26 Haziran 2022 Pazar

Şeytanın bulaşıkları

Rahmetli dedem tok sözlü bir adamdı. Muhatabı kim olursa olsun, sözünün ağırlığını tartmadan hesapsızca konuşurdu. Kimi cümleleri o kadar vurucuydu ki, bana söylediklerinin yanı sıra annemden işittiklerim de beni hâlâ etkilemeye devam ediyor. Örneğin, dedem mutfak tezgahında bulaşık yığılmasından nefret ederdi. Olur da akşam bulaşıklarını yıkamaya üşenip sabaha kadar bekletirse bir beniâdem, şeytan onları lağım çukuruna sokup çıkarırmış! Bunu annemden ilk duyduğumda tiksintiyle karışık ürpermiştim. Çünkü muhafazakâr bir ailede yetiştirilmiştim ve şeytanla ilgili o kadar ipe sapa gelmez menkıbelerle dolmuştu ki zihnim… Ürpermeyip neyleyeyim... 

Oysa şeytanın bu şeytani dünya düzeninde işi başından aşkınken, benim bulaşıklarımı -kendi meşrebince- paklamakla mı uğraşacak diye sormak aklıma gelmedi. Sormadığım günden bu yana, mutfak tezgahında yok denecek kadar az bulaşık bile olsa o bulaşıklarla saniyenin onda biri kadar kısa bir sürede bakışmamızın ardından dedem bana malûm cümleyi fısıldar. Sonuç: Tertemiz bir mutfak!

Dedem seneler önce vefat ettiği halde bana hâlâ fısıldamasındaki esrar nedir? Sözün gücü. Yani kendi halinde bir insanın kendi halinde mutfak tezgahını tabaklar ve bardaklar dolusu b.ka bulayan metaforudur. Zaten dedem konuşurken sıklıkla metafor kullanırdı ve biraz da bu nedenle sözlerinin üzerimizde bir kırbaç gibi şakladığına inanıyorum.

Doktora eğitiminde beni en çok zorlayan "Kuramsal Dilbilim" dersinde metafor kuramını öğrendiğimden bu yana metafora bakışım değişti diyebilirim. Metafor, benzetme amaçlı mecaz diye tanımlanıyor genellikle ve edebiyat derslerinde söz sanatı olarak kabul ediliyor. Oysa metafor kuramını ortaya atan Lakoff (leykof diye okunuyor), bilişsel dilbilim penceresinden buna itiraz ediyor. Diyor ki üstat: 

- Metafor, bir süs veya sanat değildir. Düşüncenin ve akıl yürütmenin ayrılmaz bir parçasıdır. 
- Metafor, benzerliğe dayanmayabilir. 
- Sıradan insanlar çabalamaksızın metaforları anlayabilir ve üretebilir.
- Birçok metafor evrenseldir; evrensel olmayanlar da mensubu olduğumuz toplumu anlamak için bize malzeme sunar.

Özetle Lakoff, metaforun hayatın ta kendisi olduğunu söylüyor. 

Lakoff’un kuramı ışığında metaforlar üzerine çalışırken Duman grubunun bir şarkısı gelmişti aklıma: 

Bekle dedi gitti, ben beklemedim, o da gelmedi ya,
Ölüm gibi bir şey oldu ama kimse ölmedi.

Şu, ölüm gibi bir şey olup da kimsenin ölmediği durum sanki metaforun tanımı gibi. Örneğin, "fırtınalı aşk" dediğinizde o aşka düşenler durduk yerde havaya savrulmuyorlar veya sağanak yağışta ıslanmıyorlar. Ama bir fırtınada yaşanabilecek tüm yoğun duyguları içeriyor fırtına metaforu. Ve okuma yazma bilmeyen bir insan da, bir akademisyen de aynı şeyi anlıyor. Çünkü metaforlar aynı zamanda beynin nöral eşleme yasasının ürünüdür. Beyin herkeste aynı beyin olduğuna göre diploma burada fark yaratmıyor.

O halde nedir beynin nöral eşleme yasası? Yine Lakoff'un bir örneğinden yola çıkalım. Yeni birisiyle tanıştınız. Adı Selim olsun. Kısa bir sohbetin ardından zihninizde Selim'le ilgili şöyle bir kanı oluştu: "Ne kadar sıcakkanlı bir insan!" Selim'i neden sıcakkanlı olarak tanımladınız? Konuşurken size gülümsedi, tatlı bir ses tonuyla konuştu, aranızda belli ortak noktalar yakaladınız, ayrılırken iletişimi koparmak istemediğini beyan etti, v.s. Yaşadığınız bu deneyimler, sizi bilinçaltınızın "sevgi sıcaktır" kodlamasına götürdü. Çünkü bebekliğinizde size bakım verenin sizi kucağına ilk aldığında hissettiğiniz tensel sıcaklık, beyninizin sıcaklığı sevgiyle eşlemesine yol açtı. Ve size her sarılındığında vücudunuz ısındı. Fiziksel deneyim nöral bağlantıları kurdu, deneyim sıklaştıkça o bağlantıları sağlamlaştırdı ve artık beyin için sevgi = sıcaklık. Şimdi size birisi sarılmadan bile o sıcaklığı nöral bağlantılarla hissetmeniz mümkün.

Bu durumda, sevecen bir insanı tanımlarken kullanılan "sıcak" veya "sıcakkanlı" kelimesi dile rastgele yerleşmiştir demek mümkün mü? Ya da yukarıdaki senaryoda Selim'i sıcak olarak niteleyen siz, söz sanatı mı yaptınız? Bırakın söz sanatını, Selim'i zihninizin süzgecinden geçirip "sıcak" kategorisine yerleştirirken bilinçli bile değildiniz! Ve bunu günde sayısız defa yapıyorsunuz. Sadece insanları tanımlarken değil; zaman kavramı, sebep-sonuç ilişkisi, yaşadığınız olaylar, hissettiğiniz duygular... hepsi metaforlarla ete kemiğe bürünüyor. Yalnızca Türkçede değil, pek çok dilde. 

Metaforları benim için ayrıca özel kılan, ağzımızdan çıktığında yarattığı etkinin hem zihnimizde hem bedenimizde, hatta başka zihin ve bedenlerde yankı bulmasıdır. Tarih boyunca siyasetçilerin milyonlarca insanı ölüme sürükleyişindeki etkiden tutun, reklamlarda sarf edilen sözlerin yığınları tüketime itmesine... Kendimize gün içinde tekrar ettiğimiz yıkıcı cümlelerin bedenimizde yarattığı tahribata ve hastalıklara kadar...  

Yıllar önce izlediğim Il Postino filmi, Şilili şair Pablo Neruda'nın sürgündeyken tanıştığı bir postacının öyküsünü anlatır. Postacı, Neruda'nın mektuplarını taşırken onunla dost olur ve âşık olduğu kızı etkilemek için Neruda'dan ve şiirlerinden yardım alır. Postacı sonunda amacına ulaşır; ki ulaşmasa şaşardım! Ama onu bekleyen tatsız bir sürpriz vardır: Öfkeden deliye dönmüş bir kaynana! Filmin en sevdiğim repliği işte burada geliyor. Postacıyı şikayet etmek için Neruda'ya giden kaynana şu cümleyi haykırır: "Kızımı metaforlarıyla kandırdı!" Kızının kanası varmış be teyzem, metaforun suçu ne? Tek başına aşk kelimesi bile içini ısıtmaya yetmiştir onun! (Lakoff'u hatırlayın: sevgi = sıcaklık) 

Ama günün birinde adamın biri size babanızın şarap çanağından konu açarsa Lakoff meykoff demeden koşarak oradan uzaklaşın. Zira şaraptan olmasa da, öfkeden sarhoş birinin gazabına uğramanız an meselesidir. (Yine de kaçarken aklınıza Lakoff gelirse diye ondan alıntı yapayım: tartışma = savaş)

5 Haziran 2022 Pazar

Kıyma Operasyonu (Operasyon Mincemeat)

Operasyon Mincemeat'i izledim. Mincemeat İngilizcede kıyma demek. Neden "Kıyma Operasyonu" olarak Türkçeye çevrilmemiş, anlamış değilim. Bence bu ismiyle daha fazla merak uyandırabilirdi. Her neyse...

Kıyma konusuna geçmezden önce filmin bana Gogol'ün "Ölü Canlar" romanını hatırlattığını belirtmek isterim. Gogol romanında Çiçikov adlı bir üçkağıtçının toprak sahipleriyle iş çevirip ölü köylüler üzerinden nasıl para kazandığını anlatır. Çiçikov ülkeyi gezerek ölenlerin ölüm belgelerini satın alır, kendini mülk sahibi gibi gösterir ve olaylar gelişir.

Çiçikov'un kendisine para kazandıran ölü canları gibi Kıyma Operasyonu'nda da bir ölü can üzerinden savaş kazanmaya yönelik kandırmaca planı devreye girer. İkinci Dünya Savaşı'nda İngilizler Sicilya'ya çıkarma yapmadan önce Nazilerde Yunanistan'a çıkarma yapacakları yanılgısını yaratmak için Winston Churchill'in de onayını aldıkları akıl almaz bir plan hazırlarlar. Planı yürütmekle görevlendirilen ekip morgdan bir kimsesizin cesedini seçer. Ekip, cesede bir askeri kimlik yaratmak ve kavuşulmamış bir sevgilinin mektup ve fotoğrafının bile dahil olduğu bir öykü uydurmakla işe başlar. Ve bu kahraman asker, Yunanistan çıkarmasının "çok gizli" belgelerini üzerinde taşırken boğulacak -yani suya bırakılacak- ve cesedi İspanyol kıyılarına vurduktan sonra Nazi casuslarının eline geçmesi beklenecektir. Ekip, bu sahte kahramanla ilgili her ayrıntıyı düşünür: Ceset karşı tarafın eline geçtikten sonra adli tıp doktorlarına suda boğulma vakası izlenimini vermek için cesedin üzerinde birtakım tıbbi işlemler yapmaya varıncaya dek! Filmin sonuna dek seyircinin yakasını bırakmayan gerilimden sonra plan başarıya ulaşır. Churchill'in ekibe gönderdiği telgrafta yazdığı gibi: "Kıyma'yı yuttular. Son lokmasına kadar!"

Filmin kurgusu, yaşanmış olaylar üzerine yapılandırıldığı için eninde sonunda İngilizlerin kazanacağını kestirebiliyorsunuz: "Taam taam, yine siz kazandınız!" Peki sonunu bildiği halde neden bir filmi ısrarla izler ki insan? Olay örgüsü öylesine içine katıp sürükler ki sizi, sonu değil; sondan önceki olaylar merakınızı gıdıklar. Tıpkı öleceğinizi bildiğiniz halde yaşamaya devam etmeniz gibi... Bundan birkaç yıl önce yine bir İngiliz propagandasının yapıldığı "Dunkirk" filmini izledikten sonra da aynı hislere kapılmıştım. Askerlerini savaş sırasında bir yerden başka bir yere nasıl kaçırdıklarını şanlı kahramanlık destanı olarak seyirciye yutturmayı başarmıştı filmi yapanlar. Onların ifadesiyle kaçış değil; "tahliye" tabii! 

Gogol'ün romanındaki ölüler soyut bir isim listesinden ibaret iken Kıyma filminde etiyle buduyla bir ceset, kahramanlar arasında yerini alıyor. Baktığınızda ikisi de muhteşem sahtekarlık örneği. Ama Kıyma filminde bunun "Büyük Britanya'nın âli menfaatleri" uğruna yapıldığı ve savaşın seyrini nasıl değiştirdiği ballandırılarak anlatılıyor. Haksız da sayılmazlar hani. "İngiliz siyaseti" diye Türkçeye yerleşmiş bir deyim vardır. TDK sözlükte "Bir işi soğukkanlılık ve kurnazlıkla yapma veya yaptırma" olarak tanımlanıyor. Alın size iki saatlik filmin birkaç kelimelik özeti. 

Şimdilerde ise İngiliz siyasetinin yerini "Amarigan oyunu" aldı. Bilen bilmeyen herkes "büyük resmin" peşinde! İster İngiliz, ister Amariga olsun, komplo teorileri bir yana, yalnızca şu iki film bile -Operasyon Mincemeat ve Dunkirk- bize onlarla ilgili ne anlamlı veriler sunuyor. Tarihlerinde irili ufaklı başarı kabul edilebilecek hiçbir ayrıntıyı es geçmeyerek her vesileyle dünyaya ne kadar zeki, güçlü ve muzaffer olduklarını hatırlatıyorlar. Ve bunu müthiş bir tutkuyla yapıyorlar. Sanki biz İngilizmişiz gibi oh çekiyoruz filmin sonunda. Ya biz ne yapıyoruz? Okullardaki tarih derslerimiz ne halde? Hangi eller ve zihniyetler dolduruyor tarih ders kitaplarının satırlarını? Dünyanın en köklü medeniyetlerini kurmuş Türk devletlerinin ve önderlerinin dünyanın her yerindeki seyircinin tüylerini diken diken edebilecek filmleri ve belgeselleri nerede? O "kurnaz ve soğukkanlı" İngiliz siyasetinin işgalci gemilerine bakıp "Geldikleri gibi giderler!" diyen güven dolu sesi yeniden yankılandıracak yönetmen kim?