Kemal Tahir'in "Esir Şehir Üçlemesi"ni okuyalı bir hayli zaman geçmişti ama üzerine yazmak karantina günlerine nasip oldu. Kemal Tahir'le ilk Yorgun Savaşçı'da tanıştım. Diyaloglar, sürükleyici olay örgüsü, betimlemeler, karakter zenginliği, insanı ezberleriyle yüzleştirmesi gibi daha pek çok açıdan zihnimin kütüphanesinde bambaşka bir yere oturtmuştum onu. Arada okuduğum birkaç kitabından sonra uzun süre elime almamıştım bir Kemal Tahir eserini. Esir Şehir Üçlemesi'ne başlayınca onun satırlarında onun karakterleriyle nefes alıp vermeyi ne denli özlediğimi fark ettim. Uzun süre görüşülmemiş fakat yıllar sonra rastlanan bir dostla sohbet edildiğinde vaktin nasıl geçtiğini anlamamak gibi...
Başlıkta da yazdığım gibi Kemal Tahir çokça meyve vermiş bir ağaç. O yüzden yaşarken taşlanmaktan kurtulamamış. Sol görüşlerini bu toprakların tarihi ve devlet gelenekleriyle besleyince solcular mahallelerinden kovmuşlar onu. Öte yandan devlet, sen solcusun diyerek onu zindana atmış. İslamcı-muhafazakar tayfa ise işine geldiği ölçüde görüşlerine başvurmaya tenezzül etmiş. Kısacası, ne İsa'ya ne Musa'ya yaranabilmiş; ancak onun şuna buna yaranmak gibi bir derdi olmamış hiçbir zaman. Bunun bedelini ağır ödemiş olsa da. İşte bu yüzden Kemal Tahir kaleminin namusuyla yaşamış, bağımsız bir yazardır diyebiliriz.
Oğuz Atay 'Günlük'te Batı diye tutturan ve onların kalıplarıyla kendimizi anlamaya çalışırken çuvallayanlara karşılık, Kemal Tahir'de Batı'nın anlaşılmaz bulabileceği kendi insanımızın davranış ve duygularını gördüğünü söyler. Belki de Kemal Tahir'i edebiyatımız ve insanımız için yararlı kılan en önemli neden budur. Tarihsel gerçeklikle bağı sıkı tutarak bu topraklarda olup bitenleri ne göklere çıkarma, ne tamamen alaşağı etme, Kemal Tahir'in alametifarikasıdır. Hem kötülerle hesaplaşan, hem iyilerin hakkını verendir Kemal Tahir. Bazen rahatsız da edebiliyor yazdıkları, örneğin Atatürk'e haksızlık ettiğini düşündürtüyor insana. Ama her bağımsız yazarın biraz rahatsız edici olması hakkı teslim edilmelidir. Görüşlerine katılmasanız da, sizi görüşlerinizin doğru olup olmadığını sınamaya ve o konuda daha fazla okumaya iter. Demek bir eksiğiniz var ki, yazar sizi köşeye sıkıştırdı ve kendinizi ikna edemediniz. (Buna etkileyici örnekler olarak Yol Ayrımı başlığının altındaki alıntılar ve özellikle yazının sonundaki Lozan Barış Anlaşması’yla ilgili sayfa fotoğraflarını eklediğim monolog var.)
Gelelim Esir Şehir Üçlemesi'ne... Birinci kitap olan Esir Şehrin İnsanları'nın adı daha sık anılır ve bu kitap daha çok okunur olmasına rağmen takip eden diğer iki kitap da muhakkak okunmalı. Eser, baş karakter Kamil bey ve ailesi üzerinden gidiyor. Kamil bey, Batıda eğitim almış bir paşa oğludur, birkaç Batı dilini ana dili gibi konuşur ve kendi ailesi gibi varlıklı bir ailenin kızına eş olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu'nun dağılış sürecinde tuzu kuru diye nitelendirilebilecek bir karakterdir. Ancak bu rahat hayatı elinin tersiyle itip Anadolu hareketine destek olmaya karar vermesiyle hayatındaki tüm dengeler alt üst oluyor. Hapse atılma noktasına varıncaya dek.
Hapiste yaşadıklarını da ikinci kitapta, yani Esir Şehrin Mahpusu'nda okuyoruz. Hapisteki diyaloglarda dikkati çeken o kadar ilginç küfürler, dönemin kabadayı jargonu sayılabilecek kelimeler var ki, bu dil zenginliği bir kaynağını da Kemal Tahir'in hapishane tecrübesinden alıyordur muhtemelen. Kitap tamamen hapiste geçiyor ve dışarıda ne olup bittiğini Kamil bey'in ziyaretçilerinden, gazetelerden ve Kamil bey'in koğuş ağasına attığı yumruk vesilesiyle tanıştığı Binbaşı Arif'le ettiği sohbetler vasıtasıyla öğreniyoruz. Mekan ve karakterler hapishaneyle sınırlı tutulduğundan ve dolayısıyla okur olarak zihnimiz başka konu, kişi ve mekanlara dağılmadığından aydın-halk yabancılaşmasını gayet net görebiliyoruz burada.
Üçlemenin son kitabı olan Yol Ayrımı'nda ise Kamil beyin hapisten çıkmasını, Kurtuluş Savaşı'nın sonuçlanmasını ve sonrasında Cumhuriyet'in ilan edilmesini beklerken zamansal bir sıçrama yaşayarak Cumhuriyet'in çoktan ilan edilip Serbest Cumhuriyet Fırkası'nın kurulduğu yıllara gidiyoruz. Bu kitapta, Kuvayımilliye destanını yazmış kahramanların yeni fırkanın halkta yarattığı heyecan dalgası karşısında yaşadığı şaşkınlığa ve fırka taraftarları ve karşıtları arasındaki fikir ayrılıklarına şahit oluyoruz. Bu arada Kemal Tahir'in Yorgun Savaşçı okumuşlara küçük bir sürprizi var. Yorgun Savaşçı'nın ana karakteri topçu yüzbaşı Cehennem Cemil de bu Kuvayımilliye kahramanları arasında romanda yerini alıyor. İlk iki kitaptan çok daha farklı karakterler var burada ve ilginçtir ki Kamil Bey ve ailesi bu kitapta ikinci plana atılmış. Hatta ilk kitapta Kamil beyin hayatının akışını değiştirecek derecede öneme sahip olan karakterler Nedime hanım ve eşi İhsan buhar olup uçmuş sanki.
Yukarıda özetin özeti olarak yazdıklarımın yanı sıra şunu da mutlaka belirtmeliyim: Kemal Tahir karakterlerinin insan ilişkileri, iç konuşmaları ve psikolojik çözümlemeleri bu üç kitaba da damgasını vuruyor. Her zaman şunu düşünmüşümdür; güçlü romancıların gözlem derinliğini değme psikoloji kitaplarında bulamazsınız. Varsayalım yoğun şekilde psikoloji okudunuz ve teorik anlamda insanları tanıdığınızı düşünüyorsunuz. Pratiği neyle besleyebilirsiniz yaşarken karşılaşacağınız insan sayısı da sınırlı olduğuna göre? Hele bizimki gibi binbir suyun döküldüğü bu coğrafyada...
Aşağıda okuyacaklarınız, hangi birini buraya yazsam diye zorlanarak seçtiğim alıntılardır. Siz okuduysanız hangi satırların altını çizdiniz? İyi okumalar...
ESİR ŞEHRİN İNSANLARI
"Araplar mezhep kurucusudurlar. Biz Türkler, tarikat kurucusuyuz. Arap mezhepleri sufiliğe, Türk tarikatları tasavvufa dayanır. Tasavvufa göre dünyada her şeyden önce güzellik vardı. İbadet bu güzelliğe tutkunluktur. Bu sebeple Türkün bağlanacağı inanç, Allah korkusundan değil, Allah sevgisinden gelir. Okudukça tasavvufun yalnız Türk'e mahsus bir yol olduğunu anladım. Türk illerinde doğmuş, Anadolu'da gelişmiştir. Türk tasavvufu Şamanlıkla İslamlığın karışımıdır. Buna biraz da yeni Platonculuk katılmış Roma Anadolu'sundan kalıntı... Daha doğrusu Stoisizm... Anadolu'ya Şeyh Ahmet Yesevi adına halifeleri yaymıştır tasavvufu... Bunların hepsi dünyadan el çeken basit köylülerdir, bence... Pir Dede, Keyifli Baba, Horoz Dede, Abdal Musa, Avşar Dede, Akyazılı Baba, Kudümlü Baba Sultan, Sarı Saltık... Bunlar köylü halkı etkilemişler, Anadolunun İslamlaşmasını, bir anlamda Türkleşmesini sağlamışlar. Anadolu bu tohuma o kadar uymuş ki, Yunus Emre gibi kocaman bir dahi san'atçı yetiştirmiş..."
Başlıkta da yazdığım gibi Kemal Tahir çokça meyve vermiş bir ağaç. O yüzden yaşarken taşlanmaktan kurtulamamış. Sol görüşlerini bu toprakların tarihi ve devlet gelenekleriyle besleyince solcular mahallelerinden kovmuşlar onu. Öte yandan devlet, sen solcusun diyerek onu zindana atmış. İslamcı-muhafazakar tayfa ise işine geldiği ölçüde görüşlerine başvurmaya tenezzül etmiş. Kısacası, ne İsa'ya ne Musa'ya yaranabilmiş; ancak onun şuna buna yaranmak gibi bir derdi olmamış hiçbir zaman. Bunun bedelini ağır ödemiş olsa da. İşte bu yüzden Kemal Tahir kaleminin namusuyla yaşamış, bağımsız bir yazardır diyebiliriz.
Oğuz Atay 'Günlük'te Batı diye tutturan ve onların kalıplarıyla kendimizi anlamaya çalışırken çuvallayanlara karşılık, Kemal Tahir'de Batı'nın anlaşılmaz bulabileceği kendi insanımızın davranış ve duygularını gördüğünü söyler. Belki de Kemal Tahir'i edebiyatımız ve insanımız için yararlı kılan en önemli neden budur. Tarihsel gerçeklikle bağı sıkı tutarak bu topraklarda olup bitenleri ne göklere çıkarma, ne tamamen alaşağı etme, Kemal Tahir'in alametifarikasıdır. Hem kötülerle hesaplaşan, hem iyilerin hakkını verendir Kemal Tahir. Bazen rahatsız da edebiliyor yazdıkları, örneğin Atatürk'e haksızlık ettiğini düşündürtüyor insana. Ama her bağımsız yazarın biraz rahatsız edici olması hakkı teslim edilmelidir. Görüşlerine katılmasanız da, sizi görüşlerinizin doğru olup olmadığını sınamaya ve o konuda daha fazla okumaya iter. Demek bir eksiğiniz var ki, yazar sizi köşeye sıkıştırdı ve kendinizi ikna edemediniz. (Buna etkileyici örnekler olarak Yol Ayrımı başlığının altındaki alıntılar ve özellikle yazının sonundaki Lozan Barış Anlaşması’yla ilgili sayfa fotoğraflarını eklediğim monolog var.)
Gelelim Esir Şehir Üçlemesi'ne... Birinci kitap olan Esir Şehrin İnsanları'nın adı daha sık anılır ve bu kitap daha çok okunur olmasına rağmen takip eden diğer iki kitap da muhakkak okunmalı. Eser, baş karakter Kamil bey ve ailesi üzerinden gidiyor. Kamil bey, Batıda eğitim almış bir paşa oğludur, birkaç Batı dilini ana dili gibi konuşur ve kendi ailesi gibi varlıklı bir ailenin kızına eş olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu'nun dağılış sürecinde tuzu kuru diye nitelendirilebilecek bir karakterdir. Ancak bu rahat hayatı elinin tersiyle itip Anadolu hareketine destek olmaya karar vermesiyle hayatındaki tüm dengeler alt üst oluyor. Hapse atılma noktasına varıncaya dek.
Hapiste yaşadıklarını da ikinci kitapta, yani Esir Şehrin Mahpusu'nda okuyoruz. Hapisteki diyaloglarda dikkati çeken o kadar ilginç küfürler, dönemin kabadayı jargonu sayılabilecek kelimeler var ki, bu dil zenginliği bir kaynağını da Kemal Tahir'in hapishane tecrübesinden alıyordur muhtemelen. Kitap tamamen hapiste geçiyor ve dışarıda ne olup bittiğini Kamil bey'in ziyaretçilerinden, gazetelerden ve Kamil bey'in koğuş ağasına attığı yumruk vesilesiyle tanıştığı Binbaşı Arif'le ettiği sohbetler vasıtasıyla öğreniyoruz. Mekan ve karakterler hapishaneyle sınırlı tutulduğundan ve dolayısıyla okur olarak zihnimiz başka konu, kişi ve mekanlara dağılmadığından aydın-halk yabancılaşmasını gayet net görebiliyoruz burada.
Üçlemenin son kitabı olan Yol Ayrımı'nda ise Kamil beyin hapisten çıkmasını, Kurtuluş Savaşı'nın sonuçlanmasını ve sonrasında Cumhuriyet'in ilan edilmesini beklerken zamansal bir sıçrama yaşayarak Cumhuriyet'in çoktan ilan edilip Serbest Cumhuriyet Fırkası'nın kurulduğu yıllara gidiyoruz. Bu kitapta, Kuvayımilliye destanını yazmış kahramanların yeni fırkanın halkta yarattığı heyecan dalgası karşısında yaşadığı şaşkınlığa ve fırka taraftarları ve karşıtları arasındaki fikir ayrılıklarına şahit oluyoruz. Bu arada Kemal Tahir'in Yorgun Savaşçı okumuşlara küçük bir sürprizi var. Yorgun Savaşçı'nın ana karakteri topçu yüzbaşı Cehennem Cemil de bu Kuvayımilliye kahramanları arasında romanda yerini alıyor. İlk iki kitaptan çok daha farklı karakterler var burada ve ilginçtir ki Kamil Bey ve ailesi bu kitapta ikinci plana atılmış. Hatta ilk kitapta Kamil beyin hayatının akışını değiştirecek derecede öneme sahip olan karakterler Nedime hanım ve eşi İhsan buhar olup uçmuş sanki.
Yukarıda özetin özeti olarak yazdıklarımın yanı sıra şunu da mutlaka belirtmeliyim: Kemal Tahir karakterlerinin insan ilişkileri, iç konuşmaları ve psikolojik çözümlemeleri bu üç kitaba da damgasını vuruyor. Her zaman şunu düşünmüşümdür; güçlü romancıların gözlem derinliğini değme psikoloji kitaplarında bulamazsınız. Varsayalım yoğun şekilde psikoloji okudunuz ve teorik anlamda insanları tanıdığınızı düşünüyorsunuz. Pratiği neyle besleyebilirsiniz yaşarken karşılaşacağınız insan sayısı da sınırlı olduğuna göre? Hele bizimki gibi binbir suyun döküldüğü bu coğrafyada...
Aşağıda okuyacaklarınız, hangi birini buraya yazsam diye zorlanarak seçtiğim alıntılardır. Siz okuduysanız hangi satırların altını çizdiniz? İyi okumalar...
ESİR ŞEHRİN İNSANLARI
"Araplar mezhep kurucusudurlar. Biz Türkler, tarikat kurucusuyuz. Arap mezhepleri sufiliğe, Türk tarikatları tasavvufa dayanır. Tasavvufa göre dünyada her şeyden önce güzellik vardı. İbadet bu güzelliğe tutkunluktur. Bu sebeple Türkün bağlanacağı inanç, Allah korkusundan değil, Allah sevgisinden gelir. Okudukça tasavvufun yalnız Türk'e mahsus bir yol olduğunu anladım. Türk illerinde doğmuş, Anadolu'da gelişmiştir. Türk tasavvufu Şamanlıkla İslamlığın karışımıdır. Buna biraz da yeni Platonculuk katılmış Roma Anadolu'sundan kalıntı... Daha doğrusu Stoisizm... Anadolu'ya Şeyh Ahmet Yesevi adına halifeleri yaymıştır tasavvufu... Bunların hepsi dünyadan el çeken basit köylülerdir, bence... Pir Dede, Keyifli Baba, Horoz Dede, Abdal Musa, Avşar Dede, Akyazılı Baba, Kudümlü Baba Sultan, Sarı Saltık... Bunlar köylü halkı etkilemişler, Anadolunun İslamlaşmasını, bir anlamda Türkleşmesini sağlamışlar. Anadolu bu tohuma o kadar uymuş ki, Yunus Emre gibi kocaman bir dahi san'atçı yetiştirmiş..."
"Dışarıya yağmur yağıyordu. Dünya daralmış, bir pencerelik kalmıştı. Islak ağaçlarla dolu bir pencerelik dünya...
...
Bir pencere dolusu dünya... Ama bir pencere dolusu dünya bile ölümlü bir insana bazen elveriyor... Bazen bize bir tek mısra nasıl yeterse işte öyle..."
"Bunlar, Hazreti Ömer olmasa bilmem ki ne haltedecekler? Sanki Hazreti Ömer'in adalet çağı, bugüne imdat edebilirmiş gibi... Sen ne sandın Mümin hoca? Bugün elinde, Hazreti Ömer gücü olanlar bu anlattığın hikayeleri bilmiyorlar mı? Senden beş fazlasını biliyorlar. Şeyhülislam Efendi, bugün Fetvahaneyi gezmeğe gelen İngiliz karılarını kaç kere eteklemiştir de, karnını bir güzel doyurduktan sonra dalkavuklarına senin gibi Hazreti Ömer kıssaları anlatmaya girişmiştir. Haberin olsun ki, lafla peynir gemisi yürümez!"
"Eski adamlar, bütün davranışlarını dine uydurmağa uğraşmışlardı. Yürüyen ve değişen hayatı donmuş kalıplara uydurmağa çalışmaktan daha zavallı iş olur mu? Zamanın hakim sosyal fikri (din) olduğu, herkes servetini, canını, şerefini ona bağladığı halde, onu kurtarıp yaşatalım derken nasıl da kolayca berbat etmişlerdi. İşte, her vesika, her ferman, her kadı mahkemesi hükmü, dini, başka başka kazançlara alet edebilmek için, akıl almaz şeriat hiyleleriyle dolu...
Kamil bey, o zamana kadar bir türlü anlayamadığı bazı şeylerin sebeplerini şimdi bulmuştu. Sözgelimi: İstanbul'u dolduran büyük camilerin yanına neden böyle sürü sürü cemaatsiz mescit yapılmış? Devrin, bir fermanla baş kesip aynı fermanla bütün bir serveti yağma etmek düzenine çare bulmak için... Her vakıf, din perdesi altında garanti edilmiş bir servetten, güvene alınmış bir mirastan başka bir şey değil..."
"-Ben sizin kadar güçlü değilim... Bazen hür olduğumu zannederek sevindiğim oluyor. Esir bir şehrin, hatta esir bir memleketin esirlerinden herhangi birisi olduğumu unutuyorum da...
- İhsan'ın dediği gibi... "Bir kafese kapatılmış kuşla, bir odaya kapatılmış kuşun farkı". İhsan beni işte böyle teselli eder."
"Mağaralar, toprağın gökyüzüne açılmış karanlık ağızlarıdır. Fırtınalı havalarda, onun türkülerini, gazaplarını, sevinçlerini, ıstıraplarını haykırırlar. İnönündekiler, gözleri önünde dövüşen kendi adamlarına silahı az, biti çok, gıdasızlıktan yaraları bile doya doya kanayamıyan, vurulunca doyasıya inleyemeyecek kadar güçsüz insanlarına gene kimbilir neler söylemişlerdir? Bir büyük sanatçı yetişmeli. İnönü mağaralarının duvarlarına kaba taslak muharebe resimleri oymalı. Ama kalın pazılı pehlivanlar değil, İnönünde vuruşmuş, hatta bir gözü köyüne kadar kaçmaktayken zafer kazanmış gerçek insanları... Birçok sanatçılar zaferleri, insanlardan aşırıp, yorulmaz, ağlamaz, ölmez devlere mal etmek alçaklığını neden yapagelmişlerdir? Yorulmıyan, ağlamıyan, ölmiyen olduktan sonra zaferin ne değeri kalır?"
ESİR ŞEHRİN MAHPUSU
"Bir şey vardı ki milletle kaynaşmasını önlüyordu. Galiba her lafa efendim demesi, durmadan teşekkür etmesi... Geldiğinden beri kimsenin kimseye efendim dediğini, teşekkür ettiğini duymamıştı."
"... Köprüyü geçene kadar, ayıya, neden dayı diyorsunuz? Köprünün başını ayı tutmuş gibi geliyor. "Ayıyı tepeleyip geçmek zor! Dayı deyip sıyrılmak kolay" diyorsunuz. Girdiğiniz yolda, köprü bir tane olsa, belki haklısınız! Girdiğiniz yol: Politika... Durmadan köprü geçeceksiniz. Güç yetirebileceğinize aklınız yatsa, ilk köprüde ayıya ayı demezdiniz! Daha birinci köprüde, kolaya kaçtığınızı gören namuslu insanlar, sizi bırakacak. Tevfik Fikret'ten kopup Ali Kemal'le kalıyorsunuz! Ayıların arasına büsbütün güçsüz giriyorsunuz. Her köprüyü geçtikçe, arkanızda ayıların tuttuğu köprüler bırakmaktasınız. Peki biraz ilerde, dört yanınızı çepe çevre kuşatan ayıların istediklerini, nasıl yapmamazlık edebileceksiniz? Bir zaman sonra artık paralanmayı göze almanın bile faydası kalmayacak. Köprüyü geçene kadar ayıya dayı demek, ayılara yem olmayı başından kabullenmek demektir. - Elinin tersiyle Naima tarihinin cildine yavaşça vurdu: - "Köprüyü geçene kadar ayıya dayı derler" sözü, su katılmamış Osmanlı sözü... Osmanlıların, tarihleri boyunca, iki karışlık köprüleri bile, neden geçememiş olduklarını, bundan daha iyi anlatan bir başka söz yoktur. Osmanlı hiçbir zaman, ayılara dayı demeden köprü geçmeyi göze alamadı. Bugün bile İstanbul'un politikacıları, Ankara'yı ayıya dayı demediği için yadırgıyorlar."
YOL AYRIMI
"Köklü devrim nesinden bilinir? Gelirken milleti sevindirmesinden, giderken bir kez daha sevindirmesinden!"
"Saraylar da öteki devlet yapıları gibi, bağımsız devletin ayrılmaz parçalarıdır. Bizi tarihimize bağlayan halkalarıdır. Milli onurun gözle görünür eserleridir. Dün padişahınsa, yarın halkın malı olur. Bence bugün Edirne şehri, sınırlarımızın içindeyse, biz bunu, Enver Paşa'ya değil, hatta Lozan Sulhu'na değil, Sinan'ın Selimiye'sine borçluyuz. Selimiye orada durdukça, Edirne de bizim sınırlarımızın içinde durur, hepimiz toptan ölmedikçe... Çünkü hiç kimse, Selimiye'yi hiçbir yerine sokamaz. Onu artık hiçbir barbar da yıkamaz. Saraylar kardeşim, ancak içi sanat eserlerimizle dolu müzelerimiz olabilir. Ötesi demagojidir. Bize hiç yaraşmaz."
"Yüzlerindeki anlama, seslerindeki donukluğa, el kol sallayışlarındaki sinirliliğe baktıkça Murat'ın şaşkınlığı artmaktaydı. Bu adamlar, sanki ömürlerinde hiçbir zaman gerçekten sevinmemişlerdi. Ramiz amcası, Kamil Bey, tanıdığı öteki Kuvayı Milliyeciler de, az çok farklarla, yerine göre böyleydiler. Oysa, yaşayışlarında, herhangi bir insanı, ölene kadar mutlu kılacak zafer sevinçleri olmuştu. "Bir derin kuyuya atılan taş gibi düşmüş bunların ruhuna bu sevinç... Gürültü koparmış, durgunluğu çalkalamış ama, sonunda bir daha yüze çıkmamak üzere batmış gitmiş! O zaman bunların kazandıkları zafer de, giderek yenilgiye benzedi, içlerinde... Doktor Münür Bey garip şeyler söylüyordu bu çeşit Kuvayi Milliyeciler için... Güçsüz değiller ama, güçleri üniformalı düşman karşısında bulunmadıkça yırtıcı atılganlıktan, sonuna kadar kovalamak hırsından gelmez! Bunlar kendileri de farkında değillerdir, ama son hesaplaşmada, durgun adamlardır. Hayalperver adamlar... Gerçeğin yerine kolayca uydurmayı koyup kendilerini aldatarak rahatlamayı yadırgamazlar. Oturup sabırla beklemeyi, sabırla acı çekmeyi, yoksulluğun her çeşidine katlanmayı bilirler. Türkçesi Anadolu milletinin yetiştirdiği çilekeş dövüşçülerimiz... Soylu korkmazlıklarıyle, hesaplara sığmaz direnişleriyle tarih yapan, ama yaptıkları tarihe sahip çıkmasını pek de bilmeyen bizim insanlarımız"..."
"Evliya Çelebi'yi okudu okuyalı anlamadığı şeydi bu. Enikonu bir dünya görüşüne benzeyen, onun kadar sistemleşmiş bir bakış özelliği... İnsanları, olayları, fikirleri abartmak... Kendini de -elbette- abarttığı için her şeye abartarak bakmak... O kadar ki bu abartış, Osmanlı insanında doğal hale geldiğinden ancak, başka ölçülere sahip olanlarca farkına varılır. "Neden peki? Nereden gelmiş?" Şuradan ki... Şuradan olabilir! Çünkü, daha önceleri yoktu bu özellik galiba... On yedinci yüzyılda... Başlamış, sonlarına doğru daha çok gelişmiş... Belki de Kanunî'de başlamış... Çünkü imparatorlukta gelişmenin, doğaya karşı büyümeye dönüşü Süleyman döneminde başlar. Doğaya karşı büyümeye, yani kansere dönüş... Evet, imparatorluğun bu en güçlü göründüğü sıra ki, hazine tamtakırdır. Padişah kırk beş yıl tahtında kaldığı halde, bu tahtın çevresinde aralıksız kanlı iktidar boğuşmaları sürmüştür. Medreselilerin ayaklanıp çeteler halinde eşkıyalığa soyunmaları... Sipahi toprak düzeni, büyümüş imparatorluğu sırtında taşıyamaz hale geldiğinden iltizam sistemine geçiş.
Daha başlangıçta yürütülmemesi de beraber kararlaştırıldığından, kurtarıcı diye başvurulan bu iltizam sistemi, devlet dolandırıcılığı haline gelmiş... Kanunî lâkabı aslında, Süleyman'a kanunsuzluk dönemi açtığı için alay olsun, hakaret olsun diye takılmıştır. Kanunî, bütün saltanat dönemini, kanunsuzluklardan kanunsuzluklara yuvarlanarak, hiç faydasız olduğundan, istememesi gerektiği halde evlâtlarının etini yiyerek, yaşlanıp güçten düştüğü çağda ise, en fakir reayasına bile kolayca nasip olan bir rahat döşeği bulamayarak, bir eşya gibi, yüklenip zorla sürüklendiği bir seferde, yaralı bir hayvan gövdesi gibi oradan oraya atılarak, sonunda ise, devletin selâmeti adına ölümü bile diri gösterilmek için insafsızca tartaklanmıştır. Böyle başlayan çöküş dönemi uzun süre, içten çürüyüp, dıştan dünyaya meydan okuduğu için Osmanlı insanını bir bakıma gerçekçi, bir bakıma gerçek dışına düşmüş olarak dünyaya başka türlü bakan abartıcı bir yaratık haline getirmiştir."
"Saplantıda olduğumuzu bilemiyoruz ki, özrünü düşünelim... Ben de kim bilir, nerede, neye takılırım. Bütün saplantılarımız, korkularımızdan geliyor. İnsanoğlu, deli değilse, korkar mutlaka... Saplantılarımızdaki korkunun bize saçma görünmemesi, yüz binlerce yıldan arta kaldıkları için... Bunlar, gerçek sebeplerini yitirdiğimiz korkuların tortusu..."
ESİR ŞEHRİN MAHPUSU
"Bir şey vardı ki milletle kaynaşmasını önlüyordu. Galiba her lafa efendim demesi, durmadan teşekkür etmesi... Geldiğinden beri kimsenin kimseye efendim dediğini, teşekkür ettiğini duymamıştı."
"... Köprüyü geçene kadar, ayıya, neden dayı diyorsunuz? Köprünün başını ayı tutmuş gibi geliyor. "Ayıyı tepeleyip geçmek zor! Dayı deyip sıyrılmak kolay" diyorsunuz. Girdiğiniz yolda, köprü bir tane olsa, belki haklısınız! Girdiğiniz yol: Politika... Durmadan köprü geçeceksiniz. Güç yetirebileceğinize aklınız yatsa, ilk köprüde ayıya ayı demezdiniz! Daha birinci köprüde, kolaya kaçtığınızı gören namuslu insanlar, sizi bırakacak. Tevfik Fikret'ten kopup Ali Kemal'le kalıyorsunuz! Ayıların arasına büsbütün güçsüz giriyorsunuz. Her köprüyü geçtikçe, arkanızda ayıların tuttuğu köprüler bırakmaktasınız. Peki biraz ilerde, dört yanınızı çepe çevre kuşatan ayıların istediklerini, nasıl yapmamazlık edebileceksiniz? Bir zaman sonra artık paralanmayı göze almanın bile faydası kalmayacak. Köprüyü geçene kadar ayıya dayı demek, ayılara yem olmayı başından kabullenmek demektir. - Elinin tersiyle Naima tarihinin cildine yavaşça vurdu: - "Köprüyü geçene kadar ayıya dayı derler" sözü, su katılmamış Osmanlı sözü... Osmanlıların, tarihleri boyunca, iki karışlık köprüleri bile, neden geçememiş olduklarını, bundan daha iyi anlatan bir başka söz yoktur. Osmanlı hiçbir zaman, ayılara dayı demeden köprü geçmeyi göze alamadı. Bugün bile İstanbul'un politikacıları, Ankara'yı ayıya dayı demediği için yadırgıyorlar."
YOL AYRIMI
"Köklü devrim nesinden bilinir? Gelirken milleti sevindirmesinden, giderken bir kez daha sevindirmesinden!"
"Saraylar da öteki devlet yapıları gibi, bağımsız devletin ayrılmaz parçalarıdır. Bizi tarihimize bağlayan halkalarıdır. Milli onurun gözle görünür eserleridir. Dün padişahınsa, yarın halkın malı olur. Bence bugün Edirne şehri, sınırlarımızın içindeyse, biz bunu, Enver Paşa'ya değil, hatta Lozan Sulhu'na değil, Sinan'ın Selimiye'sine borçluyuz. Selimiye orada durdukça, Edirne de bizim sınırlarımızın içinde durur, hepimiz toptan ölmedikçe... Çünkü hiç kimse, Selimiye'yi hiçbir yerine sokamaz. Onu artık hiçbir barbar da yıkamaz. Saraylar kardeşim, ancak içi sanat eserlerimizle dolu müzelerimiz olabilir. Ötesi demagojidir. Bize hiç yaraşmaz."
"Yüzlerindeki anlama, seslerindeki donukluğa, el kol sallayışlarındaki sinirliliğe baktıkça Murat'ın şaşkınlığı artmaktaydı. Bu adamlar, sanki ömürlerinde hiçbir zaman gerçekten sevinmemişlerdi. Ramiz amcası, Kamil Bey, tanıdığı öteki Kuvayı Milliyeciler de, az çok farklarla, yerine göre böyleydiler. Oysa, yaşayışlarında, herhangi bir insanı, ölene kadar mutlu kılacak zafer sevinçleri olmuştu. "Bir derin kuyuya atılan taş gibi düşmüş bunların ruhuna bu sevinç... Gürültü koparmış, durgunluğu çalkalamış ama, sonunda bir daha yüze çıkmamak üzere batmış gitmiş! O zaman bunların kazandıkları zafer de, giderek yenilgiye benzedi, içlerinde... Doktor Münür Bey garip şeyler söylüyordu bu çeşit Kuvayi Milliyeciler için... Güçsüz değiller ama, güçleri üniformalı düşman karşısında bulunmadıkça yırtıcı atılganlıktan, sonuna kadar kovalamak hırsından gelmez! Bunlar kendileri de farkında değillerdir, ama son hesaplaşmada, durgun adamlardır. Hayalperver adamlar... Gerçeğin yerine kolayca uydurmayı koyup kendilerini aldatarak rahatlamayı yadırgamazlar. Oturup sabırla beklemeyi, sabırla acı çekmeyi, yoksulluğun her çeşidine katlanmayı bilirler. Türkçesi Anadolu milletinin yetiştirdiği çilekeş dövüşçülerimiz... Soylu korkmazlıklarıyle, hesaplara sığmaz direnişleriyle tarih yapan, ama yaptıkları tarihe sahip çıkmasını pek de bilmeyen bizim insanlarımız"..."
"Evliya Çelebi'yi okudu okuyalı anlamadığı şeydi bu. Enikonu bir dünya görüşüne benzeyen, onun kadar sistemleşmiş bir bakış özelliği... İnsanları, olayları, fikirleri abartmak... Kendini de -elbette- abarttığı için her şeye abartarak bakmak... O kadar ki bu abartış, Osmanlı insanında doğal hale geldiğinden ancak, başka ölçülere sahip olanlarca farkına varılır. "Neden peki? Nereden gelmiş?" Şuradan ki... Şuradan olabilir! Çünkü, daha önceleri yoktu bu özellik galiba... On yedinci yüzyılda... Başlamış, sonlarına doğru daha çok gelişmiş... Belki de Kanunî'de başlamış... Çünkü imparatorlukta gelişmenin, doğaya karşı büyümeye dönüşü Süleyman döneminde başlar. Doğaya karşı büyümeye, yani kansere dönüş... Evet, imparatorluğun bu en güçlü göründüğü sıra ki, hazine tamtakırdır. Padişah kırk beş yıl tahtında kaldığı halde, bu tahtın çevresinde aralıksız kanlı iktidar boğuşmaları sürmüştür. Medreselilerin ayaklanıp çeteler halinde eşkıyalığa soyunmaları... Sipahi toprak düzeni, büyümüş imparatorluğu sırtında taşıyamaz hale geldiğinden iltizam sistemine geçiş.
Daha başlangıçta yürütülmemesi de beraber kararlaştırıldığından, kurtarıcı diye başvurulan bu iltizam sistemi, devlet dolandırıcılığı haline gelmiş... Kanunî lâkabı aslında, Süleyman'a kanunsuzluk dönemi açtığı için alay olsun, hakaret olsun diye takılmıştır. Kanunî, bütün saltanat dönemini, kanunsuzluklardan kanunsuzluklara yuvarlanarak, hiç faydasız olduğundan, istememesi gerektiği halde evlâtlarının etini yiyerek, yaşlanıp güçten düştüğü çağda ise, en fakir reayasına bile kolayca nasip olan bir rahat döşeği bulamayarak, bir eşya gibi, yüklenip zorla sürüklendiği bir seferde, yaralı bir hayvan gövdesi gibi oradan oraya atılarak, sonunda ise, devletin selâmeti adına ölümü bile diri gösterilmek için insafsızca tartaklanmıştır. Böyle başlayan çöküş dönemi uzun süre, içten çürüyüp, dıştan dünyaya meydan okuduğu için Osmanlı insanını bir bakıma gerçekçi, bir bakıma gerçek dışına düşmüş olarak dünyaya başka türlü bakan abartıcı bir yaratık haline getirmiştir."
"Saplantıda olduğumuzu bilemiyoruz ki, özrünü düşünelim... Ben de kim bilir, nerede, neye takılırım. Bütün saplantılarımız, korkularımızdan geliyor. İnsanoğlu, deli değilse, korkar mutlaka... Saplantılarımızdaki korkunun bize saçma görünmemesi, yüz binlerce yıldan arta kaldıkları için... Bunlar, gerçek sebeplerini yitirdiğimiz korkuların tortusu..."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder