İlginç bir olaya
tanık oldum. İşe gitmek için hazırlandığım sabahın erken saatlerinde bağıra
çağıra şarkı söyleyen bir delikanlı sesine benzer bir ses duydum. Herhalde
yakınlardaki inşaatlardan birinde bir işçi söylüyordur diye içimden geçirirken
gözüm pencereye ilişti. Hayretle ne göreyim: Karşı balkonda bir kadın adeta
sahneye çıkmışcasına abartılı jestlerle "sanatını" icra ediyor! Ama
gönlünün sahnesinde söylediği bir şarkı değil bu. İçinde öfke köpürten bir
feryat. Hançeresini yırtarcasına. Ve bu durum ben işten döndükten sonra aralıklarla ve aynı
şiddetiyle devam etti. Çığlıklar ve pencereden fırlatılan eşyaların
şangırtıları eşliğinde gecenin 3'ü gibi saatlerde ve yine ertesi sabah. İşte o
sabah kızım gürültüye uyandı ve pencereden kadını izlemek istedi. Kadın
susasıya kadar sakin bir gözlemci gibi dikkatle kadını izleyen kızım, kadın
şarkısını bitirdikten sonra "Ezan okundu" dedi. Beni bir gülmedir
aldı; ardından kızımı haksız da bulmayan zincirleme düşünceler...
Ezan bir çağrıdır; başlangıcı ve sonunu kulağınıza getirin hele: Açılış neyle yapılır?
"Allah büyüktür". Kapanış neyle mühürlenir? "Allah'tan başka ilah yoktur".
Var'dan yok'a doğru gidişi duyuran ve makamlı okunan bir manifesto gibi. Bir
İslam düşünürü der ki: "Lâ süpürgesiyle yolu temizlemezsen illallah
sarayına varamazsın". Bir diğer deyişle, Allah'ın varlığına ancak O'ndan
gayrısını yok’layarak ulaşırsın. Para, güç, iktidar, şöhret, şatafat gibi günümüzün
putlarından tutun; her türlü vesvese, gam, kibir, huzursuzluk, ümitsizlik gibi
fazlalıkları da süpürmek gerekiyor O'nun varlığının şüphesiz bilincine ermek
için.
Peki balkondaki kadının
ezanla ne ilgisi var? Kadında asıl ilgimi çeken şarkı söylemesi değildi. Şarkı
söylerken evde eline ne geçerse, çanak çömlek, çamaşırlık, havlular,
örtüler, vs. bunları aşağı atmasıydı. Elindekiler bitince şarkıya hiç ara
vermeksizin yenileriyle gelip onlardan da törensel bir edayla kurtuluyordu.
Yani kadın şarkısıyla önce varlığını ilan ediyor, sonra sanki bir Lâ süpürgesiyle
kendinden gayrısını yok ediyordu. Kadının dışında ondan biraz büyük
görünen bir adam -eşi mi, ağabeyi mi, bir yakını mı bilemiyorum- daha vardı evde. O da kadın haykırdıkça perdeleri
çekiyordu nafile.
O iki günlük kıyametten sonra
birkaç gündür evden ses çıkmıyor. Kapısı, penceresi kapalı. Kadına ne oldu bilmiyorum. Hangi acılar,
hangi yoksunluklar onu "kirli bir mendil bile böyle sokağa atılmaz"
sözlerini söyletti bilmiyorum. Bilinçaltına yığılmış üzüntülerin biriktiği çöp
dağının patlaması olmasaydı, ben o kadının varlığından "karşı balkonda
görünen bir insan" kadar haberdar olacaktım. Ben de onun için karşı binada
penceresini açan biriydim yalnızca. Yani benim varlığım ve yokluğum onun
için birse, benim için de o kadının varlığıyla yokluğu birdi. Belki evinde
de yıllarca yok sayılmış ve yok hükmünde oluşunun acısını böyle çıkarmıştı. Milyonlarca
kadın gibi. Evdeki tencere tava kadar mı kıymetim? Buyrun o zaman... Figanım
kadar varım, kadınlığım kadar yokum. Kadınlığımın terazisi yapılan çanak
çömleği, kar beyazı çarşafları, çul çaputu Lâ süpürgesiyle yok'luyorum.
Kendi var'ıma ulaşmak için...
...
Çok şey öğrendim geçen üç yıl
boyunca
Balkona yorgun çamaşırlar
asmayı
Ki uçlarından çile damlardı.
Güneşte nane kurutmayı
Ben acılarımın başını
Evcimen telaşlarla okşadım
bayım.
Bir pardösüm bile oldu içinde
kaybolduğum.
İnsan kaybolmayı ister mi?
Ben işte istedim bayım.
Uzaklara gittim
Uzaklar sana gelmez, sen
uzaklara gidersin
Uzaklar seni ister, bak
uzaklar da aşktan anlar bayım!
DİDEM MADAK