Düğün davetiyesi satılan dükkana el ele girdiler. Yaklaşan düğünleri için davetiye beğenmek üzere kendilerine uzatılan hacimli kataloglara göz atmaya başladılar. Gözlerinin önünden sayısız davetiye geçti ve hepsi gittikçe birbirine benzemeye başladı. En sonunda aradıklarını buldular. Dikey dikdörtgen şeklindeki krem rengi zarif davetiyenin tek süsü, üzerindeki bir istiridye figürü ve onun tam ortasına yapıştırılmış inciydi. Kadın, “İşte bu!” dedi. Adam da uygun buldu kadının seçimini. Kadına göre davetiyenin üstüne yapıştırılmış o basit inci tanesi hem sadeliği, hem paha biçilemezliği temsil ediyordu. Göz boyamayan, tantana yapmayan bir ışıltı...
Davetiyenin davet bölümü de hoşlarına gitti kadının ve adamın. “Ömür boyu sürecek beraberliğimizin...” diye başlıyordu. Kadın bu cümleyi okurken zihni garip bir hisle duraksadı. Ömründe hiçbir konuda hiçbir zaman bu denli iddialı olmamış bir kadın için fazla kendinden emin bir cümle gibi geldi ona. Sonra bu düşünceyi, apar topar kovdu zihninden. Beyninin bir daha onu bu düşünceyle karşılaştırmayacağını umduğu karanlık bir köşesine bir böcek ölüsünü süpürür gibi iteledi onu. Böcek sırt üstü yatıyordu.
Gelin ve damadın yanı sıra dünürlerin ad ve soyadları, telefon numaraları ve adresleri dikkatle yazıldı, davetiye taslağı yazım yanlışı içermemesi için defalarca gözden geçirildi. Günler geçti. Davetiyeler basıldı, sevinçle dağıtıldı, düğün günü geldi, davetliler davete icabet ettiler. Ve incili davetiyelerle "ömür boyu süreceği"nin ilan edildiği evlilik başlamış oldu.
Aylar geçti. O ayların rüzgarla geçerken savurduğu etek, evlilikteki tozları kaldırırken bazen göz gözü görmez oldu. Kadın ferah nefes alamaz oldu. Ve kadın her nefes alamadığı anda, davetiyedeki ifadenin kendisinde çağrıştırdığı böceksi düşünceyi hatırladı. Mutlu olması "gereken" bir anda aklına bu düşüncenin geldiği için bir suçlunun telaşıyla zihninin karanlıklarına gönderdiği ve sırt üstü yattığı için ölü zannettiği o böcek.
Bu arada böcek sırt üstü yatışından çoktan uyanmıştı. Ayaklarının üzerinde doğruldu, nereden geldiğini kadının kestiremediği bir kaynaktan beslendi, semirdi ve kadının zihninde bir o yana bir bu yana gezinerek yolunu bulmaya çalıştı. Çıkışı bulamıyordu, çıkamıyordu kafatasından dışarı.
Yıllar içinde böcek büyümeye ve yolunu bulmaya uğraşadursun, kadın hamile kaldığını öğrendi. Öncesinde çocuk sahibi olmayı çok istediği halde hamile kalamamış; şimdi ise istemediği halde içinde bir yavru büyüyecekti. Bu inanılması güç ironiyi, üzüntü ve tereddüt içinde geçen hayatının getirdiği bir mutluluk vesilesi olarak kabul etti. Çocukları seviyordu; kendi çocuğunu da fazlasıyla sevecekti.
Çocuğun cinsiyetinin kız olduğunu öğrenir öğrenmez isim arayışına girdiler. Aklında birkaç isim olmasına karşın, bir isim mıh gibi aklına çakılıydı: İnci. İsimler yelpazesinden kadının İnci'yi seçmesinin kendince pek çok nedeni vardı. Öncelikle sesletimi zarifti, kulağı okşuyordu. Üstelik herkesin aşina olduğu bir isimdi. Modern zamanların kimi çocuk isimleri gibi söylemesi ve anlaması zor isimlerden değildi. Yediden yetmişe herkesin rahatlıkla aklında tutabileceği türdendi. Edebiyatta da yeri vardı. Sezai Karakoç'un “İnci Dakikaları” şiirini çok seven kadın, "Kızımın daha doğmadan şiiri yazılmış!" diye sevindi. Ayrıca istiridyenin içindeki incinin oluşumunu bir bebeğin anne karnındaki gelişimine çok benzetiyordu. Boşuna dememişlerdi "İnci, sancı mahsuludür" diye. Böylelikle evlenmeden önce incili davetiyedeki inciyi görür görmez davetiye seçimini yapan kadın, kızının da adını seçmişti.
Bebek doğdu, adı kondu ve nüfus kayıtlarına bir İnci eklendi. Ailede olduğu varsayılan mutluluğun bu bebekle perçinleneceği düşünüldü. Uzaktan düşünüldü elbette. Yakından bakıldığında İnci mutsuzluğun bir parçası olmaya adaydı. Kadının beynindeki böcek ise git gide büyüyor ve dışarı çıkamadığı için delirmiş halde kadının kafatasının duvarlarına vuruyordu kendini. Kadın çocuğunu büyütmeye devam ederken, beynindeki böceği büyüttüğünün de farkındaydı aslında. Öldüremiyordu onu, kovamıyordu da. Tek yapabildiği, onun varlığını kızının varlığıyla unutmaktı. Kızını beslerken, onunla oynarken, konuşurken, ona kitap okurken, geleceğiyle ilgili hayal kurarken böcek yokmuş gibi düşünmeye çalışıyordu. Ama oradaydı o! Kurtarılmayı bekliyordu.
Zaman yine eteğini savura savura geçti. İnci bebek artık bir kız çocuğuydu. Kadın da anneliğe iyiden iyiye alışmıştı. İnci’siz bir yaşam yoktu onun için. Kafasındaki böcek, sınırlı alanda büyümeyi sürdürdüğünden artık kımıldayamıyordu. Kafatasının içinde oradan oraya gezmekten, duvarlara vurmaktan mahrum kalmıştı. Ama neredeyse kadının kafası büyüklüğüne eriştiği için böceğin incecik solunumu, antenlerini milimetrik oynatışı bile kadını çıldırtmaya yetiyordu. Bir an önce karar vermeliydi; ya bu böceği azat etmeli ya da böcekle beraber çıldırarak yaşamayı sürdürmeliydi. Ya çocuğunu tertemiz bir zihinle, kavgasız bir ortamda büyütecekti, ya da böceği palazlandırmaya devam edip kendi dengesini kaybedecekti.
İlk evlendiği zamanlarda kadın, böceğin "nereden geldiğini kestiremediği bir kaynaktan" beslendiğini düşünüyordu. Şimdi o kaynağı bulmuştu. Bittiğini sandığı anda yeniden başlayan tartışmalar, küslükler ve kadının gözyaşları... Yılların bocalamasından sonra bardağı taşıran son damlayla derhal harekete geçip zihin kafesini açtı, ellerine sığmayan böceği oradan zorlukla çıkardı ve hiçbir uzvunu incitmeden dışarıdaki hayatın kucağına bıraktı.
Böcekten kurtulan kadın, geriye dönüp baktığında düğün davetiyesindeki incinin ışıltısını kızının gözlerinde bulurken, davetiyedeki "ömür boyu sürecek beraberlik" sözüne müstehzi gülümsüyor ve bir yandan bunu ters kehanet olarak adlandırmadan edemiyordu. Ters kehanet!...