26 Temmuz 2016 Salı

Halil İnalcık'ın ardından...

Son haftada ülkece ne çok kaybettik. Dün itibariyle Halil hocamız da yok artık. Sulu gözlü menkıbe tarihçiliğine hiç prim vermeden, günlük çalçene polemiklere bulaşmadan yalnızca bilginin takibini ve hesaplaşılmayan bir toplumsal geçmişi tarihsel birikime dönüştürmenin mücadelesini verdi. Ahmet Cemal hocamın pazartesi yayımlanan "Çankaya'ya dönün, Çankaya'ya..." başlıklı haftalık yazısında belirttiği üzere:

Bizimkisi gibi geçmişini tarihe dönüştürememiş toplumların belirleyici özelliklerinden biri, yaşamsal ya da ölümcül önem taşıyan sorulardan hemen hiçbirinin yanıtını ararken dönüp tarihlerine bakmamaları, o uçsuz bucaksız zaman denizinden ders almamalarıdır. 

Aslında dönüp tarihlerine bakmamakta haklıdırlar da! Çünkü gerçekte tarihleri yoktur. Zira bizimkisi gibi toplumlar, turşu kurma misali, geçmişi devasa zaman kavanozlarına doldurup ağızlarını da sıkıca kapattıktan sonra, kavanozlardaki geçmişin kendiliğinden tarihe dönüşmesini beklerler.

Oysa turşu kurmak bile çok daha fazla bilgi ve çaba gerektirir. Zaman diye adlandırılan olgudan tarih çıkartmanın yolu ise kavanozlarda biriktirilmiş zamanlar arasında bilginin rehberliğinde neden-sonuç ilişkileri kurmaktan, bunun ardından da tarih bilincinin, yani bugün’ü dün’lerin sonucu, yarın’ların da nedeni ve başlangıcı olarak görebilme yetisinden geçer! (Cumhuriyet, 25.07.2016)

Tarih bilincimin oluşmasında en sağlam kaynak olarak gördüğüm Halil hocanın bende şimdilik iki yapıtı var: Şair ve Patron ve Has-bağçede ayş u tarab: Nedimler, Şairler, Mutribler. İlkini okudum, ikincisine henüz başlamadım. Divan edebiyatı şairlerinin padişah yağcılıkları beni kızdırırdı; oysa "Şair ve Patron"da -tarih bilimi için hep söylenegeldiği üzere- o dönemin koşullarını inceleyerek ve yargılamadan bu durumu anlamak mümkün. Belki bu kitabı okuduktan sonra "şairlerin yaptığı dalkavukluk aslında bir nevi edebi bürokratlıkmış" diyebilirsiniz. "Has-bağçede ayş u tarab" ise "ecdadımız at sırtından inmezdi, ağzına içki koymazdı" palavrasını sıkanlara esaslı bir yanıt niteliğinde. Ayrıntılı okumamakla birlikte üstünkörü göz gezdirdiğim kitapta kadim İranî gelenekten başlanarak Selçuklu dönemi, beylikler dönemi ve en son Osmanlı saltanatındaki "işret meclisleri" yani içki âlemleri; sâkiler, cariyeler, gılmanlar, keyif veren maddelerle dolup taşan ve adeta ayin halini almış zevk u safâ demlerinin âdâbı anlatılıyor. Dönem şairlerinin dizeleri ve güzel minyatürler de hocanın dersine eşlik ediyor. Bu denli yoğun bir çalışma haliyle müthiş bir kaynakçayla kapanışı yapıyor. Ve son bir not: Saltanatların "halka verir talkını, kendi yutar salkımı" sözüyle özetlenebilecek, bu zevk âlemlerine uydurdukları kılıf yine edebiyattan geliyor!

Halil İnalcık'ı "tarihçilerin kutbu" olarak anarlar; benim için onu kutup yıldızı kılan esas yönü adanmışlığı. Hayran olduğum tüm adanmış insanlardaki gibi örnek alınası bir yaşama, çalışma ve üretme coşkusu var. Düşünsenize; 100 yaşındasınız, 85 yıldır tarihle uğraşıyorsunuz ve hâlâ yeni kitaplar okuma ve yazmanın enerjisi ve tatlı telaşı var üzerinizde! Aylar önce Hürriyet'te (12 Eylül 2015) bir söyleşisi yayımlandı hocanın. Orada bunu şöyle açıklamıştı: "72 kitabım var, çoğunu 80 yaşından sonra yazdım. Hâlâ hoca olarak faalim; yedi doktora öğrencim var. Geçen sene bazı yeni makalelerim çıktı. Bir şeye âşık oldunuz mu her şeyi unutursunuz işte. Uykunuzu, sıhhatinizi... Ama hedefe varmak için ömür, onun için de iyi sıhhat lazım. Doktorlarımıza çok şey borçluyum. 100’e vardımsa modern tababette yapılan keşifler sayesinde vardım." Ben hocanın çeyrek yaşını biraz aşmışım; fakat kimi zaman ondan daha yaşlı ve yorgun hissediyorum kendimi. Hatta kimi zaman umutsuz, amaçsız, gün dolduruyormuş gibi içleniyorum. Üstelik bunun bana ve hiç kimseye yakışmadığını adım gibi bildiğim halde. Halbuki Halil hoca o söyleşide "bu ülkede yaşanmaz"cılara bakın ne öneriyor: "Karamsarlık korkaklıktır. Türkiye büyüktür. 1500 yıllık bir tarihimiz var. Canımızla, başımızla bu büyüklüğü devam ettirmeliyiz. Bırakıp kaçmak ihanettir bence. Eğer noksanlar varsa gidermeye uğraşmalıyız. Bu devletin tarihine yakışır şekilde yaşamalı ve çok çalışmalıyız."

Hocam bize cömertçe sunduğunuz birikiminiz, ülkemize kattığınız her şeref payesi için sonsuz teşekkürler. Işıklar, renkler, çiçekler içinde uyuyun...

23 Temmuz 2016 Cumartesi

Darbeli matkap

Önce bir hikaye: Vietnam’da “zayiat” vermek istemeyen bir Amerikan generali “temizlik” harekâtında alması gereken bir köyü taş taş üstünde kalmayana kadar bombalatır. Özel birlikler köyü sarar ve tek tek evleri arayıp “temiz” raporunu verip “alındı” listesine bir yenisini ekleyip tam köyden ayrılırken arkalarından tek bir el ateş edilir. Yine inanılmaz bir bombardıman başlar. Mantar gibi yükselen alev topları, makinelilerin sinir bozucu sesi ve arkasından korkunç bir ölüm sessizliği... Yine özel timler her bir deliği ararlar ve döküntülerin arasında bir deri bir kemik Vietnamlı bir çocuğu elinde bir tüfekle bulurlar. Çocuğu doğrudan generalin önüne getirirler. General çocuğu görünce çok etkilenir. Kimseleri görmeden bombalar yağdırmaya benzemez karşılıklı ilişki. Generalin sağ gözü takmadır. Üstelik de hayli belirgin bir protez. Çocuğa dönüp: 
– Bak sana bir şans vereceğim. Hangi gözümün gerçek olduğunu bil, seni kurşuna dizilmekten kurtarayım. 
Çocuk bir an generalin yüzüne bakar ve:
– Sağ gözün gerçek! 
General şaşırır:
– Nasıl olur, sağ gözüm takma, niye böyle dedin ki? 
Çocuk:     
– O daha insanca bakıyordu.

Takma göz gibi bir demokrasimiz var insanca baktığını varsaydığımız. Takma diş, takma kirpik, takma tırnak gibi seçim zamanlarında takılan ve sonrasında çıkarılan. Sağından soluna, iktidardan muhalefete pek çok siyasetçi seviyor bu eğreti demokrasiyi. Tek adam sultası altında çok seslilik yok, erdemli duruş, eleştiri ve özeleştiri hak getire. İşte böyle bir takma ve çakma demokraside uzunca bir süredir ölümlerden ölüm, zulümlerden zulüm beğenirken ve tüm bunlar canımıza yeterken beyni yıkanmış, gözü dönmüş müritler sürüsü adeta bir matkapla kurumların içini ince ince oymuşlar ve hepimize bu çöküntünün altında yok olmayı reva görmüşler. 

Her ne kadar -miş'li geçmiş zamana tutunarak yaşadığım şokun etkisiyle sendelemekten kurtulsam da hâlâ bir karabasanın içindeyim. "Peygamber ocağı"na yuvalanan bu kişilerden geçmişte medet umup onların efendisiyle bir zamanlar neredeyse yanak yanağa dans edip şimdi ağlaşanlar yarına dair hiçbir umut verici öz değerlendirme yapmıyorlar (yapmazlar da zaten). O yüzden benim karabasanım devam ediyor.

"Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler memleketi olamaz" sözü ayaklar altına alındı, ülkemin en parlak subayları, gazetecileri, akademisyenleri iftiralarla hapislerde çürütüldü. İnsanlar kahrından kanser olurken, intihar ederken omuz silkenler, bu onurlu insanlardan boşalan yerlere bir an önce "altın nesil"den figüranları doldurma telaşındaydı. Al işte; altın nesil altın vuruş yaptı. Geleceğimi altın neslin sabık kankaları mı güvenli bir şekilde inşa edecek? Eskiden elini öptükleri sonra sırt çevirdikleri Erbakan'ın deyişiyle kendi sorumu yanıtlayayım: "Hadi oradan, hadi oradan, hadi oradan!..."

Postallı darbeye karşı olmak yıllardır sürüp giden postalsızına alkış tutmamı gerektirmiyor. Fişlemeler, baskılar, baskınlar, mahpusluklar... Tam bir "korkunun krallığı"... Buyurun, yine yolum şiire çıktı! Hazır uğramışken Attila İlhan'a, onun Korkunun Krallığı kitabındaki "Cehennem Kasidesi" anlatsın meramımı. Bu şiir, 12 eylül cehennemine yazılmıştır; ama 15 temmuz kâbusunu da okumak mümkün görkemli dizelerinde. Bize bu cehennemi yaşatanlara lanet, 15 temmuz ve öncesinde kahramanca çarpışan tüm şehitlerimize rahmet...

yıldızlar dağıldı yerlerinden
karardı güneş 
ne akrep kaldı ne yelkovan
bilinmez hangi zaman içindeyiz
tuzruhu yağıyor bulutlardan
elimiz yüzümüz paramparça
tepeden tırnağa kan içindeyiz

insan yiyen ağaçlar kuşatmış çevremizi
nemli kadife teması yamyam yapraklarının
eflatun ve sarı
leoparlar sürüyor besbelli izimizi

uzaktan sırtlan kahkahaları
zehirli örümcekler sarmaşıklardan
hem aç hem susuz günlerdir uykusuz
çok fena kaybolmuşuz
vahşi bir orman içindeyiz

cehennemde sofra kurmuşuz
bir yanardağ sofrası
alev fıskıyeleri erimiş gümüşten havuzda
elmas sürahilerde yakut şarabı lavlar
ateşten lokmalar avurdumuzda
çatır çutur şimşekler çatılıyor
kıvılcımlı bir yangın kızıllığı
göz gözü görmez bir duman içindeyiz

silahlar doldurulur
şakır şukur
dışarda nöbet devralınıyor
içerde zincirlerin ağırlığı
öfke ve keder
ve inanılmaz pişmanlıklar
tavandan yağlı bir su damlıyor
lağım karanlığında farelerin ıslığı
dört zaruret halinde dört duvar
içimiz artık büsbütün deniz
o mavi gezegen ki adına dünya denilmiştir
aslında yedi kat zindan içindeyiz

4 Temmuz 2016 Pazartesi

Bayram ve rabarba

Bir bayram daha kollarını açmış bizi bekliyor. Şanslıymışız ki, şu erken ölümler ülkesinde bir bayram daha yaşamaya ömrümüz varmış. Bu şükran duygusu, bir sonraki bayramı görememe ihtimalini düşünerek gölgelense de bayram tanrısal bir armağandır pırıltısını kaybetmeyen.

Bayramlar insanın kendisini sorgulama vesilesi de olabilir. Hani her yılbaşında kimileri geleceğe ilişkin sözler verirler: Sigarayı bırakacağım, kilo vereceğim, vs. Bayramlarda da "Bir bayramı daha hak kazanmak için ne yaptım?" diye düşünülebilir: Bir önceki bayramdan bu yana kaç kişinin yaşamına dokundum ve nasıl dokundum, yakın çevremdekiler dışında en azından bir insanın sevincini çoğalttım mı, bir yarasına merhem olabildim mi, olamadıysam acısını hafifletebildim mi? Yalnızca insanların değil, diğer canlıların da yaşadıkları zorlukları elden geldiğince azaltabildim mi? Kendi hesabıma, bu sorulara verdiğim yanıtlar ölçüsünde bayramı hak ettiğimi düşünürüm. Yani zaman akıp giderken "bir bayramı daha idrak etme"nin üstüne eklenebilecek bir değer olabilir bayramı hak etmek.

Ancak bayramda küslerin barışacağına, dargınlıkların giderileceğine dair naif inancım yok. Toplumdaki yozlaşma ve çürümüşlük ortada. Bir çırpıda tüm olumsuzlukları rafa kaldırıp "hayat bayram olsa" şarkısını söylemek de mümkün değil. Fakat dileğim; bayramı sevdiklerinin, yarinin, yareninin, çocuğunun yanında sağlıkla ve huzurla geçirenler için diğer olumsuzluklar bir müddet "rabarba" olarak kalsın. Rabarba da nesi, diyorsanız açıklayayım. Diyelim bir film izliyorsunuz ve filmin bir sahnesinde oyuncular restoranda yemek yiyip sohbet ediyorlar. Restorandaki diğer insanlardan yükseldiğini algıladığınız fakat dikkate almadığınız boğuk sesler rabarbadır. Seyirciler, oyuncuların konuşmasına odaklanırken fonda yer alan anlamsız seslerden oluşan mekan gürültüsüdür. İşte sevdiklerimizin yanında geçirdiğimiz güzel anlara odaklandığımızda bayram gerçek kıymetini bulur, onun ötesindeki tatsızlıklar fasa fisodur, rabarbadır. Aslında "Sevdiklerimizin yanında geçirdiğimiz her an bayramdır" demek geliyor içimden; ama o zaman da "Deliye her gün bayram" atasözüne tosluyorum. Atalar bunu hangi bağlamda söylemiş bilmiyorum ve her atasözü de haklı olacak değil ya! Asık suratlı bir akıllı olmaktansa deli olmak yeğdir. Ne mutlu böyle bir deliliği peşin peşin kabullenenlere! Ne mutlu yaşadığı anların ve bayramların kıymetini bilenlere!