22 Aralık 2017 Cuma

Oğuz Atay'la telefon görüşmesi

Oğuz Atay'ın Günlük'ünü okudum. Okuduktan sonra keşke sağ olsaydı da bir imza günü, söyleşi möyleşi denk getirip onu canlı canlı dinleme onuruna erişebilseydim diye düşündüm. Sonra bire bir sohbet etme hayali canlandı da gözümde... Yok yok, ben çıkamazdım karşısına. Cesaretim olmazdı sanırım. Veya Çavdar Tarlasında Çocuklar kitabındaki gibi onunla telefonda mı konuşurdum acaba?

"Bir kitabı okuyup bitirdiğiniz zaman, bunu yazan keşke çok yakın bir arkadaşım olsaydı da, canım her istediğinde onu telefonla arayıp konuşabilseydim diyorsanız, o kitap bence gerçekten iyidir. Ama öylesi pek bulunmuyor."

Oğuz Atay okudukça bende de bu his uyanıyor; gelgelelim her canım istediğinde ona telefon açamazdım. Onun muazzam birikimi ve dolayısıyla muazzam yalnızlığının karşısında günlük dertlerimle un ufak oluverirdim. Bir de rahatsız etmek istemezdim adamı. Onca işinin gücünün arasında ayıp yav... Diyelim, Yaradan'a sığınıp, bir cesaretle açtım telefonu. Birkaç hoşbeşten sonra konu nereye varacak? Onun birikiminin altında ezilmemek için etiketlerimi masaya sürsem? Laf arasında önemsiz bir ayrıntıdan bahseder gibi cümleyi öksürüğe boğdurarak: "Öhö, öhö bendeniz İngilizce öğretmeniyim, ayriyeten doktora tezi yazıyorum, naçizane..." filan derken Günlük'ündeki şu cümlesiyle sözümü kesse:

"Kimsenin doğru dürüst bir şey bilmediği bu ülkede belki ordan burdan bir şeyler makaslayarak eserler verselerdi, iyi kötü bir ansiklopedide iki üç satırla anılmaları işten bile değildi."

Vay anasını, sanki beni anlatıyor! Doğruya doğru arkadaş; sosyal bilimlerde laf salatasından öteye gitmiyor çalışmaların çoğu. Özgün kavramlar üretmiyoruz; Batının üretmiş olduklarını kim bilir kaç milyonuncu kez kendi ortamımızda sınıyoruz yalnızca. Ayrıca Atay yine insaflıymış yukarıdaki cümlesinde; tez danışmanlarının emir kulu, biz gariban araştırmacıların ansiklopedilerde anılma şansı bile yok. 

Anlaşılan, etiketlerden, makam mevkiden hayır yok bu sohbette. Evlilikten, çoluk çocuktan bahsetsen, Atay'ın karakterleri kafa bulandırıyor. "Aile saadeti", "Türk aile yapısı" gibi kemikleşmiş kavramlarla da bu sohbet yürümez; çünkü herkes oyun oynuyor onun kitaplarında. Birbirlerini aldatıyorlar. Mutsuzluklarının bir nedeni (belki sonucu?) evlilikleri. 

Kala kala elimde ne kaldı? Hah, edebiyat! Tabii ya, asıl edebiyat konuşulmalı onunla... Falancanın şu romanına bayılırım dediğimde, şırrrak!... Şu cümle patlar suratımda (yani kulağımda, telefonda konuşuyoruz ya):

"Türk Romanının sorunu kişiliktir. İnsanımızın kişilik kazanma savaşının önemini henüz kavramamış olmasıdır. Kendisiyle hesaplaşma diye bir kavramın varlığından habersiz oluşundandır. Bunun için romanımız düzmecedir. Diyalektik gibi gerçekten büyük kavramların gerisine sığınan cüceler ordusu oluşundandır."

Bunca tokatı yedikten sonra bana düşen ne olur? Kem küm edip sahte iyi dileklerle telefonu kapatmak değil mi? Yok yahu, ne telefonu, ne kapatması. Gerçek değil ki bu, unuttunuz mu? İyisi mi ben yatıp uyuyayım. Belki rüyamda Oğuz Atay'ı görürüm. Beğendiğim cümlelerinin altını çizmekten çok yazdıklarını daha iyi anlayabilmek için ne yapabileceğimi sorarım ona. Ama dur ya. Rüyadaki adamı yolundan çevirip hemen bu soru sorulmaz ki. Önce kendini tanıtırsın, seni ciddiye almasını sağlarsın. Peki nasıl olacak bu? Ben falan yerde çalışıyorum, filanca üzerine akademik çalışma yapıyorum, dersin. Medeni durum, çoluk çocuk, edebiyata olan ilginden bahsedersin... Offf, döndük mü yine başa...

10 Aralık 2017 Pazar

Sıradan insanın bir günlük destanı

"Her sabah olduğu gibi, saat beşte ana barakanın yanındaki demir putrele vurularak kalk işareti verildi" diye başlıyor Soljenitsin'in İvan Denisoviç'in Bir Günüİvan Denisoviç, kısa adıyla Şuhov, Stalin Rusya'sındaki acımasız bir çalışma kampında yaşam mücadelesi veren hükümlülerden biridir. Aslında ismi de yoktur onun diğer hükümlüler gibi; Ş-104'tür sadece. 104. işkolunda canı çıkasıya çalıştırılan Şuhov. Tıpkı Şuhov gibi yok hükmündeki hükümlüler işkenceye, dayağa, angaryaya, açlığa rağmen var olmaya çalışırken ne ironiktir ki kampta "İnsan altından da değerliydi. Parmaklıkların ötesine bir kelle eksik çıkarsa bunu kendi kellenle tamamlardın." 

Yalnızca yukarıdaki cümleden ibaret değil kitaptaki ironi. Hatta kitabın kendisi ironiktir. Çünkü ana karakter Şuhov, hiçbir olağanüstü özelliği, kudreti, eğitimi, yeteneği olmayan bir adamdır. Casusluk suçlamasıyla köyünden, çiftinden çubuğundan edilmiş bu adam, adeta hükümlüleri öğütmeye ve yok etmeye programlanmış bir kampta sağ kalabilmekte, gününü kurtarabilmektedir. Senin benim gibi zaafları olan, sıcağı görünce mayışan, karnı doyunca Tanrı'yı hatırlayan, güçlüden sakınan, ufak tefek tutarsızlıkları da olsa özünde iyi bir insancık... İşte bu zavallı insan, karnını doyurup yatağına uzandığında gemisini kurtaran kaptandır, günün kahramanıdır. Olağanüstü koşullarda olağan bir zaferdir onunki. Hiçbir destansı özelliği olmamasına karşın bir günlük destanını yazmıştır romanın sonunda. Senin benim gibi...

Bu arada kitabı okurken insanın içine işleyen soğuğu da not etmeden geçmemeli. İster şömine başında oku kitabı, ister ufo'nun üstüne otur; kâr etmez, illa üşürsün. Dile kolay, "ısınmanın tek yolunun çalışmak olduğu" bir kamptır anlatılan. Delik çizmeler, ıslak ellikler, önce terden vıcık vıcık olup sonra üzerlerinde soğuyan ve paçavraya dönmüş kıyafetlerle hükümlülerin çektiği yalnızca kamp yönetiminden değildir yani.

Soljenitsin'in otobiyografik özelliklere sahip romanı, onun yazarlık gücünü okurun iliğine kemiğine kadar hissettiriyor. Bunda çevirmen Mehmet Özgül'ün payını da unutmamalı. "Herifçioğlu", "köpoğlu", "eline çabuk" gibi günlük söyleyişin enfes kelimeleri sayesinde metin Türkçenin rengine bürünüyor, karakterler Türkçe soluk alıp veriyor.

Romandan tadımlık birkaç cümle: 
"Dualar da şikayet dilekçesi gibidir. Ya yerine ulaşmaz ya da ulaşsa bile red cevabıyla geriye çevrilir."

"Yüzü iyice çökmüştü fakat bu çökkünlükte, düşkün, sakat bir insanın zavallılığı yerine, aşınmış bir kayanın sertliği, esmerliği vardı. Çatlaklar, koyu lekeler içindeki iri elleri onun uzun yıllar süren kamp yaşantısı içinde az şey çekmediğini gösteriyordu. Adamın duruşu bile zorluklara karşı direnişini anlatmaya yeterdi."

"Şu mide denen şey hainin tekiydi, bir gün önceki tokluğunu hiç anımsamazdı ama gelecek günler için durmadan, durmadan isterdi."