta görür."

"Kendi kendine konuşmak, deliliğin şaşmaz belirtisi sayılırken, şarkı söylemenin ayıp bir şey olmadığını öğrenmiştim."

"Seneye on yaşında oluyordum. İki basamaklı bir yaşa geçmek bence çocukluğun sonu demekti, çünkü ... itiraf etmekte yarar var, bir kere çift basamaklı sayılara geçtiniz mi, ömrünüz boyunca orada kalıyordunuz."

"Zaman kavramını ele alın mesela. "Şimdi" dediğinizde, 'gelecek'ten başlayıp 'geçmiş'e doğru hızla akan parlak bir andan söz ediyorduk. Ama peşpeşe bir sürü "şimdi" noktaları geçmişe akıp dursa da, geçmiş asla uzanmıyor, gelecek de, zamanın ondan koparıp geçmişe attığı parçalardan ötürü kısalmıyordu, çünkü geçmiş de, gelecek de, aslında sonsuzdu. İnsan sonsuz artı bir parça, ya da sonsuz eksi bir parça diye bir şey düşünemezdi. Hızla kayan o ışıklı 'şimdi' bile kaypaktı, çünkü siz 'ş' harfini söylerken 'i' harfi gelecekteydi, siz 'i' harfine ulaştığınızda da 'ş' artık geçmişteydi. 'Şimdi'yi yanınızdan uçup geçerken satırla ortasından kesseniz bile ortadaki 'm'nin yarısını bir yana, yarısını öbür yana itseniz bile, daha o parçaların havada titremesi durulmadan, 'şimdi'nin tümü çoktan geçmişe kayacak, bir daha kimseler görmeyecekti."

"Madem sevişmek o kadar yüce ve güzel bir şeydi, doğa neden bu işi bu kadar küçümsüyordu da, işi işeme teçhizatımızla yapmak zorunda bırakıyordu? Eğer vücut alanı çok sınırlıydı da, doğa organlarımıza çifte görev vermek zorunda kalıyorduysa, neden parmaklarımızla koklayıp sesleri dirseklerimizle dinlemiyorduk? Bu yüce eylemi yapacak özgün bir organ bulunması için başka şeylerden fedakârlık etmek gerekmez miydi? (Belki pek acil bir işi yokmuş gibi görünen göbek deliğimize birtakım görevler verilebilirdi.)"

23 Mayıs 2020 Cumartesi

Acaba var mısın?

Bir roman okudum; onu nereye koyacağımı bilemiyorum. Bir roman ki, ney sesi eşliğinde okuru her bölümünde farklı bir âleme yolculuk ettiriyor. Kaç karakter var; inanın ondan bile emin değilim. Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi'nin A'mâk-ı Hayal (Hayalin Derinlikleri) kitabıdır bahsettiğim. 

Kitap uzun süredir varlık-yokluk ve insanın dünyaya geliş sebebi üzerine düşünmüş ve hakikat arayışında olan Raci'nin düşsel maceralarını anlatıyor. Raci uykuya yatarak atıldığı her macerasında aslında ölmeden öldürüyor kendini. Hakikate bir nebze olsun varmak için. Bu maceralarda ona bir dost eşlik ediyor: Aynalı Baba. Raci, Aynalı Baba'nın neyini üflediği an kendinden geçiyor ve her kendinden geçişte başka başka mekanlarda bambaşka kahramanlarla etrafı çevriliyor. Bazen Buda'nın huzuruna kabul ediliyor, bazen Zerdüşt'ün. Kimi zaman anka kuşunun konforlu kanatları arasında galakside seyahat ediyor, kimi zaman asilzade bir karıncaya dönüşüp semiz bir karafatma buduyla kahvaltısını ediyor. Bir bölümde arif olarak kabul görenlerin meclisinde gayet bilimsel görünüşlü laf salatasına kahkahayı koparıveriyor Raci, bir diğer bölümde bir türlü cevaplayamadığı soruların cevabını Delilik Vadisi'nde ikamet eden delilerin iki dudağının arasında buluyor. Ve daha nice serüven... İşte bu yüzden karakterleri sayamıyorum. Hem çokluğundan, hem tekliğinden. Zira kitap vahdet-i vücud (varlıkta birlik; yaratanla yaratılanın bir olduğu düşüncesi) üzere yazılmış. Mesela Aynalı Baba da Raci'nin bir parçası olabilir; neden olmasın? Raci'nin uyurken gördüğü her şeyden haberdar. Üstelik kıyafetinde çokça ayna taşıyor; yani ayna tutuyor Raci'ye! Ayrıca Raci'nin maceralarında savaştığı fantastik karakterler Raci'den bağımsız değil; insanın bilinçaltının kovuklarına yuvalanmış canavarlardır: Nefs-i emmare (İlkel dürtülerin giderilmesini ve kötülüğü emreden en alt nefis mertebesi), nifak, sabırsızlık, vs... Yani Raci uzak diyarlara gitse dahi yine kendisine yolculuk etmiş oluyor. Bu yolculuklara eşlik eden birçok dini motif; felsefi tartışma; gazel; deyiş ve metafor, alegori, ironi gibi sayısız söz sanatı da kitabın incelenmesi gereken ayrı bir boyutu. 

Bunların yanı sıra delilik ve velilik kitapta o kadar iç içe geçmiştir ki, "Dem bu dem!" diyen bir deli, yozlaştırılmış bir carpe diem anlayışıyla vur patlasın çal oynasın demeye getiren hazcı ve dünyevi bir deli değildir asla. Sen şimdi var olduğunu sansan da her an yok olabilirsin, belki de yoksun diye hatırlatan bir velidir. Örneğin, Raci'yle bir delinin diyaloğunda olduğu gibi:

"Yaşlı deli genç deliye diyordu ki:
"- Bu alemde her ne varsa benim sıfatımdır. Ben olmasam bir şey olmazdı. Ben hep'im yahut hiç'im. Ben hiç'im yahut hep. Zaten hiç ile hep tek gözlü, tek şeydir. Lakin cahil kalabalıklar bir şeyi iki adla anıyorlar! ..." 
Konuşmanın geleceği de buna kıyas edilsin. Hayret içinde kaldım. İstemeden söze karıştım:
"- Acaip! Var'la yok, eşit olur mu? Mesela ben şimdi var'ım. Yarın yok olacağım. Bu iki durum arasında fark yok mu?" dedim. Deli başını çevirdi. Kahkahayı kopardı:
"- Vay! Sen var'sın ha!" dedi. "Acaba var'mısın?"

Bu diyalogdan hareketle biz de özümüze soralım: 
Gerçekten var mısın soluk alıp verdiğin her saniye kendi yok oluşuna doğru yol alan? Hele aczimizin Korona virüs vesilesiyle yüzümüze çarpıldığı şu günlerde gerçekten var mısın? Hani nerede seni kurtaracak, diğer insanlardan seni daha üstün bir yere koyacağını vehmettiğin kibrin, azametin, şanın, şöhretin? 

Aynalı Baba, Raci'yle tanıştığında Raci'nin ismiyle ilgili şunları söyler:
"İnsanlığın ismini gasbetmişsin, nurum. İnsanoğlu o kadar aciz, zayıf ve muhtaçtır ki hayatını rica ile devam ettirir. Raci demek insan demektir."

İşte biz tam da bugünlerde her zamankinden daha fazla raci, daha fazla ricacıyız. Bilim insanları aşı bulsun da insanlığı kurtarsın, doktorlar ve hemşireler hastalarımızı iyileştirsin, çiftçiler bizi aç bırakmasın diye ricacıyız. Birbirimize hastalık bulaşmaması için sokağa çıkmayalım, temasa geçmeyelim diye birbirimizden ricacıyız. Varlığımız hep birilerinin varlığına minnetle ricayla bağlıysa ve dua edip beklemekteysek şu soruyu soralım: Acaba ne kadar varız veya ne kadar yokuz?

Tasavvufa, felsefeye ilgi duyan, varoluş ve hakikat üzerine kafa yoran herkesin A'mâk-ı Hayal'de kendine yeni düşünme ve düş kurma vahaları bulabileceğine inanıyorum. Bu renkli ve sürükleyici kitabın insana sorular sordurarak kendisiyle yüzleştirmesi, belki de en kıymetli yanıdır. Yazarımızın da yazdığı gibi "İnsanların gözü hakikatleri görmekte arpacık soğanı kıymet ve nispetindedir".

30 Nisan 2020 Perşembe

Meyvesi çok bir ağaç: Kemal Tahir

Kemal Tahir'in "Esir Şehir Üçlemesi"ni okuyalı bir hayli zaman geçmişti ama üzerine yazmak karantina günlerine nasip oldu. Kemal Tahir'le ilk Yorgun Savaşçı'da tanıştım. Diyaloglar, sürükleyici olay örgüsü, betimlemeler, karakter zenginliği, insanı ezberleriyle yüzleştirmesi gibi daha pek çok açıdan zihnimin kütüphanesinde bambaşka bir yere oturtmuştum onu. Arada okuduğum birkaç kitabından sonra uzun süre elime almamıştım bir Kemal Tahir eserini. Esir Şehir Üçlemesi'ne başlayınca onun satırlarında onun karakterleriyle nefes alıp vermeyi ne denli özlediğimi fark ettim. Uzun süre görüşülmemiş fakat yıllar sonra rastlanan bir dostla sohbet edildiğinde vaktin nasıl geçtiğini anlamamak gibi...

Başlıkta da yazdığım gibi Kemal Tahir çokça meyve vermiş bir ağaç. O yüzden yaşarken taşlanmaktan kurtulamamış. Sol görüşlerini bu toprakların tarihi ve devlet gelenekleriyle besleyince solcular mahallelerinden kovmuşlar onu. Öte yandan devlet, sen solcusun diyerek onu zindana atmış. İslamcı-muhafazakar tayfa ise işine geldiği ölçüde görüşlerine başvurmaya tenezzül etmiş. Kısacası, ne İsa'ya ne Musa'ya yaranabilmiş; ancak onun şuna buna yaranmak gibi bir derdi olmamış hiçbir zaman. Bunun bedelini ağır ödemiş olsa da. İşte bu yüzden Kemal Tahir kaleminin namusuyla yaşamış, bağımsız bir yazardır diyebiliriz.

Oğuz Atay 'Günlük'te Batı diye tutturan ve onların kalıplarıyla kendimizi anlamaya çalışırken çuvallayanlara karşılık, Kemal Tahir'de Batı'nın anlaşılmaz bulabileceği kendi insanımızın davranış ve duygularını gördüğünü söyler. Belki de Kemal Tahir'i edebiyatımız ve insanımız için yararlı kılan en önemli neden budur. Tarihsel gerçeklikle bağı sıkı tutarak bu topraklarda olup bitenleri ne göklere çıkarma, ne tamamen alaşağı etme, Kemal Tahir'in alametifarikasıdır. Hem kötülerle hesaplaşan, hem iyilerin hakkını verendir Kemal Tahir. Bazen rahatsız da edebiliyor yazdıkları, örneğin Atatürk'e haksızlık ettiğini düşündürtüyor insana. Ama her bağımsız yazarın biraz rahatsız edici olması hakkı teslim edilmelidir. Görüşlerine katılmasanız da, sizi görüşlerinizin doğru olup olmadığını sınamaya ve o konuda daha fazla okumaya iter. Demek bir eksiğiniz var ki, yazar sizi köşeye sıkıştırdı ve kendinizi ikna edemediniz. (Buna etkileyici örnekler olarak Yol Ayrımı başlığının altındaki alıntılar ve özellikle yazının sonundaki Lozan Barış Anlaşması’yla ilgili sayfa fotoğraflarını eklediğim monolog var.)

Gelelim Esir Şehir Üçlemesi'ne... Birinci kitap olan Esir Şehrin İnsanları'nın adı daha sık anılır ve bu kitap daha çok okunur olmasına rağmen takip eden diğer iki kitap da muhakkak okunmalı. Eser, baş karakter Kamil bey ve ailesi üzerinden gidiyor. Kamil bey, Batıda eğitim almış bir paşa oğludur, birkaç Batı dilini ana dili gibi konuşur ve kendi ailesi gibi varlıklı bir ailenin kızına eş olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu'nun dağılış sürecinde tuzu kuru diye nitelendirilebilecek bir karakterdir. Ancak bu rahat hayatı elinin tersiyle itip Anadolu hareketine destek olmaya karar vermesiyle hayatındaki tüm dengeler alt üst oluyor. Hapse atılma noktasına varıncaya dek. 

Hapiste yaşadıklarını da ikinci kitapta, yani Esir Şehrin Mahpusu'nda okuyoruz. Hapisteki diyaloglarda dikkati çeken o kadar ilginç küfürler, dönemin kabadayı jargonu sayılabilecek kelimeler var ki, bu dil zenginliği bir kaynağını da Kemal Tahir'in hapishane tecrübesinden alıyordur muhtemelen. Kitap tamamen hapiste geçiyor ve dışarıda ne olup bittiğini Kamil bey'in ziyaretçilerinden, gazetelerden ve Kamil bey'in koğuş ağasına attığı yumruk vesilesiyle tanıştığı Binbaşı Arif'le ettiği sohbetler vasıtasıyla öğreniyoruz. Mekan ve karakterler hapishaneyle sınırlı tutulduğundan ve dolayısıyla okur olarak zihnimiz başka konu, kişi ve mekanlara dağılmadığından aydın-halk yabancılaşmasını gayet net görebiliyoruz burada.

Üçlemenin son kitabı olan Yol Ayrımı'nda ise Kamil beyin hapisten çıkmasını, Kurtuluş Savaşı'nın sonuçlanmasını ve sonrasında Cumhuriyet'in ilan edilmesini beklerken zamansal bir sıçrama yaşayarak Cumhuriyet'in çoktan ilan edilip Serbest Cumhuriyet Fırkası'nın kurulduğu yıllara gidiyoruz. Bu kitapta, Kuvayımilliye destanını yazmış kahramanların yeni fırkanın halkta yarattığı heyecan dalgası karşısında yaşadığı şaşkınlığa ve fırka taraftarları ve karşıtları arasındaki fikir ayrılıklarına şahit oluyoruz. Bu arada Kemal Tahir'in Yorgun Savaşçı okumuşlara küçük bir sürprizi var. Yorgun Savaşçı'nın ana karakteri topçu yüzbaşı Cehennem Cemil de bu Kuvayımilliye kahramanları arasında romanda yerini alıyor. İlk iki kitaptan çok daha farklı karakterler var burada ve ilginçtir ki Kamil Bey ve ailesi bu kitapta ikinci plana atılmış. Hatta ilk kitapta Kamil beyin hayatının akışını değiştirecek derecede öneme sahip olan karakterler Nedime hanım ve eşi İhsan buhar olup uçmuş sanki. 

Yukarıda özetin özeti olarak yazdıklarımın yanı sıra şunu da mutlaka belirtmeliyim: Kemal Tahir karakterlerinin insan ilişkileri, iç konuşmaları ve psikolojik çözümlemeleri bu üç kitaba da damgasını vuruyor. Her zaman şunu düşünmüşümdür; güçlü romancıların gözlem derinliğini değme psikoloji kitaplarında bulamazsınız. Varsayalım yoğun şekilde psikoloji okudunuz ve teorik anlamda insanları tanıdığınızı düşünüyorsunuz. Pratiği neyle besleyebilirsiniz yaşarken karşılaşacağınız insan sayısı da sınırlı olduğuna göre? Hele bizimki gibi binbir suyun döküldüğü bu coğrafyada...

Aşağıda okuyacaklarınız, hangi birini buraya yazsam diye zorlanarak seçtiğim alıntılardır. Siz okuduysanız hangi satırların altını çizdiniz? İyi okumalar...

ESİR ŞEHRİN İNSANLARI
"Araplar mezhep kurucusudurlar. Biz Türkler, tarikat kurucusuyuz. Arap mezhepleri sufiliğe, Türk tarikatları tasavvufa dayanır.  Tasavvufa göre dünyada her şeyden önce güzellik vardı. İbadet bu güzelliğe tutkunluktur. Bu sebeple Türkün bağlanacağı inanç, Allah korkusundan değil, Allah sevgisinden gelir. Okudukça tasavvufun yalnız Türk'e mahsus  bir yol olduğunu anladım. Türk illerinde doğmuş, Anadolu'da gelişmiştir. Türk tasavvufu Şamanlıkla İslamlığın karışımıdır. Buna biraz da yeni Platonculuk katılmış Roma Anadolu'sundan kalıntı... Daha doğrusu Stoisizm... Anadolu'ya Şeyh Ahmet Yesevi adına halifeleri yaymıştır tasavvufu... Bunların hepsi dünyadan el çeken basit köylülerdir, bence... Pir Dede, Keyifli Baba, Horoz Dede, Abdal Musa, Avşar Dede, Akyazılı Baba, Kudümlü Baba Sultan, Sarı Saltık... Bunlar köylü halkı etkilemişler, Anadolunun İslamlaşmasını, bir anlamda Türkleşmesini sağlamışlar. Anadolu bu tohuma o kadar uymuş ki, Yunus Emre gibi kocaman bir dahi san'atçı yetiştirmiş..." 

"Dışarıya yağmur yağıyordu. Dünya daralmış, bir pencerelik kalmıştı. Islak ağaçlarla dolu bir pencerelik dünya...
...
Bir pencere dolusu dünya... Ama bir pencere dolusu dünya bile ölümlü bir insana bazen elveriyor... Bazen bize bir tek mısra nasıl yeterse işte öyle..."

"Bunlar, Hazreti Ömer olmasa bilmem ki ne haltedecekler? Sanki Hazreti Ömer'in adalet çağı, bugüne imdat edebilirmiş gibi... Sen ne sandın Mümin hoca? Bugün elinde, Hazreti Ömer gücü olanlar bu anlattığın hikayeleri bilmiyorlar mı? Senden beş fazlasını biliyorlar. Şeyhülislam Efendi, bugün Fetvahaneyi gezmeğe gelen İngiliz karılarını kaç kere eteklemiştir de, karnını bir güzel doyurduktan sonra dalkavuklarına senin gibi Hazreti Ömer kıssaları anlatmaya girişmiştir. Haberin olsun ki, lafla peynir gemisi yürümez!"

"Eski adamlar, bütün davranışlarını dine uydurmağa uğraşmışlardı. Yürüyen ve değişen hayatı donmuş kalıplara uydurmağa çalışmaktan daha zavallı iş olur mu? Zamanın hakim sosyal fikri (din) olduğu, herkes servetini, canını, şerefini ona bağladığı halde, onu kurtarıp yaşatalım derken nasıl da kolayca berbat etmişlerdi. İşte, her vesika, her ferman, her kadı mahkemesi hükmü, dini, başka başka kazançlara alet edebilmek için, akıl almaz şeriat hiyleleriyle dolu...

Kamil bey, o zamana kadar bir türlü anlayamadığı bazı şeylerin sebeplerini şimdi bulmuştu. Sözgelimi: İstanbul'u dolduran büyük camilerin yanına neden böyle sürü sürü cemaatsiz mescit yapılmış? Devrin, bir fermanla baş kesip aynı fermanla bütün bir serveti yağma etmek düzenine çare bulmak için... Her vakıf, din perdesi altında garanti edilmiş bir servetten, güvene alınmış bir mirastan başka bir şey değil..."

"-Ben sizin kadar güçlü değilim... Bazen hür olduğumu zannederek sevindiğim oluyor. Esir bir şehrin, hatta esir bir memleketin esirlerinden herhangi birisi olduğumu unutuyorum da...
- İhsan'ın dediği gibi... "Bir kafese kapatılmış kuşla, bir odaya kapatılmış kuşun farkı". İhsan beni işte böyle teselli eder."

"Mağaralar, toprağın gökyüzüne açılmış karanlık ağızlarıdır. Fırtınalı havalarda, onun türkülerini, gazaplarını, sevinçlerini, ıstıraplarını haykırırlar. İnönündekiler, gözleri önünde dövüşen kendi adamlarına silahı az, biti çok, gıdasızlıktan yaraları bile doya doya kanayamıyan, vurulunca doyasıya inleyemeyecek kadar güçsüz insanlarına gene kimbilir neler söylemişlerdir? Bir büyük sanatçı yetişmeli. İnönü mağaralarının duvarlarına kaba taslak muharebe resimleri oymalı. Ama kalın pazılı pehlivanlar değil, İnönünde vuruşmuş, hatta bir gözü köyüne kadar kaçmaktayken zafer kazanmış gerçek insanları... Birçok sanatçılar zaferleri, insanlardan aşırıp, yorulmaz, ağlamaz, ölmez devlere mal etmek alçaklığını neden yapagelmişlerdir? Yorulmıyan, ağlamıyan, ölmiyen olduktan sonra zaferin ne değeri kalır?"

ESİR ŞEHRİN MAHPUSU
"Bir şey vardı ki milletle kaynaşmasını önlüyordu. Galiba her lafa efendim demesi, durmadan teşekkür etmesi... Geldiğinden beri kimsenin kimseye efendim dediğini, teşekkür ettiğini duymamıştı."

"... Köprüyü geçene kadar, ayıya, neden dayı diyorsunuz? Köprünün başını ayı tutmuş gibi geliyor. "Ayıyı tepeleyip geçmek zor! Dayı deyip sıyrılmak kolay" diyorsunuz. Girdiğiniz yolda, köprü bir tane olsa, belki haklısınız! Girdiğiniz yol: Politika... Durmadan köprü geçeceksiniz. Güç yetirebileceğinize aklınız yatsa, ilk köprüde ayıya ayı demezdiniz! Daha birinci köprüde, kolaya kaçtığınızı gören namuslu insanlar, sizi bırakacak. Tevfik Fikret'ten kopup Ali Kemal'le kalıyorsunuz! Ayıların arasına büsbütün güçsüz giriyorsunuz. Her köprüyü geçtikçe, arkanızda ayıların tuttuğu köprüler bırakmaktasınız. Peki biraz ilerde, dört yanınızı çepe çevre kuşatan ayıların istediklerini, nasıl yapmamazlık edebileceksiniz? Bir zaman sonra artık paralanmayı göze almanın bile faydası kalmayacak. Köprüyü geçene kadar ayıya dayı demek, ayılara yem olmayı başından kabullenmek demektir. - Elinin tersiyle Naima tarihinin cildine yavaşça vurdu: - "Köprüyü geçene kadar ayıya dayı derler" sözü, su katılmamış Osmanlı sözü... Osmanlıların, tarihleri boyunca, iki karışlık köprüleri bile, neden geçememiş olduklarını, bundan daha iyi anlatan bir başka söz yoktur. Osmanlı hiçbir zaman, ayılara dayı demeden köprü geçmeyi göze alamadı. Bugün bile İstanbul'un politikacıları, Ankara'yı ayıya dayı demediği için yadırgıyorlar."


YOL AYRIMI
"Köklü devrim nesinden bilinir? Gelirken milleti sevindirmesinden, giderken bir kez daha sevindirmesinden!"

"Saraylar da öteki devlet yapıları gibi, bağımsız devletin ayrılmaz parçalarıdır. Bizi tarihimize bağlayan halkalarıdır. Milli onurun gözle görünür eserleridir. Dün padişahınsa, yarın halkın malı olur. Bence bugün Edirne şehri, sınırlarımızın içindeyse, biz bunu, Enver Paşa'ya değil, hatta Lozan Sulhu'na değil, Sinan'ın Selimiye'sine borçluyuz. Selimiye orada durdukça, Edirne de bizim sınırlarımızın içinde durur, hepimiz toptan ölmedikçe... Çünkü hiç kimse, Selimiye'yi hiçbir yerine sokamaz. Onu artık hiçbir barbar da yıkamaz. Saraylar kardeşim, ancak içi sanat eserlerimizle dolu müzelerimiz olabilir. Ötesi demagojidir. Bize hiç yaraşmaz."


"Yüzlerindeki anlama, seslerindeki donukluğa, el kol sallayışlarındaki sinirliliğe baktıkça Murat'ın şaşkınlığı artmaktaydı. Bu adamlar, sanki ömürlerinde hiçbir zaman gerçekten sevinmemişlerdi. Ramiz amcası, Kamil Bey, tanıdığı öteki Kuvayı Milliyeciler de, az çok farklarla, yerine göre böyleydiler. Oysa, yaşayışlarında, herhangi bir insanı, ölene kadar mutlu kılacak zafer sevinçleri olmuştu. "Bir derin kuyuya atılan taş gibi düşmüş bunların ruhuna bu sevinç... Gürültü koparmış, durgunluğu çalkalamış ama, sonunda bir daha yüze çıkmamak üzere batmış gitmiş! O zaman bunların kazandıkları zafer de, giderek yenilgiye benzedi, içlerinde... Doktor Münür Bey garip şeyler söylüyordu bu çeşit Kuvayi Milliyeciler için... Güçsüz değiller ama, güçleri üniformalı düşman karşısında bulunmadıkça yırtıcı atılganlıktan, sonuna kadar kovalamak hırsından gelmez! Bunlar kendileri de farkında değillerdir, ama son hesaplaşmada, durgun adamlardır. Hayalperver adamlar... Gerçeğin yerine kolayca uydurmayı koyup kendilerini aldatarak rahatlamayı yadırgamazlar. Oturup sabırla beklemeyi, sabırla acı çekmeyi, yoksulluğun her çeşidine katlanmayı bilirler. Türkçesi Anadolu milletinin yetiştirdiği çilekeş dövüşçülerimiz... Soylu korkmazlıklarıyle, hesaplara sığmaz direnişleriyle tarih yapan, ama yaptıkları tarihe sahip çıkmasını pek de bilmeyen bizim insanlarımız"..."


"Evliya Çelebi'yi okudu okuyalı anlamadığı şeydi bu. Enikonu bir dünya görüşüne benzeyen, onun kadar sistemleşmiş bir bakış özelliği... İnsanları, olayları, fikirleri abartmak... Kendini de -elbette- abarttığı için her şeye abartarak bakmak... O kadar ki bu abartış, Osmanlı insanında doğal hale geldiğinden ancak, başka ölçülere sahip olanlarca farkına varılır. "Neden peki? Nereden gelmiş?" Şuradan ki... Şuradan olabilir! Çünkü, daha önceleri yoktu bu özellik galiba... On yedinci yüzyılda... Başlamış, sonlarına doğru daha çok gelişmiş... Belki de Kanunî'de başlamış... Çünkü imparatorlukta gelişmenin, doğaya karşı büyümeye dönüşü Süleyman döneminde başlar. Doğaya karşı büyümeye, yani kansere dönüş... Evet, imparatorluğun bu en güçlü göründüğü sıra ki, hazine tamtakırdır. Padişah kırk beş yıl tahtında kaldığı halde, bu tahtın çevresinde aralıksız kanlı iktidar boğuşmaları sürmüştür. Medreselilerin ayaklanıp çeteler halinde eşkıyalığa soyunmaları... Sipahi toprak düzeni, büyümüş imparatorluğu sırtında taşıyamaz hale geldiğinden iltizam sistemine geçiş.


Daha başlangıçta yürütülmemesi de beraber kararlaştırıldığından, kurtarıcı diye başvurulan bu iltizam sistemi, devlet dolandırıcılığı haline gelmiş... Kanunî lâkabı aslında, Süleyman'a kanunsuzluk dönemi açtığı için alay olsun, hakaret olsun diye takılmıştır. Kanunî, bütün saltanat dönemini, kanunsuzluklardan kanunsuzluklara yuvarlanarak, hiç faydasız olduğundan, istememesi gerektiği halde evlâtlarının etini yiyerek, yaşlanıp güçten düştüğü çağda ise, en fakir reayasına bile kolayca nasip olan bir rahat döşeği bulamayarak, bir eşya gibi, yüklenip zorla sürüklendiği bir seferde, yaralı bir hayvan gövdesi gibi oradan oraya atılarak, sonunda ise, devletin selâmeti adına ölümü bile diri gösterilmek için insafsızca tartaklanmıştır. Böyle başlayan çöküş dönemi uzun süre, içten çürüyüp, dıştan dünyaya meydan okuduğu için Osmanlı insanını bir bakıma gerçekçi, bir bakıma gerçek dışına düşmüş olarak dünyaya başka türlü bakan abartıcı bir yaratık haline getirmiştir."


"Saplantıda olduğumuzu bilemiyoruz ki, özrünü düşünelim... Ben de kim bilir, nerede, neye takılırım. Bütün saplantılarımız, korkularımızdan geliyor. İnsanoğlu, deli değilse, korkar mutlaka... Saplantılarımızdaki korkunun bize saçma görünmemesi, yüz binlerce yıldan arta kaldıkları için... Bunlar, gerçek sebeplerini yitirdiğimiz korkuların tortusu..."







18 Mart 2020 Çarşamba

18 Mart ve Corona

Shakespeare'in Hamlet karakterine söylettiği ve dillere pelesenk olan "Olmak ya da olmamak / Bütün mesele bu!" repliğini hep sehl-i mümteni (söylemesi kolay görünen ama yoğun anlamlar içeren yazın sanatı) olarak düşünegelmişimdir. Edebiyat uzmanlık alanım değil; ama bunun gibi çok az sayıda yalın söz, günlük hayata ve hatta tarihsel olaylara bu denli karşılık gelebilir. Sözgelimi, trafikteki kırmızı ışıklarda araçlar durduğunda dilenciler, mendil satıcıları araba araba geziyorlar üç beş kuruş kapmak için. Işıklar yeşile dönüp de araçlar hareketlenmeye başladı mı yol kenarına doğru bir telaştır alıyor dilencileri. Neden? Bedensel anlamda olmak ya da olmamak arasında bir seçim yapmak zorundalar. Bu basit örneğin ötesinde, yalnızca fiziksel varlığımıza ilişkin değil; her anlamda varlık ile yokluk arasında gidip geliyoruz: çalışırken, konuşurken, bir haksızlığa itiraz ederken ya da etmezken, birini severken, karar verirken, vazgeçerken...

Kaderin garip cilvesi midir, nedir; bugünlerde koca dünyayı 'olmak ve olmamak' arasında gidip gelen bir sarkaca çeviren şu Corona salgınının Türkiye'deki ilk ölümünün gerçekleştiği gün 18 Mart'a denk düştü. Çanakkale Savaşları hem deniz hem kara savaşları içermesine ve kanlı boğuşmaların esasında 18 Mart'tan sonra karada geçmesine rağmen, 18 Mart deniz zaferi bütün Çanakkale savaşı için sembolleşmiş bir tarihtir. İşte 18 Mart denince benim aklımda yanıp sönen, Shakespeare'den mülhem iki sözcük var: Biri 'olmak', öteki 'olmamak'. Olmamayı göze alarak olmayı tercih etmek! "Çanakkale geçilmez!" derken aslında "Yalnızca Çanakkale'de değil, bu topraklarda biz varız, siz yoksunuz!" demek, diyebilmek! 

Mehmet Âkif'in destan mertebesindeki Âsım şiirinde bilmem dikkatinizi çekti mi: Mehmet Âkif ki, dizelerinin kırbacından Sultan Abdülhamit dahil kimse kurtulamaz, Çanakkale savaşlarındaki Anzak güçlerinden bahsederken kelimelerini onlar için harcamaya tenezzül etmiyor, sanki o adamları sıfırlıyor: "Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ". Âkif'in gözünde onlar yok hükmünde zaten "ne güneşler batıyor"ken! 

Ama diğer taraftan şunu da sormuyor değilim. Adını bile duymadığı Çanakkale'ye uzak diyarlardan getirilen Anzak askerlerini hangi acımasız sebep, bu 'olmak ve olmamak' kavgasına sıkıştırdı acaba? Ve bambaşka koşullarda karşılaşılsaydı canciğer dostluklar kurulabilecek insanlarla düşman olmak nasıldır?!... 

1915'ten 105 yıl sonra yukarıdaki son soruyu tersten düşünmenin vaktidir: Bambaşka koşullarda (yani Corona salgınının olmadığı koşullarda) karşılaşsaydık düşman olacağımız insanlarla şimdi aynı kaderi paylaşmak nasıldır?! Siyasal görüş, toplumsal tabaka, refah seviyesi, ırk, etnik grup, cinsiyet, cinsel yönelim fark etmeksizin 'olmak ve olmamak' arasında can korkusundayız, evlere kapanıyoruz, çılgınlar gibi ellerimizi sabunluyoruz, virüs yüzünden hem birbirimizden ölesiye korkuyoruz, hem de bir arada bulunup lâflamayı, birbirimize sarılmayı özlüyoruz. İnsan insana hem zehir, hem panzehir. Bu şeytani dünya düzeni, insanları köle pazarında gibi çalıştırır ve lütfettiği üç kuruşla onları tükettikleri kadar mutluluğa mahkum ederken şu mesajı damarlarına çoktan zerk etmişti aslında: "Sen televizyonunu izlemeye ve sosyal medya hesabında beğeni toplamaya devam et. Çatışmalar, ölümler, salgın hastalıklar, açlık, susuzluk senden çoooook uzakta. Rahat ol." Çanakkale kara savaşlarında iki merminin havada çarpışması şimdi bize ne kadar uzak geliyorsa, günün birinde bütün dünyanın evinden dışarı adım atamayacak hale gelmesi de önceleri o kadar uzak geliyordu biz rahat rahat otururken.

Bundan sonra neler gelişir? Daha ne kadar evimize hapsolacağız? Salgın yayılır mı? Bu soruların yanıtını şimdilik kimse bilemiyor. Ama şunu demek mümkün: Tarihe damgasını vuracak günlerden geçiyoruz ve bizim için hiç geçmeyecek gibi görünen bir yılın, bütün insanlık tarihindeki zamansal boyutu toz zerresi kadardır. Fakat o toz zerresi, bir kelebek etkisi yaratır da, aynı gemide olduğu gerçeği insanlığın kafasına dank eder mi, yoksa bu vartayı da atlatan insanoğlu yine tarihteki gibi umursamaz ve kavgacı yürüyüşüne devam eder mi?... Bana yine ikinci seçenek gerçekleşecekmiş gibi geliyor. Elbette bilimsel tartışmaların, sempozyumların, kongrelerin baş konusu Corona olacak. Yalnızca hekimler değil; ekonomistler, sosyologlar, siyaset bilimciler, felsefeciler ve sokaktaki insanlar yıllarca bunu her yönüyle konuşacak, araştıracak ve yazacak. Fakat bizden çoooook uzakta sandığımız bir dert (örneğin susuzluk) hepimizin kapısını çalana kadar, yine televizyonumuzu izleyip bizim adımıza başka ülkelere savaş açan politikacıları alkışlamaya ve sosyal medya hesabımıza attığımız fotoğraflarımızla beğeni toplamaya devam edeceğiz. Bunu nereden mi biliyorum? Mehmet Âkif hâlâ kulağımızı çekiyor da ondan.

Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa, yarım hisse mi verdi?
"Tarih"i "tekerrür" diye ta'rif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?

31 Ocak 2020 Cuma

Boş koltuk



İnsan, sevdiklerini kaybettiğinde herkes susar, eşyalar konuşur. Giyilen elbiseler, hırkalar, pantolonlar, etekler, şapkalar, eşarplar gidenin edasıyla dolmuştur bile. Hatta kokusu tüter o kıyafetlerden. Onlarca sigaranın söndürüldüğü küllükler itirafçıdır adeta, gidenin sağlığının usul usul veda ettiğini hatırlatırcasına. Sahibinin senelerce sayısız anına tanıklık etmiş kol saatinin ölenle ölmesi beklenir gibidir; fakat o geveze tiktaklarını sürdürür. Ölenin kullandığı cep telefonu sanki aranmayı bekler. Yetmezmiş gibi o telefondan atılan son mesajlar, yapılan son arama kayıtları sevenlerinin telefonlarından silinemez bir türlü. Üzerine oturulup tadına doyulmaz sohbetlerin edildiği koltuklarda bırakılan boşluk o sohbetlerin anılarıyla dolar, boşalır; dolar boşalır.

Bir yıldır, babamın ölmeden önce sıklıkla oturduğu, fotoğrafta gördüğünüz o koltuğa ara sıra ben de geçiyorum. Konuşurken onun sesini kendi sesime katıyorum. Tavrını, oturuşunu, bakışlarını, beni dinleyişini gözümün önüne getiriyorum. Hâlâ karşımdaymışcasına yüzündeki duygu geçişlerini izliyorum. Bunları kendime işkence etmek için değil; tam aksine onunla geçirdiğimiz mutlu saatleri yeniden yaşama tutkusuyla yapıyorum. Kısmen başarılı oluyorum da. 

Yıllar yılı bu sohbetlerde ondan öğrendiklerimin üstüne, onsuz geçen bir yılın bana öğrettiği, ölümün bütün öğretmenlerin en üstünü ve makamının en sarsılmaz olduğudur. Eşsiz yaşam deneyimleri, kıdem, statü, dünya çapındaki bilimsel ve sanatsal çalışmalar rahatlıkla eleştirilebilir; fakat bir gün nefesinin tükeneceği gerçeğine meydan okuyabilecek birisini bulan beri gelsin! Yaşarken sözünün üstüne söz söyletmemiş nice padişah, diktatör, başkan, patron bile bizzat kendi ölümleriyle ölümün yüce otoritesini sağlamlaştırdıktan sonra!.. İşte bu yüzden eninde sonunda çürüyüp yok olmaya mahkum her şeyin putlaştırıldığı bir çağda benim için anlamlı olan, tıpkı babam gibi öldükten sonra da adımı anılmaya değer kılan vasıflarla kuşanmaktır. Aslına bakarsanız, o koltuk bana bunun provasını yaptırıyor. Onun ruh DNA’sından miras kalanları, özümdekilerle harmanlayarak bir yıldır kendimi yeniden var ediyorum. Onu özleyerek, düşünerek, hatıralara gülümseyerek, kafamın karıştığı durumlarda onun hayaline danışarak. Kimi zaman ulu orta ağlayarak, kimi zaman gözyaşımı sessizce rüzgarda kurutarak.

Yine de bunca üzülmeme rağmen, onsuz geçirdiğim ilk yılımın onunla yaşadığım yıllarımdan daha az kıymetli olmadığının farkındayım. Çünkü babam giderken müthiş bir mücadele azmi ve sabrı, gittikten sonra onun gibi bir babanın kızı olma gururunu bana bıraktı. Anlayacağınız, azalarak da çoğalabiliyor insan. Değil tek bir koltuğu, kalabalıklar arasında koca salonları dolduran ve herkesi kucaklayan babacan sesi artık duymuyorum; ama çocukluğumdan beri ruhuma üflediklerine kulak kesiliyorum. Ve o koltuğa her oturdukça kendime söz veriyorum: Ben de evladımı daima dinleyeceğim babam gibi söze başlayarak: “Eeee, anlat bakalım sevgili kızım!”