24 Nisan 2016 Pazar

Se-vi-yo-rum!

Eskişehir sokaklarında dolaşıp otlakçılık yapan bir ayyaş var. Barlar Sokağı-Adalar hattında mekik dokuyanlar aşinadır ona. Adamın işi gücü, avare gezip çatallaşmış sesiyle "Se-vi-yo-rum! Seviyoruuuum!" diye bağırmak. Sevip de kavuşamadı mı, neyi veya kimi seviyor, belli değil. Görenlerin kimi gülüp geçiyor, kimi onu taklit ediyor, kimi şaşkın şaşkın ona bakıyor. Ama onun umrunda değil; aynen böyle heceleyerek "Se-vi-yo-rum!" diye bağırmaya devam ediyor.

Ben de bu adamdan aldığım ilhamla kimseleri umursamadan bağırarak sokakları arşınlamak istiyorum. Ama önce aynada bunun provasını yapmam gerek. "Se-vi-yo-rum!" Kimi? Bunu en çok benim ağzımdan duymaya ihtiyacı olan birini...

Çocukluğumdan beri kendimle derdim var. Aklımdan ne zorum var da kendimle zorum oluyor bilmiyorum. Ortaokul veya lise sıralarındayken Hayyam'ın bir dörtlüğüyle karşılaştım ve mal bulmuş mağribi gibi "Tam beni anlatıyor!" diyerek aşağıdaki dizeleri şiirim belledim:

Neylesem bu benim iç kavgalarımla?
Pişmanlığım, kendime düşmanlığımla?
Sen bağışlasan da ben yerim kendi kendimi:
Neylesem bu yüzkaram, bu utancımla?

Ta o yıllardan bu yıllara kendimle olan didişmemi küçük bir örnekle somutlayayım: Yolda yürürken ayağı taşa takılan sağlıklı bir insanın tepkisi nedir? Biraz sendeler, "Hay Allah!" gibi bir şeyler mırıldanır ve yoluna devam eder. Daha da sağlıklı bir insan, sözgelimi bir Karadenizlinin tepkisi nasıl olabilir? ".mına kodumun taşı!" diyerek taşa basar tekmeyi, öfkesini dindirir ve o da yoluna devam eder. Benim gibi bir antika ise ne tepki verir bu durumda? "Dümdüz yolda ayağa takılacak taşı bir sen buldun a beceriksiz!" diye önce kendine ateş eder, taşa söylenip rahatlayacağı yerde.

Bu sessiz kavga, dışarıya yansımadığından yanımdaki yöremdekiler için sorun yok. Yani ben bunalımlarla insanları bunaltıp "vay beni, vaylar beni" diye mızmızlanarak gezen, somurtan, sinameki gibi biri değilim. Hatta pek çok insanın burnunun dibinde olup da körleştiği güzelliklere gönülden şükran duyar, başa gelen sıkıntılara "bu da geçer ya Hû" diyerek onlarda da bir hikmet gizlendiğinin bilinciyle hareket ederim. Ama şu çıyansı çıyansı fısıldayan iç seslerimi susturamadım gitti. David Burns "İyi Hissetmek" kitabında buna benzer iç sesleri "bilişsel çarpıtmalar" olarak tanımlıyor ve 10 kategoriye ayırıyor. Benimki "aşırı büyütme ya da küçültme" (dürbün hilesi) sanırım. Birçok insanın gözünde başarı sayılabilecek şeyleri kendimce öyle küçültür, zavallılaştırır ve son derece insani, kasıt bulunmayan hatalarımı da öyle büyütürüm ki sonunda karanlık bir hiçlik girdabına savrulur giderim. 

Yine bir örnekle devam edeyim. Geçenlerde Alaaddin Yavaşça ile ilgili bir haber izledim. Haberde tüm servetini bir eğitim vakfına bağışladığı belirtildi. Alaaddin Yavaşça'yı ben yalnızca sanat müziği bestecisi ve icracısı olarak bilirdim; meğer jinekoloji profesörüymüş aynı zamanda. Bunu öğrenince hemen aklımdan şunlar geçti: "Vay be insanlar farklı alanlarda neler başarıyor, yarına neler bırakıyor, ya ben? Kaç kişinin okuyacağı bile şüpheli olan bir doktora teziyle uğraşıp duruyorum. Bunu da marifet sanıyorum!" 

Bireyin varlık nedenini sorgularken kendi eylemlerini sorgulaması elbette kaçınılmaz. "Ben neden varım?"ın arkasından mutlaka "Benim varlığımın bu dünyaya katkısı ne?" sorusu gelmeli. Kişiyi en iyi tanımlayan, bulunduğu eylemlerdir; ne de olsa "Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz". Ama kalkıp akşam yemeği için kuru fasulyenin yanına pirinç pilavı değil de bulgur pilavı yapmayı tercih etmenin uygarlık tarihine katkısını sorgulamak da saçma! Gelin görün ki, bazen saçmalık boyutuna sıçrayan bu yanımı inkâr edemem. Aşağıdaki karikatür üzerinden konuya devam edelim:
Naber dergi
Umut Sarıkaya, Naber Dergi
Sizce karikatürdeki iki kişiden hangisi bende var? Sağdaki tatsız adam dediğinizi duyar gibiyim. Aslında ikisi de mevcut. Brezilya fönüyle mutlu olan kadın gibi gündelik yaşamın getirdiği küçük sevinçlere gülümseyen yanımı seviyorum. Ama sağdaki suratsız Sermet, keyifle yenen yemeğin içinden aniden taş çıkması gibi bu mutlu akışımı bozuyor. Yani ben, içimdeki suratsızla saf iç huzurumun tekerine çomak sokuyorum!

Bu suratsızı Gestapo diye adlandırıyorum kimi zaman, kimi zaman da onu kenar mahallelerin maksi etekli, çok bilmiş teyzelerine benzetiyorum. Vardır böyle kadınlar; kapı ağzına oturur, bütün gün sokağından geleni geçeni süzüp dedikodu yapar. Ağzında sakızı muhakkak vardır. Sakız çiğnemeye ara verdiğinde sakızını başındaki yazmasına yapıştırır, dedikoduya girişir. Dedikoduya doyduğunda da yemek yapacağını hatırlayıverir aniden. Entelektüel anlamda beni didikleyen Gestapo'dan kurtulsam günlük yaşamımda her yaptığıma kulp takan bu teyzeden yakayı sıyıramıyorum.

Bir gün olsun, "zeytinyağı gibi üste çıkangiller" ve "ana rahmine haklı düşmüşgiller" familyasından daima haklı olan, her şeyin en doğrusunu bilen o ağzı sakızlı teyze misali mağrurlardan olmak istiyorum. Bir gün olsun, sarsılmaz bir kibrin gölgesine bağdaş kurup nargile fokurdatarak gelene geçene ders vermek nasıl bir duyuş ve düşünüş yapısıdır tatmak istiyorum. Nitekim etrafımda çok böyle insanlar. Bir akrabamız var mesela. İlkokul mezunu ve çalışmıyor. Ama kadın gastronomiden astronomiye, mimariden din işlerine kadar her konuda herkese akıl öğretme hakkını kendinde görüyor. Alın size onunla aramızda geçmiş bir konuşma:
- Kızım her hafta yüzmeye gidiyor. Epey kilo verdi. Sen spor yapıyor musun Sevgi?
- Eskiden yüzerdim. Şimdi yoga yapıyorum.
- Yoga ne ki?
- (Kısaca açıkladım)
- Yoga yapma.
- !!! Niye?
- Yapma. Sen yüz. Yüzme daha iyi.

Bunun gibi onlarca örnek verebilirim. İşin asıl hazin yanı, bu insanlar pervasızlıklarının bir üstünlük olduğuna kendilerini öylesine inandırmışlar ki insanın ister istemez aklına Dunning-Kruger sendromu geliyor. Bu sendrom şöyle özetlenebilir: Niteliksiz insanlar niteliksizliklerinin farkında olmadıkları gibi, yüzeysel niteliklerini şişirme eğilimindedir. Tam tersi de gerçekten nitelikli insanlar için geçerli: Onlar niteliklerini büyütmeyip eksiklerinin bilincinde olduklarından öne çıkmazlar; bu yüzden meydanı boş bulan cahiller ve ukalalar onlara had bildirir hatta onları yönetirler bile! Bu sendromu ilk okuduğumda aklıma babamın bir sözü gelmişti: "Çok mütevazı olma gerçek sanırlar!" 

Benim durumum Dunning-Kruger sendromuna girer mi, emin değilim. Çok da umrumda değil aslında. Sınıflandırmalar, sınırlandırmalardır bir yerde. Hele insan denen nevi şahsına münhasır yaratık söz konusu olunca. Psikolojik temelli ses spazmlarımdan ötürü senelerdir gitmediğim doktor ve terapist kalmadı. Hemen hepsi bir sınıfa mensup olduklarından beni de o sınıf dahilinde tedavi etmeye çalıştılar. Ama bir psikolog, çaresizliğini öyle yalın ifade etmişti ki hâlâ unutamam: "Sevgi hanım, yetiştirilişiniz, yaşam tarzınız, her şeyiniz çok dengeli; o yüzden sizin kendinize olan bu derin hoşgörüsüzlüğünüzü hiçbir yere bağlayamıyorum!" Zavallı adam! "Bırak dağınık kalsın" diyerek onu teselli etmek gelmişti içimden. 

Yalnız son terapi sürecimin (hipnoz) hakkını teslim etmeliyim. "İnsan, âlemde hayal ettiği müddetçe yaşar" demiştir ya Yahya Kemal; benim de hayal ettiğim müddetçe iyileşmeye yaklaştığım tek süreç bu oldu diyebilirim. Kesin konuşamasam da iyimserliğimi sürdürüyorum. Ve bu süreçte şunu öğrendim: Gözü kapatarak göz açtıran bir yöntem hipnoterapi. (Üçüncü göz, kalp gözü falan diyerek olayı lütfen mistik yerlere çekmeyelim.) Yani göz kapatma bir araç; amaç uyutmak ve uyuşturmak değil. Amaç, simsiyah bir umutsuzluk çukuruna hızla yuvarlanırken kendi renklerine uyanmak.

Sözü epey uzatmışım; metaforlara iyice boğulmadan gideyim de bizim ayyaş gibi ayna karşısına geçip kendimi en sade biçimde terapiye alayım: Se-vi-yo-rum!
An itibariyle aldığım vaziyeti bildirir resimdir

22 Nisan 2016 Cuma

23 Nisan

Hayatımın en güzel 23 Nisan'ını eğitim gördüğüm lisenin ortaokul kısmında okurken yaşamıştım. O zamanlar ortaokul ve lise bütünleşikti. Bu bütünleşik olma hali, bizim halimize de benziyordu bir bakıma. Ergenliğin sancılı eşiğindeydik. Çocuk yanımız, yetişkinler kulübüne bir an önce girmeye çalışan tarafımızın eteğinden ısrarla çekiştiriyordu. Ne tamamen ortaokulluyduk, ne tamamen liseli. Ama 23 Nisan'ı şenlik havasında kutladığımız o yıl ('97 veya '98) herkes yetişkinler kulübünün bekleme odasını bir günlüğüne terk edip çocukluğun bulutsu âlemine koşmuştu şarkılar, danslar, oyunlar eşliğinde. 

Böylesi şenlikleri akıl edemeyen veya buna cesareti olmayan eğitimcilerin kurguladığı; okuna okuna eprimiş hamasi metinlerin ruhsuz, yasak savar şekilde mikrofonlardan seslendirildiği törenlerden oldum olası hazzetmedim. Kimi "seçilmiş" çocukların makam koltuklarına oturtulup büyük laflar yumurtlamalarının beklenmesinden de. Çocuklar ille onurlandırılacaksa bu konuda en içten teklifi Nazım Hikmet yapar, onları çocukluklarından sıyırmadan:

Dünyayı verelim çocuklara hiç değilse bir günlüğüne
allı pullu bir balon gibi verelim oynasınlar
oynasınlar türküler söyliyerek yıldızların arasında
dünyayı çocuklara verelim
kocaman bir elma gibi verelim sıcacık bir ekmek somunu gibi
hiç değilse bir günlüğüne doysunlar
dünyayı çocuklara verelim
bir günlük de olsa öğrensin dünya arkadaşlığı
çocuklar dünyayı alacak elimizden
ölümsüz ağaçlar dikecekler

Çocukların evlere hapsolmadığı, sokaklarda korkusuzca oynadığı, doyasıya güldüğü ve hiçbir anlamda sömürülmediği bir dünyayı "hiç değilse bir günlüğüne" onlara verebileceğimiz yarınların özlemiyle 23 Nisan'ımız kutlu olsun...
Fotoğraf: Ara Güler

20 Nisan 2016 Çarşamba

Şiir Okumaya Giriş 101 - 4. Ders

Mümtaz Sevinç'in ölümsüz sesinden İhsan Yüce'nin şiiri "Ekmek, Şarap, Sen ve Ben"... 


14 Nisan 2016 Perşembe

Ayşe Sucu'dan iki eser

Metin Üstündağ - Penguen, 27.08.2009
Sizi bilmem ama ben yıllardır aynı sorular ve aynı yanıtların pişkinliğine terk edilmiş İslami bakışın sığlığında boğulanlardanım. "Oruçluyken sakız çiğnenir mi?" sorusunu ağzına sakız edenlerden gına geldi derken, daha büyük kötülüklerin batağındaki günümüz Molla Kasımlarının kuşattığı bir iklimde Yunus Emre'mizi kaybettiğimizi düşünüyorum. Tasavvuf, felsefe, akıl, vicdan ve ahlakın eleğinden geçmiş ve inceltilmiş bir İslami duyarlılığı mumla arıyorum.

Bu arayışım sırasında uzunca bir süredir yazılarını ve konuşmalarını takip ettiğim ilahiyatçı-yazar Ayşe Sucu'nun iki kitabını okudum. Ayşe Sucu, bana göre "feryadı olan" bir yazar. İslam dünyasının çıkmazlarını gördüğü halde susanlardan ya da karikatürdeki gibi saçma sorulara cevap geveleyerek gün geçirenlerden değil. Konuşmaları ve yazıları yarına kalır nitelikte. İslam dünyasındaki sorunlara hem kadın duyarlılığıyla hem de insani açıdan yaklaşan bir araştırmacı. Yani "önce insan" anlayışını "insana saygı Allah'a saygıdır" düsturunda özetlemekte. İnsanın varoluşuna katkı sağlamayan, ahlak ve vicdan terazisinde tartılmamış hiçbir dinsel dogma, sırf bazı İslami kaynaklarda yer bulmuş veya kuşaktan kuşağa aktarılmış diye yazarın sorgulamasından paçayı kurtaramaz.

Onu benim için pek çok ilahiyatçıdan ayrı tutan bir diğer özelliği de zarif üslubudur. Üst perdeden konuşmaz ve yazmaz, satırların arasından okura parmak sallamaz. Sıklıkla soru sorar ve biz dilini kullanır. (Kimi entelektüeller karşı gelir biz dili kullanmaya; başkalarının yaptığı yanlışlar beni bağlamaz diyerek. Oysa bazı durumlarda hiç kimse "ben toplumdan bağımsızım" diyerek kendini arındıramaz.) Ayrıca kişileri ve kurumları eleştirmenin onlara hakaret etmek olmadığını, aksine onların gelişimi için bir fırsat olduğunu yine onun satırlarında görebiliriz.

Okuduğum kitaplardan kısaca bahsedersem:

Sözde Dindarlık ve Akıl Tutulması
Bu kitaptaki yazıların ağırlıklı kısmını, yazarın Sözcü gazetesinde yayımlanan köşe yazıları oluşturuyor. Buradakilere benzer yazılar her pazartesi gazetede okunabilir. 

Yazılar üç başlık altında toplanmış: Din-Ahlak İlişkisi, Din-Siyaset İlişkisi ve Din-Kadın İlişkisi. Bu konu başlıkları dahilinde aklınıza gelebilecek pek çok kavram, tarihin biriktirip önümüze attığı pek çok güncel sorun tartışılıyor. Ancak bu tartışmaları kof, günlük atışmaların ötesine geçiren, yazarın okurunda farkındalık oluşturma çabası. Bazen ilahiyat alanında uzmanlaşmamış bir okurun bilemeyeceği kimi kavramlar bir köşe yazısının sınırlarını aşmayacak şekilde kısaca açıklanıyor, bazen de o okurun bildiğini sandığı kavramlara ilişkin bugüne dek üstü örtülmüş incelikler paylaşılıyor.

Yazıların beslendiği kaynakların başında Kur'an ve hadislerin yanı sıra doğu ve batı felsefesi, tasavvuf, edebiyat geliyor. Dünya üzerindeki hiçbir kültüre haksızlık edilmeden sevgi, hoşgörü, eşitlik, adalet gibi ortak değerlerin üzerine titreniyor. Örneğin Kierkegaard'la başlayan bir yazı Hz. Muhammed'le devam edip Mehmet Akif'le bitebiliyor. İbretlik kıssalar, özlü sözler, şiirler, anılarla bezeli yazılar sohbet tadında akıp gidiyor. Bu öykücüklerden biri beni çok etkilemiştir. Yazarın "Kutsalın Ölümle Sınavı!" yazısından: 
Sözde Dindarlık ve Akıl Tutulması










Söylemeden geçemeyeceğim tek rahatsızlık veren durum, kitaptaki sayısız yazım yanlışı. Yazım yanlışlarını hem yazarın hem okurun emeğine saygısızlık olarak gördüğüm için yayınevinin (Arıtan Yayınevi) düzeltmenine bir taş atayım buradan. Görevini yerine getirmemiş. Örneğin, ayrı yazılan "de" ve "ki"ler bitişik, bitişik yazılanlar ayrı yazılmış pek çok yerde. "Bugün" gibi bazı birleşik sözcükler ayrılmış. "Muharebe" meydanı, "muhabere" meydanına dönmüş; oysa iki sözcüğün anlamı farklı.

Din ve Kadın
Bu eser de çeşitli makalelerin ve bildirilerin toplanmasıyla oluşturulmuş; fakat tek bir kaynaktan alınmadığı ve farklı yerlerde birbirine benzer konulara temas edildiği için kimi yazılar biraz birbirini tekrar eder hale gelmiş. Yine de kadını aşağılamaya ve ötelemeye İslam'ı payanda kılanların cirit attığı ülkemizde okunmaya ve üzerinde düşünmeye değer bir kitap. Ayrıca yazar, Diyanet Vakfı kadın kollarının kurucusu olduğu için, bir yol açmanın mihnetini çektiğini de görüyoruz kitapta.

Eserin dili, Sözde Dindarlık ve Akıl Tutulması'na (2014) göre biraz daha kitâbi kokuyor. Bunda eserin daha önce yayımlanmış olması (2005) ve yazarın kendi sohbet dilini yıllar geçtikçe oturtmasının payı var mıdır; yoksa bildiri ve makaleleri biraz resmiyetle kaleme alıp gazete yazılarının içeriğini yumuşatarak mı oluşturmuştur bilemem. 

Burada anlattığım iki eserden bir okur olarak çıkarttığım şudur: Okuduğum her yazı, içtenliği ve zarafetiyle berrak bir suyun üstünde yüzen nilüferlere benziyor. Bundan sonra gönül ister ki, yazarımız o berrak sudan da bizi nasiplendirsin. Yani farklı konulara dağılmak yerine, örneğin bir Hz. Muhammed, bir Hz. Ali portresine yoğunlaşan, daha derinlikli bir kitap okumak isterdim Ayşe Sucu'nun kaleminden. Ya da tasavvuftan kâr elde eden yayınevleri, kişisel gelişimci, şucu bucu ortalıkta at oynatırken, yazarımız tasavvuf üzerine yazamaz mı? İlahiyat alanı içerisindeki özel uzmanlık dalını bilmiyorum; ancak yazabilecek birikimde olduğunu düşünüyorum.