Dünyaya gelen her insanın bir hikayesi olduğu söylenir ya; ben daha çok başkalarının hikayelerine maruz kalarak ömrümüzün geçtiğini düşünmüşümdür. Kutsal kitaplardaki kıssalardan halk hikayelerine, mitolojiden film senaryolarına, masallardan biyografilere, fıkralardan anılara kadar genişleyen bir yelpazeden herkes kendi beğenisine göre hikayeler dinliyor, okuyor ve başkalarına anlatıyor. Aslında “hayat hikayesi” denen kavrama da, maruz kalınan hikayelerin zihnin katmanlarında iç içe geçerek kişinin kendi hayatında atacağı adımların yolunu hazırlamasıdır desek yanılmış olmayız. Anne-babalarımızdan, aile büyüklerimizden, öğretmenlerimizden, arkadaşlarımızdan, politikacılardan, şehirlerarası bir yolculukta yanımıza oturan bir yolcudan dinlediğimiz öyküleri ve bunların bıraktığı yığınla olumlu ve olumsuz izleri düşünün.
Benim için öyküleri vazgeçilmez kılan etkilerinden biri şifa dağıtmalarıdır. Öykülerdeki şifa binbir renge bürünür: Güldürerek, kötülerin cezalandırılmasıyla oh çektirerek, ibret aldırarak, dürtülerin boşaltımını sağlayarak, empati kurma alışkanlığını kazandırarak, vs. Yaşam yolculuğumun dönemeçlerinde öyküler, şifalı birer sığınak olmuştur hep. Son zamanlarda peş peşe okuduğum iki kitap da buraya not düşmeye değer. Özellikle yeniden gelebilecek bir karantina sürecinde can sıkıntısına da şifa bu iki kitabı aklınızın bir köşesinde tutun.
Decameron
1348 yılında Avrupa’daki büyük veba salgını, İtalyan yazar Boccaccio’yu “on günün kitabı” anlamına gelen Decameron adlı yapıtındaki 100 öyküyü yazmaya itiyor. Yedi kadın ve üç erkek salgından kaçıp cennet gibi bir doğada bir araya geliyor ve hafta sonları hariç on gün boyunca her öğleden sonra birbirlerine sırayla öyküler anlatıyorlar. Her günü içlerinden seçtikleri kral veya kraliçe yönetiyor. Öykü anlatımından sonra şarkılar, danslar ve tadına doyulmaz yemekler ve içkilerle gün tamamlanıyor.
Boccaccio, önsözünde kitabıyla seven kadınların acılarını hafifletmeyi amaçladığını belirtiyor. Öyküler, genel itibariyle kadın-erkek ilişkileri üzerine hafifmeşrep havada ve yer yer erotik komedi hattında görünse de, sağlam toplumsal eleştirilerin gümbür gümbür gelişi duyuluyor. Çarpık ahlak anlayışı, din adamlarının değişmez ikiyüzlülüğü, insanların mistik anlatılara olan gülünç derecede boş inançları da mutlaka yerden yere vuruluyor ve dostluk, cesaret, asalet, hazırcevaplılık gibi erdemler yüceltiliyor.
Kadın-erkek ilişkileri demişken, Boccaccio’nun öykü anlatıcıları, bazı öykülerin sonunda ilginç bir temennide bulunuyorlar. Anlatılan öykünün sonunda kadın ve erkeğin birbirlerini cinsel anlamda mutlu ettiğinden bahsedildiyse, şöyle dualar etmekten kendilerini alamıyorlar: “Tanrı bize de böyle tatlar bağışlasın”, “Tanrı bu zevki bizden esirgemesin” gibi. Bir erkek, kadınını mutlu edemezse kadının onu aldatmasını da hak görüyor Boccaccio; “doğa yasaları” böyle emrettiği için. Örneğin bir öyküsünde yaşlı bir adamla evlendirilen genç bir kadının eşini aldatmasına ilişkin satırları okurken, Boccaccio’dan bir asır önce başka bir coğrafyada buna benzer bir hikaye anlatmış Sadi-i Şirazi’nin “Gülistan”daki dizeleri aklımda uçuşuvermişti:
Tatmin olmazsa kadın erkeğinden,
Çok gümbürtü çıkar onun evinden.
Kalkamazsa bastonuyla ihtiyar yerinden,
Aleti nasıl dikilir acep yerinden?
Farklı ülkelerde farklı zamanlarda anlatılmış bu hikayeler, hep aynı hakikati işaret ediyor: İlişkilerde denge ve uyumun olması gerekliliği. Hem tensel, hem ruhsal anlamda bu eksik kalınca -özellikle kadın açısından- yollar hep aynı çıkmaz sokağa çıkıyor. Hem Boccaccio’da, hem Sadi’de kadının ilişkinin rotasını belirleyici olduğunu görüyoruz. Özellikle Boccaccio’nun onu eleştirenlere yanıt verdiği satırlarında biz kadınlara tatlı tatlı laf atışını burada alıntılamak isterim:
Boccaccio’nun yukarıdaki satırlarını o karşımdaymış da sesini duymuş gibi okudum diyebilirim. Okudum ve mest olmuş, mırıl mırıl bir kediye döndüm. (Bunda Oğlak Yayınları’ndan çıkmış kitabın çevirmeni Rekin Teksoy’un yetkin çevirisinin payı büyük. 900 sayfayı aşkın kitap kusursuz akıyor. Rekin Teksoy, tertemiz bir Türkçeyle okurunu karşılıyor ve her öykünün başında ilginç bilgiler içeren dipnotlardan mahrum bırakmıyor.) Zamanda bir yolculuk yapıp Boccaccio’yu karşıma alabilseydim teşekkür mahiyetinde ben de ona bizim toprakların hikayelerinden anlatırdım. Şöyle seslenirdim ona: Kadınların aziz dostu Giovanni Boccaccio! “Kalemin gücü, kullanmasını bilmeyenlerin sandıklarından çok daha fazladır” demişsin madem, gel de sana bizim ellerdeki kalem erbabının, söz ustalarının güçlü sesini duyurayım. Hep Floransa’da gezinecek değilsin ya!
*Decameron - Boccaccio - Oğlak Yayınları
Kurtlarla Koşan Kadınlar
“Eğer öykü tohumsa, biz onun toprağıyız” diyor Kurtlarla Koşan Kadınlar’ın yazarı Clarissa Estés. Bir psikanalist ve terapist olarak kadim masalların semboller yoluyla kadınların bilinçaltına ektiği tohumların izini sürüyor ve birbirinden farklı topraklardaki masalların aslında dünyadaki tüm kadınların şifası olduğunu gösteriyor. Ve bu masallar aracılığıyla kadınların "vahşi" yönüne, yani yaratıcı gücüne sesleniyor Estés. Onları bir kurda benzeterek yapıyor bunu:
"Sağlıklı kadın tıpkı bir kurt gibidir. Sağlam, kunt, diri, hayat verici, konumunun bilincinde, yaratıcı, sadık ve göçebedir. Ancak vahşi doğadan ayrılmak kadının kişiliğinin zayıflamasına, bir hortlak ve hayalet halini almasına yol açar. Postu kolay deldiren, çelimsiz, sıçrayamayan, avlanamayan, doğuramayan, bir hayat yaratma yeteneğinden yoksun biri olmak için burada değiliz. Kadınların hayatı durağanlık içindeyken ya da can sıkıntısıyla dolu olduğunda, bu her zaman için Vahşi Kadın'ın ortaya çıkma zamanının geldiğini gösterir; ruhun yaratıcı işlevinin deltayı doldurmasının zamanıdır."
Adından da anlaşılacağı üzere, kitap boyunca kurtlar eşlik ediyor okura. Kurtların soluğunu ensenizde hissediyorsunuz. Satır aralarında kurtların yavrularını nasıl hayata hazırladığını, sürülerini nasıl organize ettiklerini, devinimlerini gözlerken, yazar kitabın her bölümünde başka bir masal anlatıyor. İşin asıl heyecan verici kısmı ise masal bitiminde başlıyor. Yazar her bir masalı karakterleri, olay örgüsü, sembolleri, ruhbilimsel ve toplumsal göndermeleri açısından didik didik ediyor. Masalları öyle bir süzgeçten geçiriyor ki, bundan sonra hiçbir masalı eskisi gibi okumayacağınıza kanaat getiriyorsunuz. Çocukluktan beri masalların işlevinin uyutmak olduğu zannedilirken bu kitapta uyandırmak olduğunu görüyorsunuz. Her kadının içindeki vahşi kurdu hatırlatan; seven, çalışan, üreten, yaratan, yılmayan, doğasıyla barışık kadını uyandıran bir kitap bu.
Psikanalize aşinaysanız, Jung'un adını işittiyseniz, kadınların bağımsızlaşması ve bireyleşmesi yolundaki konular ilginizi çekiyorsa doğru yerdesiniz. Her masal çözümlemesinde derin bir soluk alıp kendi hayatınıza bakmanın zamanıdır. Çıkacağınız yolculuklara yüreklendiren, yaralarınızı saran, dostça bir sesin şiirsel selamıdır her cümle.
Sizin kurdunuz hangi masalsı alemde geziniyor?
*Kurtlarla Koşan Kadınlar: Vahşi Kadın Arketipine Dair Mit ve Öyküler - Clarissa Estés - Ayrıntı Yayınları
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder