18 Mart 2020 Çarşamba

18 Mart ve Corona

Shakespeare'in Hamlet karakterine söylettiği ve dillere pelesenk olan "Olmak ya da olmamak / Bütün mesele bu!" repliğini hep sehl-i mümteni (söylemesi kolay görünen ama yoğun anlamlar içeren yazın sanatı) olarak düşünegelmişimdir. Edebiyat uzmanlık alanım değil; ama bunun gibi çok az sayıda yalın söz, günlük hayata ve hatta tarihsel olaylara bu denli karşılık gelebilir. Sözgelimi, trafikteki kırmızı ışıklarda araçlar durduğunda dilenciler, mendil satıcıları araba araba geziyorlar üç beş kuruş kapmak için. Işıklar yeşile dönüp de araçlar hareketlenmeye başladı mı yol kenarına doğru bir telaştır alıyor dilencileri. Neden? Bedensel anlamda olmak ya da olmamak arasında bir seçim yapmak zorundalar. Bu basit örneğin ötesinde, yalnızca fiziksel varlığımıza ilişkin değil; her anlamda varlık ile yokluk arasında gidip geliyoruz: çalışırken, konuşurken, bir haksızlığa itiraz ederken ya da etmezken, birini severken, karar verirken, vazgeçerken...

Kaderin garip cilvesi midir, nedir; bugünlerde koca dünyayı 'olmak ve olmamak' arasında gidip gelen bir sarkaca çeviren şu Corona salgınının Türkiye'deki ilk ölümünün gerçekleştiği gün 18 Mart'a denk düştü. Çanakkale Savaşları hem deniz hem kara savaşları içermesine ve kanlı boğuşmaların esasında 18 Mart'tan sonra karada geçmesine rağmen, 18 Mart deniz zaferi bütün Çanakkale savaşı için sembolleşmiş bir tarihtir. İşte 18 Mart denince benim aklımda yanıp sönen, Shakespeare'den mülhem iki sözcük var: Biri 'olmak', öteki 'olmamak'. Olmamayı göze alarak olmayı tercih etmek! "Çanakkale geçilmez!" derken aslında "Yalnızca Çanakkale'de değil, bu topraklarda biz varız, siz yoksunuz!" demek, diyebilmek! 

Mehmet Âkif'in destan mertebesindeki Âsım şiirinde bilmem dikkatinizi çekti mi: Mehmet Âkif ki, dizelerinin kırbacından Sultan Abdülhamit dahil kimse kurtulamaz, Çanakkale savaşlarındaki Anzak güçlerinden bahsederken kelimelerini onlar için harcamaya tenezzül etmiyor, sanki o adamları sıfırlıyor: "Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ". Âkif'in gözünde onlar yok hükmünde zaten "ne güneşler batıyor"ken! 

Ama diğer taraftan şunu da sormuyor değilim. Adını bile duymadığı Çanakkale'ye uzak diyarlardan getirilen Anzak askerlerini hangi acımasız sebep, bu 'olmak ve olmamak' kavgasına sıkıştırdı acaba? Ve bambaşka koşullarda karşılaşılsaydı canciğer dostluklar kurulabilecek insanlarla düşman olmak nasıldır?!... 

1915'ten 105 yıl sonra yukarıdaki son soruyu tersten düşünmenin vaktidir: Bambaşka koşullarda (yani Corona salgınının olmadığı koşullarda) karşılaşsaydık düşman olacağımız insanlarla şimdi aynı kaderi paylaşmak nasıldır?! Siyasal görüş, toplumsal tabaka, refah seviyesi, ırk, etnik grup, cinsiyet, cinsel yönelim fark etmeksizin 'olmak ve olmamak' arasında can korkusundayız, evlere kapanıyoruz, çılgınlar gibi ellerimizi sabunluyoruz, virüs yüzünden hem birbirimizden ölesiye korkuyoruz, hem de bir arada bulunup lâflamayı, birbirimize sarılmayı özlüyoruz. İnsan insana hem zehir, hem panzehir. Bu şeytani dünya düzeni, insanları köle pazarında gibi çalıştırır ve lütfettiği üç kuruşla onları tükettikleri kadar mutluluğa mahkum ederken şu mesajı damarlarına çoktan zerk etmişti aslında: "Sen televizyonunu izlemeye ve sosyal medya hesabında beğeni toplamaya devam et. Çatışmalar, ölümler, salgın hastalıklar, açlık, susuzluk senden çoooook uzakta. Rahat ol." Çanakkale kara savaşlarında iki merminin havada çarpışması şimdi bize ne kadar uzak geliyorsa, günün birinde bütün dünyanın evinden dışarı adım atamayacak hale gelmesi de önceleri o kadar uzak geliyordu biz rahat rahat otururken.

Bundan sonra neler gelişir? Daha ne kadar evimize hapsolacağız? Salgın yayılır mı? Bu soruların yanıtını şimdilik kimse bilemiyor. Ama şunu demek mümkün: Tarihe damgasını vuracak günlerden geçiyoruz ve bizim için hiç geçmeyecek gibi görünen bir yılın, bütün insanlık tarihindeki zamansal boyutu toz zerresi kadardır. Fakat o toz zerresi, bir kelebek etkisi yaratır da, aynı gemide olduğu gerçeği insanlığın kafasına dank eder mi, yoksa bu vartayı da atlatan insanoğlu yine tarihteki gibi umursamaz ve kavgacı yürüyüşüne devam eder mi?... Bana yine ikinci seçenek gerçekleşecekmiş gibi geliyor. Elbette bilimsel tartışmaların, sempozyumların, kongrelerin baş konusu Corona olacak. Yalnızca hekimler değil; ekonomistler, sosyologlar, siyaset bilimciler, felsefeciler ve sokaktaki insanlar yıllarca bunu her yönüyle konuşacak, araştıracak ve yazacak. Fakat bizden çoooook uzakta sandığımız bir dert (örneğin susuzluk) hepimizin kapısını çalana kadar, yine televizyonumuzu izleyip bizim adımıza başka ülkelere savaş açan politikacıları alkışlamaya ve sosyal medya hesabımıza attığımız fotoğraflarımızla beğeni toplamaya devam edeceğiz. Bunu nereden mi biliyorum? Mehmet Âkif hâlâ kulağımızı çekiyor da ondan.

Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa, yarım hisse mi verdi?
"Tarih"i "tekerrür" diye ta'rif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?